Onlar ki işitmezler
Ulu çınarların ağıtını
Yağmurlu bezgin bir günün olağan anlarıydı. Sabah kahvaltısının ardından; içilen kahvelerin fallara kapatılmasını gözleyen sessizliğin peşi sıra sürüklenen rehavete kapılarak; şekerlemelerin yapıldığı yeknesak vakitlerdi.
Henüz gün ağarmadan evden çıkan dolayısıyla bu anlardan nasiplenemeyen iki haciz memuru, varacakları adrese ulaşmak için dik bir yokuşu tırmanıyordu. Yağmur dinmiş, bulutlar bir araya toplaşıyor, tekrar yere inecekleri zamanı kolluyorlardı.
Yokuşun sonundaki yeşil tepe, kentin kalan tek vahasıydı. Kent kurulmadan çok uzun yıllar önce inşa edilmiş tarihi bir cami sayesinde talan edilememiş, yeşil kalmıştı. Burası; hafta sonları akın edilen minik bir koruluk, piknikçilerin kıç kıça anca sığabildikleri mesire alanı, içinde yüz yaşında olduğu rivayet edilen yeşilbaşlı neşesiz iki ördeğin gezindiği suni bir gölet, ismi caminin imamı İbrahim Hoca’da saklı bir hayırseverin beş on yıl önce yaptırdığı çocuk oyun parkı, sonradan imar edilmiş ve bu esnada 2. bir minare daha eklenmiş tarihi cami, avlusundaki yatırlar ve en tepedeki Çınar Çay Ocağı ile uzun yıllardır kent halkının tüm sosyalleşme ihtiyacını karşılıyordu. Şimdilerdeyse salgın hastalık yüzünden kimsenin uğramadığı sadece yitip gidenlerin alelacele cenaze namazlarının kılındığı tenhalıklar oluvermişti.
Tepeden aşağıya her baktığınızda eteklerinde kıvranmakta olan kirli, kalabalık ve kasvetli kente acır, arkanıza bakmadan kaçmanız gerektiğini bir kez daha fark ederdiniz ama her seferinde kalırdınız. Kentte, nedeni ve zamanı kestirilemeyen fakat salgından çok daha evvel başladığı zannedilen grimtırak bir yaşamın hükmü sürüyordu inatla. Halk bir kaç istisnai cılız karşı koyuş, başarısız terk ediş dışında bu yaşamı kanıksamıştı. İşin doğrusu komşu kentlerde de durum pek farklı değildi hem her yer ağzına kadar doluydu ve kimse bir başka diyardan geleni almak istemiyordu. Diktikleri gökdelenlerde, tek katlı barakalarda üst üste uyurlardı. Yağmur yağdığı zamanlar- ki çok fazla yağmur yağardı-kentte yaşayanlar temizlenemez bir balçığa bulanırdı. Hatta kimileri bu balçık içinde doğar ve ölürdü. Bir tek yeşil tepe vardı, temiz kalan, nefes alabildikleri.
İki memur bir süre şemsiyeleri açık yürüdükten sonra yağmurun dindiğini fark edip onları kapadılar, suyunu silkelediler, yanlarında taşıdıkları poşete koydular, yüz maskelerini açıp biraz soluklandılar. Uzun süredir gelmiyorlardı bu tepeye; hiç özlemediğini fark etti genç memur, eskiden her cuma kalabalıklar içinde büyük bir umutla dualar ederek tırmanırdı bu dik yokuşu. Dönüşte ise bir avucun bırakıverdiği birbirinin aynısı yüzlerce cam bilyenin içine karışır, beraberce yokuş aşağı yuvarlanırdı. Yaşlı memur ise bu tırmanışları ve yuvarlanışları salgından çok daha evvel sonlandırmıştı. Çalışmadığı zamanlarda evden çıkmazdı. Sesini sonuna kadar açtığı televizyonun karşısında pineklemeyi her şeyden çok sever olmuştu.
