Hallaç Öyküleri II

Leyla Erbil’in Hallaç adlı öykü kitabının ilk bölümünden Gündelik ve Konuşmaklardan Bıkan öyküleri ile ikinci bölümden Baltık, Diktatör ve İncik Boncuk öyküleri incelenmiştir.

BÖLÜM l

GÜNDELİK

Leyla Erbil’in 1957 yılında yazdığı birinci tekil anlatıcı tarafından aktarılan bu öyküsü kesitler üzerine kurulmuş, bilinç akışı şeklinde iç monologla anlatılmıştır.

Öyküde kadın ve erkek arasında çıkarsız sevgi olmadığı fikri ileri sürülüyor ve kadın karakter D’nin erkeğe olan ilgisi bu yüzden şüpheyle karşılanıyor. Anlatıcıya göre sadece dişiliğiyle var olan D’nin cinsellik çağrıştıran organlarıyla yaptığı hareketlerin, erkeği kendine bağlamak ve onun gözüne girmek için yapıldığı anlatılıyor. Bu hareketler, erkeğe Charles Despiau’nun yaptığı çıplak kadın heykeli Assia’yı hatırlatıyor.

Anlatıcıya göre D’nin onunla kalması için onu güçlü görmesi gerekiyor, bu yüzden onu kaybetmemek için başka bir kimliğe bürünerek ilişkilerinde persona oluşturuyor. D’yi kendi iradesi altına alıp baskı kurmayı amaçlıyor ve ulaşılması güç biri etkisi yaratıp kandırabilmesi için M’ye yakınlaşıyor.

Öykünün diğer karakterleri olan A ve B üzerinden kocalarına karşı sevgileri olmadığı, onları aldattıkları halde, evliliklerini ikiyüzlü bir şekilde devam ettiren eşlerine bağlı ev kadınları ve çocukları için fedakâr anne rolüyle hayatlarını sürdüren, böylece evliliklerini garantiye alan kadınlar anlatılıyor. Ekonomik bağımlılıklarından kurtulmaları için bu kadınlara kocalarından ayrılarak çalışmaları teklif edildiğinde:

“Biz mi” diyorlar, “biz mi? Ayda iki yüz lirayla!” Çın çın uçuyor gülüşleri Çeliçev’in elden ayaktan var ya ağacı hani sekiz senede yapmış, işte onun ikinci parmak dalına konuyorlar “Biz üç bin liraya zor geçiniyoruz” diyo B. Bu arada A, “Yavrularımız olmasa gözümüz para mara görmez” diyo. Burada Leyla Erbil, kadınları Çeliçev’in Roterdam’da bulunan orijinal adı Saklambaç olan, ortasında kadın yanlarında çocuk resimleri bulunan tablosundaki ağaca göndererek, dallara asıyor.

Leyla Erbil bu öyküsünde başkaları ile gizli gizli sevişip kocalarının yanına dönen iki kadını, sevmedikleri adamlarla maddi şartları uygun olduğu için evliliklerini sürdüren Anna Karenina ve Madam Bovary roman kahramanları karakterlerine benzeterek, Türkiye’deki hâlâ var olan kadın karakterlerini 19. Yüzyıl Avrupalı kadın karakterleriyle karşılaştırıyor.

Gündelikte kadının her hareketini cinsel davet olarak gören, D isimli kadına karşı ilgi duyan ve ona, kendisine ulaşılmaz bir kimse olarak göstermek isteğiyle M’ye yakınlaşan anlatıcı karakterinin erkek olduğu anlaşılıyor.

Öyküde D karakteri üzerinden toplumun erkek egemen bakışı, A, B kadınları üzerinden de, kadınların cinsiyet ayrımının farkına vararak kendi benliklerini oluşturmadıkları için ikiyüzlülükleri tenkit ediliyor.

Anlatıcı, Emile Zola tarafından yazılan 1955 yılında çekilmiş bir versiyonu olan Nana filmini izlerken öyküyü sonlandırıyor. “Nana’yı seyrederken kapalı gözlerle ezilip, Kumkapı’yı, Haliç’i kırlangıçbalığı çorbası düşünürken – tüm bunlar sanki bi değermiş denli – birbirimizi asıl özlediğimiz kişiliklere koyup, koyup kotarıp ama onlar olmadığımızı bilip salt yalnızlıklara, yalnızlıklara, yalnızlıklara gitmelerle… Tüm bunlarla işte.”

