Ah cılıbıt

Canımın içi cılıbıt

Nedensiz severim seni

Hem de çok severim

Her sene arar; amcaoğlu, fındık alacan mı? Gönder. Benden başka kime satacak? Ev bark fındık… İş yerindeki masam, çekmecelerim, evrak dolabım tıka basa fındık kavanozu. Salgından önce gelen geçene avuç avuç verirdim, laflamak için bahanemiz olurdu.

O zamanlar bizim icra dairesinde çok iş olmaz, aylak aylak otururduk. Diğer bölümlerde çalışanlar bize gıpta ederdi. Ayda yılda bir hacze giderdik. Şimdi öyle mi? Başımızı kaşıyacak vaktimiz yok, sabah şöyle bir görünüp akşama kadar araba tepesinde dolaş, akşam işyerine dön, rapor yaz, bir de meymenetsiz müdürü çek, özledim fındık içi yediğimiz tasasız günleri.

Eski muhabbet kalmadı gerçi. Hasbelkader ayaküstü sohbetlerde hep aynı soru senin emeklilik ne zaman yahu? Onlar da biliyor emeklilik geldi de geçiyor, eskiden aman efendim, sen bize lazımsın, engin tecrübelerinden yararlanıyoruz diyenler, abi, abi peşimden koşan, hürmet edenler şimdi gözümün içine bakıyorlar, emekli olayım da yerime tanıdıklarını soksunlar. Yakınlarını işe aldırmanın hayallerini kuruyorlar, eh onlar da haklı işsizlik malum.

Sanki hak edecekler, gelsinler yapsınlar bakalım bu işi. Günde üç ev ziyaret ettiğim oluyor, bir de yanıma şu çaylağı verdiler. O sokak bu kapı dolanıp duruyoruz. Delisi var, hırlısı hırsızı var. Üstüne üstlük salgına yakalanmamak için ne taklalar atıyoruz. Girmediğimiz delik kalmadı, şu leş kenti avucumun içi gibi ezbere biliyorum artık.

Geçen sabah bizim müdür, muhterem, senin emeklilik bize pahalıya patlayacak, son model navigatör almak zorunda kalacağız diyesi oldu, aklı sıra dalga geçecek, yılışık, bir avuç dolusu fındığı burnunun ucuna dayadım, odasına kaçtı hemen. Yaşasın pandemi! Yaşasın fındık içi! Sevmediğine uzat bir avuç, arkasına bakmadan kaçsın.

Oysa benim hanımı bir avuç fındıkla tavlamıştım. İcra dairesinde işe başladığı gün gözüme kestirmiştim. Masamın önünden her geçtiğinde ayağa fırlardım. Fındık yer misiniz? Kavrulmuş, organik, memleketten yolluyorlar…

Geçenlerde kavanozun birini çöpe attı, kurtlandırmış, apartmana dağıtsaydık? Kimse birbirinden bir şey almıyor, vermiyor da artık dedi.

Hah, sallana sallana geldi bizim çaylak. Yeni eleman diye bula bulu bunu buldular, kıçıma taktılar, ben nereye o oraya işi öğretecekmişim. Pek ukala, iş bulmuş beğenmiyor. Yok, kendi ofisi varmış, yok pandemiden önce yanında en az 20 kişi çalışırmış. Batırdın mı? Batırdın. Yat kalk işe girdiğine, aç karnını doyurduğuna şükret. Sorsa öyle söylerim ama sormaz. Bir karış suratla gelir beş karış suratla gider.

Günaydın, arabayı alacak mıyız? Evet, evet, hadi acele et, geç kaldık. Uzağa gideceğiz.

Uyuşuk adam bu ya… Eyvah, telaştan ayakkabılarımı değiştirmeyi unutuyordum. Hacze giderken eski ayakkabılarımı giyiyorum. Buradakiler toza çamura bulanıp kirlenmesin, eskimesin. Bunu bile öğretemedim şu çaylağa. Yok, efendim biz koskoca kurumu temsil ediyormuşuz, şık gitmeliymişiz. Onlar müşteri mi? Bankacı mıyız? Kredi verenler giyinir öyle, müşteri tavlamak için. Biz o tavladıkları müşterilerin alacaklılarıyız. Canlarını almaya gidiyoruz, misal yani. Bir de ayakkabıdan mı olalım, gecekondu yollarında. Eskiden gecekonduydular gerçi, seçim vaatleriyle hepsi sahiplerine tapulandı. Evler, dip dibe, üst üste, birbirine yaslanmış, içlerinden birini çekip alsanız hepsi yığılıp kalacak oracığa.