Bugün Çınar Çay Ocağı’na gidiyorlardı. Banka, haciz işlemlerinin acil başlatılmasını ve içindeki her eşyanın zaptının tutulmasını istiyordu. Ocağın sahibi Çınar’ ı tanımayan yoktu. Küçük bir bebekken camiye bırakılmış, İbrahim Hoca’ nın himayesinde büyümüş, halkın verdiği fitre ve zekâtlar sayesinde yaşamını yirmili yaşlara değin sürdürmüştü. Daha sonra oyun parkını yaptıran ismi İbrahim Hoca’da saklı hayırseverin yetkili birinden aldığı izin ile Çınar Çay Ocağı’ nı açmıştı.
İşler kent halkının şaşıracağı kadar iyi gitmişti. Önceleri sadece kaşarlı tost ve sallama çay satmıştı. Sonra, bir yerden elden düşme otomatik kahve makinası edinmişti. Tamir ettiği bu alet ile yaptığı kahveler diğer bilindik markalardan çok daha lezzetliydi. Pek çok insan özellikle gençler, tepeye sırf onun kahvesini içmek için uğruyordu. Hatta diğer kentlerden kahvenin methini duyup gelenler bile oluyordu.
Kent halkı ilkokulu zor bitiren, camide yatıp kalkan, nereden geldiği, neden terk edildiği hiç bir zaman öğrenilemeyen, vakti zamanında sadakaları ile karnını doyurdukları sessiz sedasız bu çocuğun, işlerinin böylesine rast gitmesini umutla izliyordu. Bu bir kurtuluş hikâyesiydi, bir araya gelindiğinde konuşulacak… grimtırak yaşamlarını renklendirecek. Çınar Çay Ocağı onların gururuydu.
Çınar, işlerin bu kadar yolunda gitmesinden umutlanmış, bankadan çekeceği kredi ile çay ocağını bir kaç masa, sandalye, çay makinası, minik bir fırın ile çay bahçesine dönüştürmeyi planlamıştı. Gerçi “baba” diye hitap ettiği İbrahim Hoca buna itiraz etmişti. Ona göre; bu kentte yaşıyorsan her an tetikte olmalıydın; tepetaklak yuvarlanmamak için köşeden dönen kötü şansa ya da hiç değilse üst üste binen aksiliklere karşı gardını almalıydın. Nitekim yanılmamıştı; Çınar’ ın bankadan krediyi çektiği günlerde salgın hastalık haberleri yayılmaya başlamıştı. Bir kaç ay içinde sokağa çıkma yasakları geldi. Arada sırada yasaklar kaldırılsa da insanlar, işe gitmek ve zorunlu ihtiyaçlarını karşılamak dışında evden çıkmaz olmuştu, kendilerini tecrit etmişlerdi.
Memurlar tepeye vardıklarında, minik gölettin orada biraz oturup soluklandılar. Genç memur maskesini indirip bir sigara yaktı, başı ile ördekleri işaret etti
-Bak ölmemişler, yaşıyorlar hâlâ.
Yaşlı memur, suyun üstünde kımıltısız duran ördeklere gülümsedi.
-Onlarınki de yaşamak mı? Kirli bir suyun içinde dönüp duruyorlar. Baksana ondan bile vazgeçmişler, taş kesilmişler resmen.
Genç memur, yerden aldığı ufak bir taşı suya doğru fırlattı, ördekler biraz kımıldar gibi oldular. Aklında Çınar vardı. “ Çınar’ ın dosyasına baktın mı?” diye sordu, iş arkadaşına.
-Çektiği kredi çok büyük bir meblağ değil aslında.
-Koskoca banka üç kuruşa tamah ediyor, yazık vallahi.
-Tabii güçleri ona yetiyor, adamcağız çok üzülecek şimdi.
