Hallaç Öyküleri I

LEYLA ERBİL’in ÖYKÜCÜLÜĞÜ

Leyla Erbil’in, anlaşılması zor, klasik yazım tekniği dışında ezber bozan üslubu ile dikkat çeken, deneysel yazar olduğunu düşünebiliriz. Kabarık arşive sahip olduğundan, birikimlerini, cesurca ve kendine özgü üslubu ile anlatmak istediğini, yazdığı tümcelerin içinde saklamış, bir kez okuma ile anlaşılmayan metinleri, okurken zorlayıcı olsa da, okuru yakaladığı noktalarda vurması onun ayrıcağıdır. Bilinç akışı, öykülerinin vazgeçilmezi ve okuyucuyu sarsacak niteliktedir. Kendine özgü bakışı açısıyla ötekini anlatma çabası dikkat çekerken; öteki olarak çoğu zaman kadın, kimi zaman erkekler, kimi zaman kendi içindeki kendisini kastettiği gözlenir.

Öykülerinde; çocukluğunda iz bırakan anılarının yanı sıra en çok, kadın deniz vapur hasret muhtaçlık emek özgürlük konuları ağır basar. Babasının gemilerde görevli olması sebebiyle deniz ve vapur, yazarın eserlerinde önemli yer teşkil eder. İlk dönem eserlerinden sonra, Freud’un etkisiyle psikanaliz, Marksizm etkisiyle de sınıf çatışması, emek mücadelesi kavramları daha ağır basar.

Freud’un toplum için yaptığı “Toplum, insanın yaşamını sürdürmesi için kaçınılmaz, zorunlu bir örgütlenmedir, ancak bunun bedelini içgüdüsel arzularından vazgeçerek ödemektedir.” Yorumuna göre insan, zamanla yabancılaşma da yaşayabilir. Erkek genelde ben ve birinci cins olurken kadın hep öteki ve ikincil olmuştur.

Erbil, eserlerinde anlamsızlığın anlamını oluştururken gerçek dünyadan ve halkın içinden kopmamıştır. Ona göre tüm insanlar yaralı olarak doğarlar ve yaşamları boyunca tek istedikleri anlaşılmak ve sevilmektir. Beckett’ın “Hepimiz deli doğuyoruz, bazıları böyle kalıyor” demesiyle benzeşir. Yazılarında bilinç akışını tercih ederek çoğu zaman konuşuyor gibi içini dökerken, kendi yaşam hikayesi ve ideolojisi akıl yürütmesini büyük ölçüde etkilemiş, yazdıklarına yansımıştır. Bazı araştırmacılar, bunalım ve kaçış edebiyatından ziyade sorgulayıcı ve mücadeleci şekli benimsediği için, alışılmışın dışında farklı üslup ve dile sahip olmasını postmodern olarak nitelendirir.

Beckettgibi Erbil de kişilerin görünmeyen tarafları ile ilgilenir, kişilerin aykırı taraflarını kendilerinin yarattığını varsayar. J.Paul Sartre’ye olan ilgisi sebebiyle varoluşçuluk arayışı da önemsediği konular arasında yer alır. Sartre “Varoluşçuluk ve Hümanizm” adlı konferansında der ki: “Tüm var oluşun başlangıcı insandır, insan kendi ile yüzleştiğinde, dünyadaki varlık hissi insanın içini kaplar ve daha sonra birey bu algının içerisinde kendini tanımlar”. Buradan, insanın kendini ve özünü arayıp bulma çabasında olduğunu anlarız. Varoluşçulukta kişinin hem kendine hem tüm insanlığa sorumluluğu vardır. Diğer felsefi kuramlara göre “Varoluşculuk” edebiyata en yakın kuram olarak düşünülür. Bu bağlamda Erbil, kitaplarında genellikle erkek egemen toplumdaki kadının varoluş arayışını dile getirmiş, aile içindeki günlük yaşantısındaki sıkıntılardan yola çıkarak, cinsellik, kadınlık, annelik rollerinin sık sık işlemiştir. Karakterlerin sadece varoluşsal problemleri yoktur. Aynı zamanda kendi olmaya çalışan karakterler de söz konusudur. Ona göre kadının içinde sönmeyen özgürlük ateşi arayışı vardır. Toplumun gösterdiği dirence boyun eğen karakterler olduğu gibi, toplumun değerleriyle içten içe dalga geçen, kimi zaman da bastırdıkları duyguları şiddet yoluyla ortaya koyanlar da vardır. Bu yüzden dili sert ve ironiktir. Dönemin düzenine karşı gelenMarxist ve varoluşçu felsefeyi benimsemiştir.