Pandemide patladı krediler, geri ödenmeyince borçlar, borçluların tapuları teker teker gidiyor ellerinden. Eşyalar kesmiyor artık, başlarda külüstür arabalarını, bisikletlerini, işte ne varsa ellerinde; televizyon, bilgisayar, elektronik eşya hepsini aldık. Depolar doldu da taştı. Yeni depolar yaptık. Eşyalar orada gün sayıyorlar sahiplerinin borçlarını ödemeyi diliyorlar. Kimse almıyor onları, işe yaramıyorlar, yarasa da alacak para mı kaldı cebimizde? Yeni düzenleme ile evleri almaya başladık. Haczedip edip envanterlere geçiyoruz. Birikiyor gecekondular, tapusu seçim vaadiyle sahiplerine geçenler, toplaşıyorlar kâğıtlara, üst üste dip dibe. Birikiyorlar sokak sokak, mahalle mahalle sonra zengin müteahhitler toptan alacaklar, karpuz alan kabzımal misali.

Masamda aylak aylak oturup fındık içi yiyerek seyrettiğim, bizim binanın karşısındaki plazalardan yapacaklar, artık masam cam önünde değil müdür kaptı, o seyrediyor şimdi plazaları. Pencerenin olduğu alanı paravanlarla çevirdi, oda yaptı kendine. İşler çok ya, kâr ediyor icra dairesi, herkesin gözdesi olduk daha doğrusu bizim müdür gözde oldu. Ben şu çaylakla bütün gün sokakları arşınlayım… O da öyle dedi zaten sen dışarıdasın muhterem senin masayı şöyle kapının yanına aldırsak? Odasını ayırması lazımmış, gelen geçen lafa tutuyor, meşgul ediyormuş. Aslında hastalık hastası, aklı çıkıyor pandemiden. Odasına girmeye göreyim hemen başlıyor aman muhterem iyice kapat maskeni, al şuradan dezenfektanı, sık sık iyice sık. Her gün kaç eve girip çıkıyorsunuz. Fındık, fındık içi yer misiniz müdürüm?

Plaza manzaralı odasında kahvesini yudumluyordur şimdi. Biz de bu külüstür araba ile kenar mahallelerde dolanalım. Asfalt yoldan sapıyoruz, burada caddelerin sadece ismi var, daracıklar, tek şerit işliyor. Park edip yürüyoruz. Yollar su içinde yine boru patlamış, bitmiyor şu kentin kazı çalışmaları… Bizim çaylak paçalarını yukarıya çekiştirip basabileceği kuru yer arıyor, hiç akıllanmadı bu adam. Boşuna uğraşma elbet sıçrayacak üstümüze…

Eğer kuş olsaydık uçar konardık gideceğimiz yere. Mesela cılıbıt kuşu olsaydık. Pandemi başladıktan sonra beni kuş merakı sardı. Televizyonda bir kanal var, bütün gün kuşlar uçuyor, ötüyor, hanım televizyon kumandasını saklıyor, yalvar yakar açtırıyorum Kuş TV ‘yi. En çok cılıbıt kuşunu seviyorum. Yok, haksızlık etmeyeyim, martıları, leylekleri, serçeleri, çöl toygarını hepsini seviyorum. Yine de canımın içidir cılıbıt.

Cep telefonuma yüklediğim program sayesinde göçmen kuşları takip ediyorum. Nerede bir kuş görsem ya da şakımalarını duysam içimi mutluluk kaplıyor. Cebimin biri fındık içi diğeri ekmek kırıntılarıyla dolu, yolda bırakıyorum duvarların üstlerine, konup yiyorlar.

Özgürlüğü falan çağrıştırmıyorlar tam aksine insanlara karşı öyle savunmasızlar ki kolayca tutsak alınabilir ya da av olabilirler; kafeslerde ölünceye kadar yaşatılabilir ya da öldürülebilirler. Öyle ilginçtir ki bu korkunç ihtimallerin farkına asla varamazlar. Masumluk mu? Ufak cüsselerinden beklenmeyecek inançla hayatta kalma arzusu mu? Bugün, yarın, öbür gün bıkmadan usanmadan büyük bir iştahla yiyecek aramaya çıkmaları mı? Aslında onları kuşları yani cılıbıtları sevmemin bir nedeni yok, ilk defa hayatımda kendimden başkasını öylece seviyorum, nedeni hakkında düşünmeden…

Mahalle, cadde, sokak, kapı numarası tastamam tutuyor, yine elinizle koymuş gibi buldunuz. Bu adam benimle dalga mı geçiyor yalakalık mı etmeye çalışıyor anlamıyorum. Hadi, zile bas. Ayakkabı kalabalığını aşıp varamıyor evin kapısına, kibarcık. Ayağımla kalabalığı ittirerek ilerliyorum zile doğru.