Despiau Assia: Charles Despiau’nun eseri;

Çeliçev’in ağacı;

KONUŞMAKLARDAN BIKAN

Leyla Erbil’in 1959 yılında yazdığı Konuşmaklardan Bıkan adlı öyküsü birinci tekil anlatıcı diliyle iç monolog bilinç akışı şeklinde yazılmıştır.

Bu öyküde anlatıcı kim olduğunu bilmediği mavi benekli yanakları, gaga burnu ve beyaz kirpikleriyle Easter Adası yontularını andıran, Akşıngöz adını verdiği tuhaf bir yaratıkla onun ini olmalı dediği eve gidiyor, aralarındaki ilişki üzerinden kadın erkek arasındaki ilişkiyi farklı bir şekilde ortaya koyuyor.

Mutluluk umudu verdiği Akşıngöz’le gittiği yerde küçük bir camdan alaca karanlık gökyüzünü gözlüyor. Akşıngöz konuşmuyor, o bunu önemsemiyor, sürüngen soydan gelen ve Malezya’da bulunan Vanuatu ulusunun en büyük ikinci adasında kullanılan malekula dans maskesi takmış birine benzetiyor.

Akşıngöz, anlatıcı için “özgür sevi” ye giden yoldur; ona eksiksiz ve özgür seviyi verebilmeyi deney yaparak bulmaya karar veriyor.

O, yaptığı bu deneyde, ilk başta aralarındaki sevi alışverişinde deneği kendisi, deneyciyi ise Akşıngöz olarak anlatıyor. Öykü sonunda ise deneği o, deneycinin ise kendisi olduğunu söylüyor. Anlatıcı “KENDİNİ DEĞİŞTİRME SINAMASI DENEK: ben, DENEYCİ: o” diyerek yaratıkla olan ilişkisinde aradığı özgür seviyi deney ortamında bulmaya çalışsa da; sevgiyi madde gibi algılayıp deney yaparak bulması mümkün görülmüyor.

Deney sonunda Akşıngöz’ün yanından ayrılışının onun üzerinde yaratacağı tepkiyi bilmek istiyor. Onun duvarın dibinde, başını bacakları arasına sokarak kıvrıldığını görüyor, ölmesini istemediğini ama kaldırım taşları üzerinde kan içinde serilmiş bulsa, neredeyse sevineceğini söylüyor.

Bu sözlerle anlatıcının, tuhaf yaratığın yenilişini, boyun eğmesini görmekten mutluluk duyduğu anlaşılıyor.

Öykünün sonunda;

“Karşı evin önünde bi sarhoş bacaklarını açmış portakal kemiriyordu, beni görünce portakalı düşürdü yere, ardından bi nara atıp sırtını eve çarparak kalakaldı. İki kedi kaçıştılar. Küçük kızlar uyumuş olacaklardı. Başımın üstünde bi hışırtı duydum: boz bi kertenkeleyle göz göze geldik, döndü en üst katın camından içeri kaydı hızla. Hafiflemiştim”.

Anlatıcı öyküde, öykünün diğer kahramanını tuhaf bir yaratık olarak tanımlıyor, kertenkeleye benzetiyor, ancak bu paragraf, kendisinin yansıttığının aksine, korkunç bir görüntüye sahip olduğunu, asıl amacının, görüntüsünün karşısındakiler üzerindeki etkisini görmek istediğini düşündürüyor.

Easter adası: (Paskalya adası) Şili’de bir ada;

Malekula: Malezya’da bulunan Vanuatu ulusunun en büyük ikinci adası. Dansı ile meşhurdur.

Akşıngöz: Kıllarında ve gözlerinde, kimi kez de derisinde boya maddesi doğuştan bulunmadığı için her yanı ak olan (insan)

BÖLÜM II

Sait Faik için

Leyla Erbil, 1960 yılında basılan Hallaç adlı öykü kitabının II. Bölümünü Sait Faik Abasıyanık’a ithaf etmiş, fakat, Düşler Öyküsü dergisinin 4. Sayısında 4.5.1997 tarihinde yayımlanan röportajında “Keşke birinci bölümü de ona adasaymışım! Cahillik işte!” diyerek pişmanlığını dile getirmiştir.

Sait Faik’in 1950 yılında yayımlanan Mahalle Kahvesi eserinde de Hallaç adlı öyküsü vardır. Öyküde, anlatıcının vapur iskelesinde karşılaştığı yaşlı fakat hayatla ilgisini kesmemiş bir adamın hallaç olduğunu öğrenmesi, onunla sohbet ederek hayatıyla alakalı tahminlerde bulunması, o gün akşamüstü tekrar gördüğü ve konuştuğu sırada Hallaç’ın fenalaşıp ölmesi konu edilmiştir.