Varoluşçuların deyimiyle, insanlık bunaltıdır. “Bunaltı gelip bir yerde sorumluluk duygusuna yani eyleme ve ahlaka dayanır. Varoluşçuluk, ahlakı bir nesnel değerler üzerine değil, insanın kökten özgürlüğüne yaslandırır”

Atilla Özkırımlı’ya göre Erbil’in öykü anlayışı şöyledir: “Önceleri varoluşçu bir anlayışla çağdaş insanın toplumla çatışmasını, başkaldırıya varan bunalımını işledi. Daha sonra biçim arayışlarını sürdürerek ele aldığı kişileri toplumcu bakış açısıyla irdelemeye çalışan, gerçekliği değişik boyutlarıyla yansıtmayı amaçlayan öyküler yazdı.”

LEYLA ERBİL VE HALLAÇ

1960 da yayımlanan ilk öykü kitabı Hallaç’ta kendi ifadesiyle, “İçinden çıktığı toplumun insanlarıyla bir denge kuramaması, tüm yargılara başkaldırmış, bilinçli olarak bir seçmeye gitmeyen insanı” anlatmak istemiş. Kitap üç bölümden oluşmakta.

Hallaç; Leyla Erbil’in en kapalı olarak düşünülen kitabıdır. Eserlerinde çoğu zaman, toplumun siyasal baskılar karşısındaki durumunu işlerken, söylenemeyeni ve yazılamayanı cesurca kaleme almasıyla fark yaratmıştır.

Hallaç, içerik ve varoluşçuluk temaları olarak; yabancılaşma, yalnızlık, suç işleme, bunalım, tabular, önyargılar, intihar, umutsuzluk, anlam arayışı, cinsellik gibi konuların baskın olmasından dolayı dili ve içeriği açısından adeta başkaldırı gibi, manifesto niteliğinde kitap olmuştur. Kitap, Behçet Necatigil, Mehmet Fuad ve birkaç arkadaşı dışında pek beğenilmez.

Leyla Erbil Samuel Beckett ve Sait Faik’in etkisi altında kaldığını düşündüğünden, kitabın ilk bölümünü Samuel Beckett’e, ikinci bölümünü ise Sait Faik’e adar. Hallaç kitabının kime ithafen yazıldığı ile ilgili, (Düşler Öyküler dergisi, Sayı: 4, Mayıs 1997) röportajından alıntıya bakacak olursak;

İlk kitabınız Hallaç’ın ikinci bölümünü Sait Faik’e adamışsınız. Bu durum, bir arkadaşa vefanın mı, yoksa Türk yazınında bir geleneği, Sait Faik geleneğini sahiplenişin mi ürünü? Şeklindeki soruya yanıtı şöyledir;

Keşke birinci bölümü de ona adasaymışım! Cahillik işte! Zaten o ilk kitabı kime adayacağımı şaşırmışım; Bütünü S. Beckett’e adanmıştır: “Nothing is more real then nothing” alıntısıyla. Beckett de ilk çarpıldıklarımdandır. 954′te ‘Waiting for Godot’yu Küçük Sahne’de seyrettikten sonra Beckett’in peşine düştüm. Tüm oyunlarının, romanlarının. Böylece 956′da Molloy’u (Grove Press) elde etmekle de büyük bir yazın sarsıntısı geçirdim. Sait Faik ise bizden bir yazardı: daha yumuşak, sevecen, çekingendi yazını, ama sarsıcıydı. Bize daha yakındı. Türk yazınının yatağını değiştirdiğine, ardıllarına yeni ufuklar sunduğuna inanırım. Gözümden bir perde de o kaldırmıştır. Yerli olsun yabancı olsun başka yazarları akla getirmeyen özgün metinlerdi ortaya çıkardıkları. (Özgünlüğe hâlâ inananlardanım.) Odak noktası daha çok kendisi olan insanı anlattı; kendine özgü biçimi, dili buldu. 1959′da ilk hikâyelerim Hallaç’ta S. Faik ve Beckett etkisinde kalacağım korkusuyla epeyi bocalamışımdır. Birilerine benzemeyi, onları taklit etmeyi, kendi benliğimi bulmadan başkalarının açtığı yoldan arz-ı endam etmeyi bir çeşit hak yemek saydığımdan onların adını anmadan çıkaramazdım kitabımı. Şükran duygumu böylece belirtmiş oldum. Evet, ayrıca vefalı bir insan sayılırım; özel ilişkilerimde ne denli talihsizliğe, saldırıya uğramış olsam da hâlâ kardeşliğe, dostluğa, dayanışmaya dönük inancım yitmedi. Belki en önemli kaynaklarım erken karşılaştığım komünist insanlar, arkadaşlarım ve iki imza; Marx ve Freud!”