Alacaklı gibi bastım zile; zııırrr… Alacaklıyız zaten. Bilir açmazlar uzunca bir süre kapıyı.

Ayakkabılarla çevrilmiş, ortalarında bekliyoruz, çaylak oflayıp puflamaya başladı, birazdan sanki nedenini biliyormuşum gibi ardı ardına sorar durur; neden açmıyorlar kapıyı? Geleceğimizi bilmiyorlar mı? İcra kararını almadılar mı? Fındık, fındık içi yer misin?

Ne çok ayakkabı var burada? Aslında nerede olduğunuzu onlar söylerler. Düğün ya da cenaze evi, yoksul evi. Giydiği ayakkabıdan tanırsınız bir yoksulluğu. Gerçi sorsan pandemiden beri herkes yoksul. Yine de eskiden kalma bir alışkanlıkla onları incelemeyi sürdürürüm. Hem açılmayan kapı önlerinde bu çaylakla sohbet etmekten daha eğlencelidir.

Mesela şu 42 numara erkek ayakkabısı, arkasına basılmış. Pahalı bir marka, sanırım ilk sahibi tarafından iyice eskitilip öyle verilmiş, yeni sahibinin ayak numarası 45 olmalı ya da her zaman acelesi olan telaşlı biri olmalı…

Kadın ayakkabısı temiz, özenli kullanılmış, zulaya dikkatlice bırakılmış. Bununla ayakkabıların önemli olduğu yerlere gidiyordur, gecekonduların dışına çıkıyordur, belki de plazalara, zengin evlere, büyük modern mekânlara çalışmaya gidiyordur. Fakat etrafı biraz tozlu, sanki uzun zamandır yerinden kımıldamamış gibi…

Çocuk ayakkabıları bir, iki, üç, dört, tam dört çift, farklı büyüklüklerde, oraya buraya saçılmış, pembe, beyaz, mavi, gri renklerde, pazardan alınmış spor ayakkabıları, ünlü markaların taklitleri, sağa doğru yamulmuşlar. Dik durmaz pazardaki çakma ayakkabılar, boğaz kısımları geniştir, tabanları yayılır, yapışkan izleri sarı sarı kenarlarda utanır.

Simitçilik yapan biri var galiba bu evde fakat satamamış olmalı ki kapı önündeki simit tablasında bayatlamış kalmış simitler. Bari kuşlara verselerdi. Taş gibi olmuştur şimdi bunlar. Cılıbıtlar sever simidi. Islatıp vermeli. Kapıyı açarlarsa bir yolunu bulup söylemeli. Kuşlar sever demeli. Islatmalarını söylemeli çünkü taş gibiler. Belki de kapıyı hiç açmazlar. Neden açsınlar ki? Alacaklıların çalışını bilirler. Başka kim çalacak?

Ne kapıyı açacak ne de bayat simitleri ile cılıbıtları besleyecek mecalleri kalmıştır. Kendilerini bile besleyemiyorlardır. Belki her biri birer koltuğa, kanepeye, divana, mindere, yatağa, halıya uzanmıştır. Kollarını kımıldatacak halleri yoktur. Bir kent hayırseverinin yolladığı erzak kolisini bile açmamışlardır. Kolidekiler bayatlamış, belki de çoktan kurtlanmıştır.

Bastım zile; zııırrr…

Zil kulaklarını yırtarken şöyle demiştir ve bir daha hiç konuşmamıştır, koca ayaklarını sığdırmaya çalıştığı, kendisinin olmayan ayakkabısının arkasına basan adam: Evi de alacaklar elimizden. Hadi bugün, yarın, öbür gün karnımızı doyurduk peki daha sonra? Yoruldum ben…

Kadın zuladaki ayakkabıları çıkarıp yeniden giyeceği günlerin umudunu çoktan kaybetmiştir, adama yerden göğe kadar hak verir…

Zııırrr…

Ayşenur Baran Turan