Daha çok öykü yazarı olarak tanınan Saik Faik, roman ve şiir türlerinde de edebiyatımıza eserler kazandırmıştır.

Öykülerinde kolay anlaşılır ve şiirsel bir dil kullanan Sait Faik, Modern Türk öykücülüğünün oluşmasına katkıda bulunan yazarların başında gelmektedir.

Leyla Erbil’in, kendisini öykü yazmaya yönlendiren Sait Faik’le, 11 Mayıs 1954 tarihindeki ölümüne kadar devam eden dostluğu, düşünce sistemi olarak öykü anlayışına yansımış ve son dönem varoluşçu öykülerinin etkisinde kalmıştır. Fakat Sait Faik’teki hümanizm yerini onda sosyalist görüşe bırakmıştır.

Leyla Erbil’in Hallaç adlı öykü kitabında denediği farklı tarz ve anlatı yenilik olarak güzeldir, fakat diğer kitaplarına oranla daha zor anlaşılmasına ve bazı öykülerinin anlaşılmamasına sebep olmuştur. Öykülerde karakter sayısının fazla olmadığı, anlatıcısının daha çok toplumdaki yerleri sorgulatılan kadınların olduğu, diyalogların çok az kullanıldığı, sert ve ironi bir dil kullanmıştır.

İkinci bölümdeki dört öyküsü bilinen öykü biçimlerine, mekân ve karakterler gerçeğe daha yakındır. Yoğun bir bilinç akışının söz konusu olduğu bu bölüm öykülerindeki karakterlerin iç dünyası, iç monolog bilinç akışıyla anlatılmıştır.

Bu bölüm öykülerinde karakterlerin toplumdaki konumlanışları, sevme güçsüzlüğü, ikiyüzlülük gibi konularla birlikte sistemin insan üzerindeki baskısı da incelenmiştir. Bu baskı “Diktatör” ve “Baltık” öykülerinde belirgin bir biçimde görülmektedir.

BALTIK

Leyla Erbil’in Hallaç adlı kitabının II. Kısmının ilk öyküsü olan Baltık adlı öykü III. Tekil şahıs tarafından Tanrı anlatıcı bakış açısıyla yazılmıştır.

Öykünün başındaki “CEZALARIN EN KÖTÜSÜ, EN ZARARLISI BAĞIŞLAMAKTIR” cümlesi ile; devletin gerçekleştirdiği ve savunduğu ideolojiye baş kaldırılınca cezanın olduğu, cezaevlerinin verilen cezanın infaz yeri olduğu, bu yerlerin var olabilmesi için cezanın olması gerektiği, bağışlama devreye girdiği zaman, şiddet ile yönetilen Baltık’taki ülkede en ağır cezaların verilemeyeceği, ceza verilemeyince akan tasasuları ile kentin aydınlatılamayacağı, kurgulanan üst kurmaca anlatımda verilir. Bu cümlenin bir bakıma öykünün özeti olduğunu düşünebiliriz.

Baltık adlı öyküde, cezaevinde geçen olaylar ile abisini ziyarete gelen, içeriye alınmayarak dışarıda bekletilen, abisinin hatırını sormak için getirdiği mektubu, bir saksı fesleğen çiçeği ve ihtiyaçlarını içeriye göndermek isteyen bir kızın; gardiyanlar tarafından bekletilmesi esnasında, yırtıcı hayvanlar için kullanılan tellerden iki kat kalın olan tellerle çevrili cezaevindekilere ve ziyaretçilere, çıkarları için özgürlükleri çiğneyen baş köpek ve ona bağlı köpekler tarafından yapılan şiddet ile şiddeti kanıksamış insanların ilişkisi anlatılıyor.

İnsanlar üzerindeki sistemin baskısı ve haksızlıkların son raddeye gelmesine rağmen, kimsenin sesini çıkaramadığı bozulmuş bir toplum ele alınıyor, insanların ikiyüzlülüğü inceleniyor.

Öyküde devlet yöneticilerine ve çalışanlarına eleştiri, fantastik bir dünya üzerinden kurmaca ortamında yapılıyor.