Asım Bezirci Hallaç ile ilgili Erbil öykücülüğünü şöyle yorumlar“Butemaları işlerken varoluşçu yazarlardan ve özellikle Kafka’dan etkilendiği gözlendi. Bu kitaptaki öykülerinde çıkış yolu bulamayan, eyleme dökülemeyen bir başkaldırış duygusuyla eski, yapmacık, süslü, sahte ne varsa hepsine hınç duyuyor. (…) Bütün bunlar şunu gösteriyor: Erbil şimdiki düzene kazan kaldırıyor, değişmesini istiyor onun. Fakat yerine nasıl bir düzen kurulması gerektiğini belirtmiyor. Kendi deyimiyle bir ‘seçmeye gitmiyor, bağlanmıyor. Öykü anlayışı Sait Faik’ten etkilenirken, kuşağın Batı’dan aldığı etkilerle bireyin bunalımını ve hiçlik düşüncesini -duygusunu değil- kendine özgü bir gerçekliğe oturtmaya çalışıyor.”

ÖYKÜLERİNDEKİ ANLATI

Erbil, geleneksel anlatım şekli olan “serim-düğüm-çözüm” planına bağlı kalmaz. Hikâyeleri olaydan çok durumlar, düşünceler ve tasarılar üzerine kuruludur. Ana kahraman olan kadın anlatıcılar dışındaki diğer unsurlar (kişiler, zaman, mekân) önemsenmez. Genellikle hikayelerinde “ben anlatıcı” karşımıza çıkar. Anlatıcının “Ne” anlattığı değil “Nasıl” anlattığı ön plana çıkar bu hikâyelerinde, dolayısı ile anlatıcı “anlaşılabilirlik” kaygısı taşımaz. Kimi zaman bilinç akışıyla, kimi zaman kendine özgü imla kurallarıyla, hatta kuralsızlıklarıyla yaptığı anlatımlar ön plandadır.

Kendisi ile yapılan bir röportajında, (Leyla Şahin, 6 ağustos 1998, Cumhuriyet) ‘imla işaretlerine müdahale eden bir yazarsınız’ saptamasına şu yanıtı vermiş. “Belki de tersine, yetersiz imla işaretleri, gramer, dil benim beynime müdahale ediyor? (Benim bazı insanlarım) oyunbozan olarak Türk Dil Kurumu’nun imla kurallarına başkaldırıyorlar… (…) Bildiğiniz gibi imla kılavuzları normal (!) insanlar tarafından normal insanlara önerilir. O vakit (normal sayılmayanların) dünyasına uygun birtakım işaretler icat ederek (…) normal insanlar için yapılmış olan işaretlere müdahale ediyorum! Daha önce başka yazarlar neden böyle düşünmemiş de bana bırakmışlar bu işi bilmem. Çünkü bu gibi yenilikler insanı sevimsiz kılar. Özellikle deliliği, düşseli, bilinçdışını anlatan yazarların bunu gerçekleştirmeyi akıl etmesi gerekirdi. (…) Adı gelecekte belki de “Leyla işaretleri” (!) olarak dünya dolayımına geçecek olan göstergelerim gerçekleştirildi! (…) Bundan sonra bol bol deli söylemleriyle haşır neşir olma olanağı bulacağım demektir!” 

Kadın anlatıcılar, öykülerinde genellikle sayıklama şeklinde konuşur. Dildeki yabancılaşma anlaşılmazlık okuyucuyu tüm öyküden uzaklaştırabilir. Okur hikaye ile bağ kuramadığında, adeta bilmece çözme eyleminde bulur kendini.

Erbil’in kahramanları Beckett’ın kahramanlarına çok benzer. Samuel Beckett’ın eserlerinde; kahramanların en önemli özelliklerinden biri, toplumla uyuşamamış garip kahramanlar olmalarıdır. Bu kahramanlar dış dünyaya oldukça kapalıdır. Erbil ve Beckett’in ortak konusu kültürel yabancılaşmadır.