-Onu geç, asıl İbrahim Hoca’ ya yüzüm yok benim.
-Kovalamasa bari bizi. Çınar oğlu sayılır.
-Hocaya rastlarsak, belli etmeyelim o zaman.
-“Çınar’ın oraya kahve içmeye gidiyoruz,” diyelim, öyleyse.
-Bak şimdi canım nasıl da kahve çekti. İkram ederse birer kahve içsek mi?
-Olur, bankadakilere ağzından kaçırmak yok ama!
İçecekleri kahveyi düşleyerek kalktılar. Caminin oradan geçerken İbrahim Hoca’yı gördüler. Musalla taşındaki bir cenazenin başında bekliyordu. Yüzündeki maskeden dua okuyup okumadığı anlaşılmıyordu.
Haciz memurları, salgın hastalıktan ölmekten, aynen bu cenaze gibi musalla taşında yapayalnız kalmaktan ve sadece İbrahim Hoca tarafından uğurlanmaktan korktular.
-Allah rahmet eylesin Hocam. Yine mi hastalıktan?
-Yok, korkmayın, yaklaşabilirsiniz, başka sebepten vefat etti.
-Neden bir başına, sahipsiz?
-Kimi kimsesi yok mu?
-Yok.
-Salgın yüzünden yalnız kalan ne çok insan var, değil mi Hocam?
-Öyle, öyle.
-E, gelmişken cenaze namazını kılalım bari garibin.
-Onun namazı caiz değil.
-Neden?
-İntihar vakası.
-Hay Allah Hocam, neyse artık, öte dünyada hesabını verecek olan kendisi.
-Allah taksiratını affetsin.
-Kim ki?
-Evet, kim, tanırız belki.
-Tanırsınız. Çınar. Dün bankadan aranınca…
Her iki memur başlarını öne eğdi. Hoca “ Üzülmeyin, siz de emir kulusunuz” dedi.
Üç adam karşılıklı birbirlerini teselli ettiler. Çınar hakkındaki anılarını anlattılar. İntiharın dini ve felsefi boyutlarını tartıştılar, uzun uzun. En nihayetinde, insanın başına her ne gelirse gelsin kendi iradesi ile hayatını sonlandırmasının doğru olmadığı sonucunda hem fikir oldular. Genç memur gelirken yanına uğradıkları ördekleri misal gösterdi fakat diğerleri bundan pek bir anlam çıkaramadı. Cenaze arabası Çınar’ı almaya geldiğinde Hoca memurlardan müsaade istedi.
Yaşlı memur “ İbrahim Hocam, biz yine de çay ocağını açıp bakmak zorundayız. Banka bizden hesap sorar yoksa. Oradakileri not alalım. Borcuna karşılık satışa çıkarılır.” dedi.
İbrahim Hoca” Tabii, tabii gidin. Yalnız anahtarı bende yok”
Genç memur “Bir şekilde açacağız artık.”
İbrahim Hoca “ Siz doğrusunu bilirsiniz.” dedi. Bir kaç adım attıktan sonra geri döndü.
“ Orada eski bir kahve makinesi olacaktı, şu bizim hayırseverin hediyesi. Onu bankaya bildirmeyin, görmezden gelin. Olur mu? Dönerken bana uğrayıp bırakıverirsiniz, bir zahmet. O makinenin kahvesi pek güzel oluyor…“
Ayşenur Baran Turan
Ayşenur’cum yüreğine ve kalemine sağlık çok güzel yazmışsın. Parkın içerisinden yeşillikler içerisinde tepeye doğru tırmanırken sonunda hayatın gerçekleri maalesef bir tokat gibi vuruyor yüzümüze.
BeğenBeğen
Çok teşekkür ederim 🙏 Ben de okur musun diye soracaktım. Sen benden önce davranmışsın 😉 okuduğun ve sevdiğin için çok mutlu oldum. 🙏💕💕💕
BeğenBeğen