Ziyaretçilerin mahkûmlarla görüşmek üzere kuyrukta beklemeleri esnasında özgürlük alanı yasalarda var olmasına rağmen uygulanmayarak, çömelmeye bile izin verilmeyerek, en iri bir köpeğin getirilip saldırtıldığı, ifade özgürlüğünün olmadığı; yasalarda yer almadığı halde cezaevindeki yönetici sınıfının halk üzerinde baskıcı kurallar uyguladığı, modernite ile oluşan bir ulusun baskıyla devamı için “ulusal çıkarların bu şekilde olduğu”, “uygulamaların böyle yapıldığı” ileri sürülüyor.

Ziyarete gelen kız, daha önce hiç saçsız görmediği, tıraş edilmiş haliyle uzunlamasına birçok dilime ayrılmış, diklemesine duran bir topatan kavununu andıran kafasını görünce, abisine acıyor. Adam gülüyor “iyiyim, iyiyim” diyor. “Güldükçe dilimler birbirine yaklaşıyor ve aralarındaki oluklardan çok sular, önce ter olarak nokta nokta beliriyor sonra birleşerek tasasuyu halinde akmaya başlıyordu yerlere, tutukluların bulunduğu yerleri kanallarla bi göle bağlamışlar ve orada kentin ışığını sağlayan çokluktaki tasasularını biriktirmişlerdi. İşte oluklardan çok sular akıyordu. Kız hep, gülmese gülmese ah gülmese diyordu içinden”.

Cezaevi koşullarını gülerek onaylayan abinin saçlarının kazılarak başında yol olması, saçsız yerlerden çıkan terlerin birleşerek tasasuyu halinde akması, cezaevlerinde itiraz etmeyen mahkûmlardan kente giden tasasularının kenti aydınlattığı, cezaevlerinin kenti böyle bir aydınlatma faydası olduğu, zihinde var olan şeylerin ürettiği enerjinin olması gereken yere değil farklı yerlere, ideolojiye hizmet edenlere akıyor olduğu algılanabiliyor.

Dinlenme ve bekleme yerindeki çay, kahve içme yerini işleten Düşkün-Geçkin köpeğin tutukluların karılarından ve kızlarından düşürebildiklerini başka adamlara satarak kazancını çoğalttığı, buna karşılık baş köpeğe hediyeler göndererek çay evinin orada kalmasının ve gelirinin devamının sağlandığı anlatılarak, devletin üstünlüğünün devamı sağlandığı sürece; devlet yönetiminde görev alan kişilerin yaptıklarına göz yumulduğu gösteriliyor.

Cinsel ulumalar veren ağulu köpeklerin sipariş edildiği belirtilen öyküden cinselliğin de devlet denetimi ve gözetimi altında yaşandığı ve devletin müdahalesi olduğu anlaşılıyor.

Kızın abisinin, şiddetle yönetilen bu ülkenin kurallarını zamanla kabullendiği ve kanıksadığı, kız kardeşine yazdığı mektuplarda; gardiyanların gelen ziyaretçileri içeriye sokmadığını, görüştürmediğini bilmesine rağmen dışarıda durmalarını istiyor ve yanında kimsenin olup olmadığı sorusuyla kendine gelen ziyaretçileri sorgulayarak asıl sorundan uzaklaşıp, derdinin kimlerin gelip gelmediğini öğrenmek olduğu anlaşılıyor. Kız, içerideki mahkûmların kendilerini görmeye gelenlerin az veya çok olmasıyla ilgili bir yarışma olduğunu düşünüyor.

Abisine getirdiği, en sonunda içeri göndermeyi başardığı, 5000 yıldan beri yetiştirilen Çin’in Hunan bölgesinden çıktığı kanıtlanan fesleğen çiçeğinin sağlığa birçok faydası olduğu, bunlardan birinin de sağlıklı beyni destekleme yararının olduğudur. Fesleğenin ilginç tarihi ve onunla ilgili birçok inanışlar bulunmaktadır. İnsanlar şifa bulmak ve güçlenmek için büyülü güçlere sahip olduğunu düşünmüşler, Yunanlılar matemin sembolü olarak görmüşlerdir. (https//www habertürk.com)

Simgesel olarak baktığımızda, öyküde örneğin neden lale değil de fesleğen olduğu, fesleğenin ne olabileceği sorusunun cevabının, insanların sürekli geldiği yerde, kokusuyla birçok insana en çabuk şekilde ulaşabilmesiyle açılımı sağlayan sembol olduğu anlaşılıyor.