Samuel Beckett, hayattaki anlam arayışını şöyle açıklıyor. “Bu dünyanın anlamı olduğu aslında bizim bir kuruntumuz. Biz bu dünyanın, bu dünya üzerinde yaşayan bizim yaşamlarımızın bir anlamı olduğunu varsayıyoruz, ama aslında böyle bir anlam yok. Bu anlam arayışı bizim dünya üzerinde kendi varoluşumuzu anlamlı kılma çabalarımızın bir uzantısı. Biz böyle bir anlamı bulmaya zorunluyuz, yoksa anlamsız olduğunu kabul edersek her şeyin, bu saçma varoluş durumuna katlanamayız, yaşam bizim için bir cehennem halini alır, nitekim de bu yakıcı sorunun peşine düşenlerin yaşamları bunaltıcı bir cehennemdir.”

Leyla Erbil’in Beckett’tan farklı olarak, hatta ters düşen tek özelliği vardır. Beckett edebî yaşamına, geleneksel anlatıyla başlamış, ilerleyen yıllarda, geleneksel anlatıyı bırakıp her açıdan minimal özellikler gösteren eserler vermiştir. Erbil ise, ilk öykülerinde geleneksel anlatının dışında aykırı örnekler verirken; daha sonraki öykülerinde, geleneksel anlatıya daha çok yaklaşmış ve Beckett’ın tam tersi bir eğilim göstermiştir.

Erbil’in hikâyelerinde, postmodernlik ve anti-sanat anlayışı da karşımıza çıkar. Bu durum kuralsızlık, biçimsizlik, düzensizlik olarak kendini gösterir. Beckett’da olduğu gibi Erbil’de de, “ironi” yoğun olarak kullanılır ve estetik ikinci planda kalır.

Üç bölümden oluşan kitabın ilk bölümündeki öyküleri; bilinçdışıyla yani bilinç akışıyla, bilinçli hal arasında gelgitlerden oluşur. Bilinç akışı bilinç halinden daha baskın durumdadır. Erbil, Freud’un psikanaliz tekniğinden sıkça yararlanır. Freud’un ortaya attığı bilinçdışı, bilinçli olma halinden daha özgür bir ortamdır. Bu durumda ikisi de benzeşirler.

Erbil’e göre; kişi özgür olmaya mecburdur, bu düşüncesiyle öykülerinde özgürlüğün uç noktalarına ulaşmasını sağlar. Ondaki özgürlük tutkusu, alışılmış kalıplardan kopmasına sebep olur ve kullandığı dilin yapısını etkiler, dolayısı ile dilbilgisi kuralları Erbil’in çoğu öyküsünde alt üst olur. Alışılmadık kelimeler kullanmak Erbil’in ayrıcalığıdır. Türkçede birçok kelimeyi ön plana çıkarmasıyla deneyselliğini ortaya koymaktadır. “şey” yerine “nen” kullanması örneklerden sadece biridir.

HALLAÇ ÖYKÜLERİ

YATAK

Leyla Erbil’in Hallaç adlı kitabında 1. Bölümün ilk öyküsü Yatak, 1959 yılında kaleme aldığı kadın dili ile yazılmış durum öyküsü şeklindedir. Öykü de bunalım, cinsellik, varoluş arayışı, umutsuzluk, hiçlik, yalnızlık temaları işlenmiş.

Erbil, bu öyküsünü ben dili ile yazarken iç monolog ve bilinç akışını çok belirgin şekilde kullanmış. Öykü de ki anlatımın, şimdiki zaman ve geri dönüş tekniğiyle geçmiş zamana yer vermesinin yanı sıra zaman zaman adeta sayıklama hali de dikkat çekmekte. Örnek verecek olursak, yatağı havalandırma isteğini sık sık sayıklaması diyebiliriz.

Öyküye düz okuma olarak baktığımızda, ana karakter olan kadının mutsuz, umutsuz, bunalımlı ruh hali, çaresizliği ve tek yoldaşı kuşu ile diyaloğu anlatılmakta. İlk bakışta psikolojik öykü olduğunu düşündürüyor. Aynı zamanda ötekini anlatma çabasında olduğu da fark ediliyor.

Kanımca “ötekinin” ne olduğu; okuyucunun yorumuna bırakılmış ve şaşırtmacalı, kendi dışındaki insanları anlatıyor gibi izlenim bıraksa da derinlemesine irdelendiğinde, anlatıcının –ötekisi- kendi olmak istediği hali gibi düşünülebilir.

Yatak öyküsü, “Kendi kendimeyi bozacak yok. Nesnelerin -içinde kişiler de olan- böylesi bir hızla, sürtünmesiz, evet ve hayırlarımla kayıp gideceklerini getirmezdim usuma hiç.” Cümlesiyle başlıyor. Kendi varoluşunun arayışında olan ana karakterin, kendi iç dünyasının simsiyahlığını yine kendinin beyaza çevirebileceğinin farkına varması ve hataları ile yüzleşmesi, pişmanlığı şeklinde yorumlanabilir.

Öykünün zamanının bahar mevsiminde olduğunu, kahramanın, camın altındaki denizin hareketlerini ilkyaz denizi diye tasvir etmesinden anlıyoruz. Baharda yatağını havalandırmak istiyor. Yatağı metafor olarak kullanarak kendinden bahsetmesi söz konusu. Başkalarının gözünden kendini görme isteği arada bir aynaya bakmasından anlaşılıyor. Kendini değersiz görmekte, nadiren evden çıkıp arkadaşları Hatçe ve Nazır’ı görüp sohbet ediyor, insanların mış gibi yaşamalarını gözlemliyor. Kimseden beklentisinin olmadığını sık sık vurgulasa da aslında içinde ilgi çekme isteği varmış izlemini bırakıyor okuyucuda.

“Yıllardır havalandırılmamış bir yatağa girip çıkıyorum. Islak çürümüşlüğüne biçimsizliğim oyulu. Onu güneşlendirmeliyim.” İfadesiyleyatağını güneşlendirme isteğinin altında kendini değiştirme isteği olabileceğini düşündürmekte. Yatak metaforu; kadının kimsesizliğini, cinsel yalnızlığını temsil ediyor gibi. Yatağın şekli, kadının içindeki ruhsal bunalımın yansıması adeta. Yatağı havalandırmayı, değiştirmeyi sürekli erteleme eylemi kendi olmak istediği kendisine evrilememesi gibi.

“Sırtı sızlayarak da yaşayabilir kişi. Düşünebilir de. Yeni bir nen yok. Hep aynı.” İfadesiyle ne kadar sıkıntıda olunsa da yatıp kalkma eylemiyle ve nefes aldıkça hayatın devam ettiğini vurgularken, aynı zamanda mutsuzluğunu ve yalnızlığını giderecek hiçbir şeyin olmadığının serzenişinde. Yenilik olmamasından, tekdüze yaşantıdan bunalmışlık içinde ama bir yandan da değişim için çaba göstermekten acizmiş izlenimi bırakıyor. Kendini sanki bilinçli olarak diğer insanlardan soyutlamış. Eylemsizlikteki tek eylemi yatmak kalkmak ve yatağını havalandırma isteği. Kimseden beklentisinin olmadığını sık sık vurgularken aslında varlığının fark edilmesini istiyor gibi.

Camının altından geçen balıkçı motorlarının sesi onu bir anda anılarına, Nazmi Kaptanla yaptığı sohbetlere götürüyor. Zaman zaman camı açıp kuşun özgürleşmesi için gitmesini istese de, kuş dışarı çıkıp tekrar yanına geliyor. Kuşu kendi ile özdeşleştiriyor. Kuş sanki onun yaşam kaynağı gibi görülüyor. Kuşun kendisiyle yaşamasından ötürü gururlu olacağını düşünüyor.

 “Kuş gelmiş gazete okuyordu. “Senin elinde” dedi, “istersen…” “Ben de öyle sanıyordum” ifadesinden,kuşageçmiş zamanlı cevap vermesi, sanki artık değişimden vazgeçtiğinin göstergesi gibi. Kuş sanki kendiyle özdeş ve iç ses olarak da yorumlanabilir. Aykırı olmayı istese de isteğini gerçekleştirememenin bocalaması içinde. Sonuçta yatağı havalandırmadan öykü bitiyor.

Okuyucuda bıraktığı izlenimi kısaca özetleyecek olursak; kadın kahramanın cesaretsizliğini; değişimi isterken gelgitler yaşamasından, en sonunda değişimden vazgeçmesinden anlıyoruz. Varoluş arayışındaki kahraman sonuçta mevcut durumunu kabule geçiyor.

Kuş metaforuna gelirsek, bazı kaynaklarda ve tezlerde kuşun toplumu simgelendiği yazılmakta ancak kendi olmak isteği, öteki hali gibi düşünüyorum. Aynı zamanda karakterin, toplum kurallarından sıkışmışlığı var gibi düşünürsek kuşu göndermek istemesini, içindeki özgürleşme özlemi olarak görmek de mümkün. Kuş, özgürlük simgesi denilebilir.