Leyla Erbil’in öyküde tasasuyu ve fesleğeni karşı karşıya getirmesi, onun 1960’lı yıllarda Avrupa’da kullanılan, ülkemizde yeni olan postmodern edebiyatın üst anlatımında, farklı sembollerle öykü kurmadaki becerisini gösteriyor.

Öykünün sonundaki paragrafta, kurmacanın bir üst anlatım olduğu, Baltık öyküsünü yazan öykücü ve bütün olayları anlatan dış anlatıcı ile iç içe geçmiş iki hikâye anlatılıyor. Fantastik dünyada geçen olayların kurmaca ile gerçekliğinin birbirinden ayrıt edilemeyecek şekilde karıştığı görülüyor.

DİKTATÖR

Öykü Tanrı anlatıcı bakışıyla yazılmıştır, birden fazla bakış açısı bulunmaktadır. Karakterler iç monolog ve diyalog yoluyla konuşturulmuştur.

Diktatör öyküsünde ilişkileri tahakküm ve katı kurallar üzerine kurulmuş; aralarında sevgi, saygı ve samimiyetin olmadığı bir ailenin günlük hayatları anlatılıyor. Ailenin bireyleri arasında sevgi, dayanışma, hoşgörü ve bağlılık yerine yabancılaşma görülüyor.

Öyküde evde yaşayan anne Zilşan, baba Hıdır ve iki kızları arasında, kurallara dayalı aile içi düzen ve iş bölümü, şiddete dayalı olarak oluşturuluyor. Mutlu kişiler olarak yaşayabilmeleri için her işin bir düzene bağlı olduğu, baba tarafından ifade ediliyor.

Leyla Erbil’in Baltık adlı öyküsünde, Devlet eliyle yapılan şiddeti, bu öyküde toplumun en alt yapısı olan ve sistemin baskısına karşı yenilgisi işlenen ailede görüyoruz.

Anlatıda evlerine gelen ve bir gece misafir olarak kalan Hıdır’ın arkadaşı Hüsrev’in bakış açısıyla ailenin tuhaf ilişkisi açığa çıkarılıyor.

Hıdır, ailesi için yasaların gerektiğine inanıyor, evdeki iş bölümüne göre, eşinin görevinin radyoyu açmak olduğu, başka hiç kimsenin radyoya dokunamayacağını belirtiyor.

Evdeki düzenin en büyük sağlayıcısı kızların oyun saati olduğu için Hıdır, Hüsrev ile eve geldiğinde, kızların oyun saatlerini geçirdiğini fark ederek telaşlanıyor, Hıdır telaşın sebebini anlayamayan Hüsrev’e çocukların oyun saatini geçirdikleri taktirde cezalandırılacaklarını, hatta bu cezanın ölüm olacağını anlatıyor.

Kızlar şiddet üzerine kurdukları oyunları sırasında birbirleriyle kıyasıya dövüşüyorlar:

“Büyüğü küçüğünü yüzüstü yatırmış belinde tepiniyordu, bi eliyle saçlarını kavramıştı kızın, boynu kopasıya arkaya bükülmüştü küçüğün, gözler yuvalarından dışarıya uğramıştı. Bakıldıklarını sezinleyince büyük kendisini kaldırıp kaldırıp atmaya başladı küçüğün beli üzerine. Her kezinde küçüğün boğazı, “hınk, hınk, hınk!” diye uğulduyordu. Dayanamadı Hüsrev, başını çevirdi. Babaları gururla baktı kızlarına, “Nasıl akıllılar!” dedi.” Hüsrev’e kızların bu halleri ne kadar garip gelse de Hıdır bu durumu o kadar normal görüyor.

Zilşan’ın bu durumdan sorumluluğu bulunmadığı, çünkü yasaları çıkarmakta yerinin olmadığını ifade etmesinden, şiddeti desteklemediği anlaşılıyor.

Hüsrev, Hıdır’ın çocukluk günlerini hatırlayarak, dayak yiyerek şiddet gördüğü üvey annesi ile arasında yaşananları düşünüyor. Buradan Hıdır’ın sağlıklı bir çocukluk geçirmediği anlaşılıyor.

Kendisi mutsuz bir çocukluk dönemi geçirdiği için kızlarını mutlu kişiler olarak yetiştirmek isteyen ancak sevgiyi öğrenemeyen Hıdır, kızlarının mutluluğunu şiddetle kurarak, onların hastalıklı bireyler olarak yetişmesine sebep oluyor. Kızlar annelerinin, tüm saatleri kaldıracağı için ellerindeki gücün alınacağını düşünerek, babalarının yerini almasını istemiyorlar.