BİLİNÇLİ EĞİNİM I

Leyla Erbil bu öyküsünü 1960 yılında kadın anlatıcı olarak kaleme almış. Yatak da olduğu gibi bunda da varoluş arayışı mevcut ve psikanaliz etkisiyle yazılmış. Öykü, ilk bakışta gemi ile seyahate çıkmış kleptoman kadının hikayesi gibi görünmekte.

Kadın kahraman, Fransa’nın bir limanında birkaç saat gezi ve alışveriş molası için iner. Girdiği mağazadan bir iki eşya alıp parasını öder, ancak bir anda hoşuna giden portakal renkli, mor beyaz ve saman renkli deniz donunu parasını ödemeden ani bir refleksle çantasına koyar. Kapıdan çıkmak üzere iken kara gözlüklü güvenlik tarafından yakalanmasıyla öykü devam eder. Yakalanınca götürüldüğü yer 3 ya da 4. katta bir odadır. Odanın camı, tavana yakın olduğu için iki masayı üst üste koyup üzerine çıkarak dışarı izlerken, aşağıda gördüğü kafelerde mutlu anlar geçirme hayalini kurar. Açtığı penceredeki macunu parmağı ile ceviz büyüklüğünde oyup kireçleri yer, karnı aç olduğu için tadını beğenir ve neden daha önce denemediğini sorar kendine. Oyuğun içinden kestaneye benzer insan gözü gibi gözleri olan uçan bir böcek çıkar ve uçup cama konar. Onu da yemeyi düşünür. Bakışlarını anlamlı bulup birine benzetir ve onu ulak gibi düşünüp “vapura giderseniz Belma’ya benden bahsetmeyin” der böceğe. Belmaların merak edebileceklerini düşünse de pek umurunda değildir aslında.

Odaya gelen polislerden omuzunda kuşsu böcek olan polis, “On bin frankla işin temizleneceğini” yoksa iki ay hapis yatması gerektiğini söylediğinde, kadın saatlerce aç olduğu söyler ve hapis yatmamak için, babasının seyahate çıkarken lazım olur diye vermiş olduğu paradan hiç tereddüt etmeden polise verir. Çıkarcı düzeni ret etse de polise rüşvet vererek kendisiyle ters düşmektedir. Serbest kaldığında yolda kara gözlüklü güvenlik görevlisi arkasından yetişir, metafor olarak kullanılan böcek yine omzundadır. Parasının olduğu halde neden çaldığını sorması üzerine “Olguların beni yönettiği değil, benim olguları yönettiğimi söyledim ona” diye verdiği cevaptan aslında kadının başkalarının koyduğu kurallarla değil kendi kuralları ile yaşamak çabasında olduğunu anlıyoruz. Hayatına yenilik ve hareket katmak için deniz donunu çalma eylemini kendi kurguladığı ortaya çıkmakta. Aynı zamanda, olaylara itiraz etmeden, sorgulamadan kabul eden insanlara serzenişi var.

Serbest kaldığında gemiyi kaçırdığını düşünüp sevinir, amacı kendine orada yeni bir hayat kurmak istemektedir. Yeni kişiler tanımak ister. Geminin daha kalkmadığını öğrendiğinde gidip gitmemek arasında çelişki yaşar. Görevlinin, kadının gemiyi kaçırmak istediğini anlamasıyla, neden bir kafede oturup beklemediğini sorması üzerine “Bu çok korkakça bi bekleyiş olurdu! Bu biçimle kişi yeni bi olay yaratma yetisini sınayamaz mösyö” demesinden; don çalma planını bilinçli kurguladığını bir kez daha vurgulamış olur.

“Kimse kimseyi sevmiyordu, birleşip birleşip ayrılıyorduk ölene değin geçecek zamanı doldurası, her nenler, her nenler belliydi öncesinden, usanmıştık.” Cümlesiyle ölene dek hiçbir amacının olmadığını anlaşılıyor. Sevgisizlikten şikayetçi, bezgin, her şeyin yapmacık olduğunu anlatmaya çalışıyor gibi. Hayat tek düze ve yalnızlık üzerine kurulu onun gözünde. Yatak öyküsünde olduğu gibi, aslında aykırılığın altında değişim istiyor gibi. Aykırılık olarak deniz donunu çalmak haz veriyor ona.

Gittiği kafede içkisini içerken karşı masanın ayağında asılı şekilde yine böceksiyi görür. Gemiye gidip gitmemek arasında ikilem yaşarken kuşsuya dönemeyeceğini söyler. Gemide ki yapmacık insanları et kişiler olarak adlandırır. Kadın ve erkeklerin birbirlerini aldatmalarını ve yapay hayatlarını sorgularken, bir yanı gitmek istemese de, bir yanı sanki gitmemekle onlardan korkup kaçmış durumuna düşecek gibi bocalar. Sonunda gitmemekle, korktuğunu düşünürler kaygısıyla döner gemiye. Kuşsu, böceksi, insan böceği ve kuşumsu diye adlandırdığı hep aynı canlı varlıktır. Okurken insanın aklına Kafka’nın Dönüşüm adlı kitabındaki Samsa karakterinin böceğe dönüşmesi gelir.

Gemiye döndüğünde yine kuşumsu varlığın geminin baş direğinden kıç direğine uçtuğunu gördüğünde, ilk önce kendisini ele vermesinden endişe duyar ve öldürmeyi düşünür. Bir an için öldürmekten vazgeçer, hatta insan gözlü böcek yanına konduğunda, ‘sen Rüstem misin’ diye sorar. En sonunda yine ele verilme korkuları ağır basar, güvertede ezerek öldürür. Kamarasına gidip duşunu alır ve ayakkabılarını değiştirip güverteye geldiğinde, elindeki, böceği ezdiği ayakkabıları denize fırlatır. Güverteyi yıkayan gemiciyi de sarılıp öpmek ister, adeta tüm delillerin ortadan kalkması, insan böceğinden hiç iz kalmaması mutlu eder onu. O kentte, limanda yaşadıklarına dair hiç bir şahidin kalmamasından çok memnun olarak aydın günlerin hayaliyle seyahatine devam eder. Başkalarının kurallarını hiçe sayarak kendi kurallarını koyup oynamak istemesi çok belirgin. Öykünün son cümlesi “ÖLECEĞIM BİRAZDAN” gizem katmaktadır ve bilinçli eğilim 2’ye başlangıç olarak düşünülebilir.

BİLİNÇLİ EĞİNİM II

Erbil, bu öyküsünde yine kadın anlatıcı ve birinci tekil şahıs kullanmış ve bilinç akışı ile 1960 yılında yazmış. Öykü genel olarak anlaşılmaktan uzak, okuyucuyu adeta bulmaca çözemeye sevk ediyor. Yazım şeklinde yenilikler var. Cümle de, r harfi ile biten kelimeler de r leri kullanmıyor. Şimdiyi anlatırken geri dönüş tekniğiyle arada geçmişten anlatılar var.

Öykü; ölüm döşeğindeki kadın anlatıcının hayatını sorgulaması ve ölümünü kendi planladığı şekilde gerçekleştirmek istemesi üzerine kurgulanmış. Ana karakter, ölüm korkusuyla anlık mutlulukları bir arada yaşamakta. Her şey kendi kontrolü altında olsun isteyen bir yapıya sahip.

 Genelde mezarlıklara çiçek ekilip, ziyaret edilirken yazar aykırılığını bu öyküde de sergilemiş. Anne ve babasını kendi yaşadığı ortamda var etmek istemekte. Mezarlarından sabaha karşı gizlice toprak çalma eylemindeki duygularını, “korktuğunu sanan korkusuzluktaydım” “Ellerimle açtım sinlerini, ellerimle açtım. Nereleri geldiyse ellerime, nereleri geldiyse doldurdum getirdim” diye ifade ederken, bilinciyle güvenliğe yakalanma korkusunu yaşarken, bir yandan elleriyle toprak alışını anlatmakta. Bilinci ve bilinçaltı arasında gelgitler yaşar. Annesinin mezarından aldığı toprağa ıtır, babasının toprağına da fesleğen diker ve evinde bakar onlara. Her ikisine de kokulu çiçek dikmesi manidar olabilir. Itır ve fesleğen metafor olarak düşünebilinir.

Arada, geri dönüş tekniği ile gençlik yıllarına gider. Rüstem’in kendisiyle ilgilenmediğini, başka kızlara baktığını, anımsar. Annesinin yıllarca kendisini Belma ile kıyaslamalarının onu bunalıma soktuğunu ve öfkelenmelerini hatırlayıp, babası ve annesi yaşarken söyleyemediklerini söyleyip, adeta onlarla yüzleşme yaşadığı izlenimi bırakmakta. Babasının daha uysal olduğunu ama annesinin onu kışkırttığından bahseder.