Öykünün sonuna yine şiddet olayı karışarak, Hıdır’ın karısından terlikle yediği dayaktan, bozuk bir psikolojide cinsellik düşündürecek inlemelerini; kızların sabaha kadar süren kendi aralarındaki mırıltılı konuşmalarına karışan seslerini, Hüsrev başına çektiği yorganın altından duyuyor.

Erbil’in bir röportajında söylediği şu sözler Hıdır’ın ihtiyaç duyduğu sevgiyi anımsatıyor. “Yaralı doğar bütün insanlar, anlaşılmak, sevilmek sevecenlik dilenir ömrünce.”

İNCİK BONCUK

Öykü birinci tekil anlatıcı diliyle anlatılmış, karakterler iç monolog ve diyalog yoluyla konuşturulmuştur.

Öyküde kadın anlatıcı, bir tren yolculuğunda karşılaştığı, daha önce tanımadığı, kişiliğini dişiliği üzerine kuran kadınla aralarında geçenleri; özel bir olay yaşanmadığını düşünmesine rağmen yazmak istiyor ve daha sonra aktarıyor.

Anlatıcı öyküde, tanımadığı kadının nereye gittiğini sorarak onunla başlattığı sohbette, soruyu duymazdan gelmeyi düşünse de bu yolculuğun bitmesine üç dört saat daha olduğunu, tek başına sıkılacağını düşünerek cevap veriyor. Kadın iki yıllık evli olduğunu, kocasıyla nasıl evlendiğini, evlenmeden önce kocasını randevuya kırk yedi dakika geç geldiği için aldattığını, kocasının kırk dokuz numara ayakkabı giydiğini anlatıyor, evliliği ve imalı şekilde cinsel hayatı hakkında bilgi veriyor ve dişiliğini ön plana çıkaran hareketler yaparak, sanki karşısında bir erkek varmış gibi davranıyor. Kadın öykücü bu durumu yadırgıyor, tanımadığı birine karşı bu kadar rahat konuşan kadını garip buluyor. İki kadın, kocaları evlilikleri ve hayatları ile ilgili konularda konuşuyorlar.

Anlatıcının kocasının ona hediye ettiği kolyeyi çok beğenen kadın, böyle bir kolyeye sahip olmayı çok istediğini söyleyince, kolyesini çıkarıp ona veriyor. Kocası ile onları ziyaret etmek istediğini söyleyen kadın, anlatıcının adresini alıyor.

Bir gece kadın ve kocası haber vermeden anlatıcıya misafirliğe geliyorlar. Bu ziyaretten hoşlanmayan anlatıcı, kadının daha önce tenkit ettiği kocasına sürekli “kocacığım” diye hitap edip şehvetle davranmasını yadırgıyor, adamın kaba davranışlarından hoşlanmıyor ve kadın kocasına sokuldukça ondan tiksiniyor.

Anlatıcı, misafir çiftin piyano çalma isteğini kocası geri çevirince, onu hoş görmelerini istiyor ve kendisi onlar için şarkı söylüyor. Kocasının, onun şarkı söylemesini ve kadına verdiği kolyeden dolayı kızacağını düşünüyor ama onlardan hoşlanan kocası bu konuda bir şey söylemiyor.

Leyla Erbil’in ikili konuşmalarda daha çok cinsellikle ilgili en mahrem konuların söz edildiği bu öyküsünde, evliliğinde erkeğin tutkusunun nesnesi olmayı kabullenen ve bunu başarı olarak gören kadınlar eleştiriliyor.

İncik Boncuk öyküsüyle biten öykü incelemesi sonunda, Leyla Erbil öykücülüğüne genel bir bakışla bakıldığında; varoluşçuluktan ve psikanalizm sanat akımlarından etkilenerek, tekniği ve kurgusu bakımından klasik anlatım tarzından farklı anlatımla yazdığı öykülerinde; bireyin varoluşu, psikolojisi ve bireyleşme sancılarının anlatıldığı görülüyor.

Nebahat Alptekin

Kaynakça:

-Leyla Erbil Hallaç Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 2012

Seda_Saygılı_Tez.pdf (nevsehir.edu.tr)

Özgürlüğün Uç Noktalarında Bir Hallaç | Yusuf Turhallı (mavimelek.com)

Leyla Erbil öykücülüğü üzerine (gzt.com)