“Öleceğim birazdan, annemle babamı da sulasam bi” İfadesiyle ölmeden önce son kez anne ve babası olarak düşündüğü çiçeklerini sulamak istediği, ancak yataktan kalkmaya gücü olmadığı için Belma ya da Rüstem gelse de sulasa diye beklenti içinde olduğu anlaşılmakta. “Rüstem şimdi gelse ona sulatırdım bunları. Sular, sonra kurtarırdı beni, kurtarır mıydı? Ama benim kurtarılmayı dilediğim var mı ki? Ben kendi istemimle durdum songuya. Dilesem kaçabilirdim, ölmemi ölümün gelişine bırakabilirdim biliyorsunuz ama istemedim, kendi yönetimime aldım ölümü”...derken, gerçekten kurtulmak istiyor muyum diye de kendine soruyor.

Okuyucu da acaba gerçekten kurtarılmak istiyor mu diye sorgulatıyor. Kendi ölümünü kendi yönetme derdinde. Tıpkı Samuel Beckett’in Molone Ölüyor adlı öyküsündeki erkek kahramanın kendi ölümünü düşünüp planlaması gibi. “anneme bakın, beni bi an önce boğmakta ne denli ivedilikle çabalıyo” demekle, sembolik olarak annesinin boğazını sıkarak öldüreceğinden korkuyor. Anlatıcı öykü boyunca ölüm korkusuyla beraber karışık duygular ve anlık mutluluklar hissederken sanki arafta kalmış hissi bırakıyor.

ÖYKÜSÜZ

Öyküyü Leyla Erbil 1957 yılında kaleme almış, iç monolog üzerine kurulmuş, kendi ile hesaplaşan kadının hikayesi kadın anlatıcı tarafından anlatılmaktadır.

Anlatıcı, ilkokul arkadaşı ve sevdiği Rüstem’i, şımarık bencil havalı, gününü gün eden, anlık yaşayan, toplumsal cinsiyetin sağladığı ayrıcalıklardan dolayı birincil cins olarak aktarıp, kendisinin tam tersine sevgiye, dostluğa değer verdiğini vurguluyor. Rüstem’in öyküsü olmayı düşlerken, onun umursamaz ya da başka beklentiler halinde olması, pazarlık ve çıkarcı tavırlarından, kendisini onu mutlu eden şeyler arasında göremeyince Öyküsüz diye adlandırıyor.

İlkokulda kendisini öğretmene şikayet etmelerini hatırlıyor. O sürekli Backhaus dinleyen biri, onun ilgisini çekmek ve mutlu etmek için anlatıcı kendisine sık sık Backhaus dinlemesi gerektiğini hatırlatıyor. Sanki kadınların asli görevi, erkekleri memnun etmekmiş gibi düşünmekte. Erkeklerin ötekisi olmaktan bıkkınlık yaşarken, bu bağlamda kadınların durumunu anlatmaya çalışıyor.

“Oy yetisizliğim benim, vagon camlarına dayalı karanlık alınlar, kolsuz Nuran, savaşsız yoksulluk, altınlı Belma’lar…” Kolunu iş kazası sonucu kaybettiği varsayılan Nuran ve kolunda bilezikler olan Belma bağlamında toplumun sınıfsal eşitsizliğini, zengin ve yoksul olarak vurgulamakta. Emekçi sınıf ile emeksiz kazanç sağlayan sınıfın çatışmasını, bir kadının iş makinesine kolunu kaptırması ve ötekinin kolunu altın bilezikleriyle donatmasını yazar ironik olarak anlatmış.

Öykü özetle; Kadın ve erkeğin hayata farklı bakış açıları ışığında kadınların, erkeklerin gözündeki durumlarını ve şikayetlerini anlatırken kent soylu ve sıradan insanların yaşamlarından kesitlerini anlatıyor. Öyküsüz olarak nitelendirilen anlatıcı mı, Rüstem mi? Yorumu okuyucuya bırakılmış.

Özlem Gemici

Kaynaklar

-Leyla Erbil – Hallaç Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 2012

Seda_Saygılı_Tez.pdf (nevsehir.edu.tr)

Özgürlüğün Uç Noktalarında Bir Hallaç | Yusuf Turhallı (mavimelek.com)

Leyla Erbil öykücülüğü üzerine (gzt.com)

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/712904

https://www.artfulliving.com.tr/edebiyat/ozgun-dil-dik-durus-leyla-erbil-i-668