Kumarhanenin sabahları sakin ve uyuşuk olur. Ancak, her ayın ilk Pazar sabahında gecelerin hırs, macera, meydan okuma ve mücadelesi ortalığı sarar. Çünkü o gün şeytanın mümessilleri için yeşil kadifeli kare masanın itibarı, her şeyden daha önemlidir. Bizim ortamları anlatmaya gerek yok. Bilirsiniz ki şantaj, baskı, hırsızlık, hile ve cinayet itibar için en büyük hizmettir.
Görevimin başındayım. Mekânın Tanrı bakışına en hâkim noktasında, devasa camın arkasında. Tüm bilişim sistemi güvenliği benden sorulur. Makinalar, bilgisayarlar, ekranlar, kameralar, masalar… Saçları sıfır numara traşlı mesai arkadaşlarımla sık sık monitörlerde göz göze gelirim. Kadınlı erkekli oldukça kalabalığız. Cinsiyetlerimizi ayıran tek şey, biz kadınların taktığı holding şapkalarımız. Öyle gördüğünüz her saçsızı kel sanmayın. Bizimkiler hiçbir konuda dişe dokunur bir şey bilmezler. Kendi aralarında ahkâm kesmekten bile acizdirler. Özellikle seçilirler. Bir uşakta olması gereken sessiz adımlara, cetvel yutmuş duruşa, sükûti bir ağıza sahiptirler. Bitkin düşene kadar çalışırlar. Çoğunlukla burada sandalyelerde ya da evlerine dönerken servis araçlarında uyuyakalırlar. Bir ayrıntıyı göz ucuyla görmeyi bırakın, hiç görmemeyi yeğlerken, hasbelkader gördükleri zaman da görmezden gelmeyi çok iyi becerirler. Her yeri işgal eden alın terleri yorgunluk yüklü, duvarları işgal eden gölgeleri bulanık bir keder, solukları derin bir iç çekiştir. Yan yana, art arta, kimi zaman ise birbirlerinden çok uzakta, gürültülerin arasında, spotların, sigara dumanının, alkol kadehlerinin ve tiksindirici kalabalığın içinde; kişiliklerinin bakir ve bakire kokuları çoğu zaman bana kadar gelir. Nitekim zaman çok hızlı cereyan eder bizim kumarhanede.
Sabah dediğime bakmayın. Işıkları kapattığımızda mekânın her bir köşesi zifiri karanlık olur. Ortada bulunan masayı bir sahne gibi aydınlatırız. Bazen fazla ışık göz bile kamaştırır. Öyle ki ışık tutar, göremezsiniz. Benim masayla ilişkim ise şöyle: Sistem masasının üzerindeki kırmızı düğmeye bastığım an, mekanizmalar hareket eder, her oyuncunun önüne bir isteka çıkar. Siyah tuşa bastığımda ortada daire şeklinde yükselen bölümde zarlar var. Sarıyla, istekaların ön sağ tarafında dikdörtgen ufak bir geçit açılır ve karışmış 106 adet taş, beşer beşer dizili olarak yerleşir. Bir de fazla olan altıncı taş elbette. Mavi butonla zarları çalkalarım. Sonrasında kontrol artık oyuncularda olur. Her oyuncunun önünde bir tuş var. Ona sırayla basarak ilk başlayacak kişiyi ve okey taşını belirliyorlar. En yüksek zarı atan başlar. Okey taşı belirlenir ve oyun. Kontrol odasındaki tuşların renkleri için taşların renklerinden ilham aldık. Puanlamaya gelince, her biri kendi listesini cep telefonundan tutar. Bilmiyorsanız söyleyeyim kâğıt, kalem okey masalarından kalkalı çok oldu.
Farkındayım. Masanın karmaşık bir yapısı var. Biraz daha sabrederseniz başlamak için işaret verilecek. Onlar işaret verene kadar ben de size uzman oyuncularımızdan bahsedebilirim. Ortalığı saran hummalı simit kokusunu alınca pervasız varsayımlarda bulunmamıza gerek kalmaz. Biliriz ki Ruh Cerrahı artık mekândadır. Geceden yorgun, zavallı, yeteneksiz ve düşünceleri çalınmış keller, Kelaynaklar gibi etrafına üşüşür. Benim açımdan kumarhane kokusunun nimet kokusuna yenilmesi ise paha biçilmezdir. Poşetten birer birer çıkardığı simitleri, elleriyle dağıtırken ayin yapar gibi huzurludur. Kolalanmamış, beyaz keten ve bol gömlek pantolon takımı, ak saçlarıyla duru bir görüntü sunar bize. Dik yakalı gömleğin düğmeleri boğazına kadar iliklidir. Ancak bilirim ki görüntüsü sahte, ruhu karışık biridir. Taşlarının elmas olduğuna yemin edebileceğim irice Amerikan saatini, kolundan asla çıkarmaz.
Koruma kalkanı arasında gelen Külçe’ye, kimseler yanaşamıyor. Alnı, kaşlarına kadar siyah saçlarıyla kapalıdır. Kuvvetle muhtemel basuru var. İtalyan takım elbisesiyle çalkantılı yürüyüşünden bellidir. Otururken yüzünde beliren acı, basur tezimi doğrular nitelikte. Elinin tersiyle verdiği işaretle korumalar dışarı komutunu almış olur. Hançer bakışlarıyla etrafı süzerken, deri koltuğa bir daha hiç kalkmayacakmışçasına kıçını yerleştirir. Altın kalemini eline alır, çevirir durur.
Kurşun menzilinden geçip gelmiş gibi görünen, yaka bağır açık Tetik’in, gelmesiyle masa ufak ufak oyun için ısınmaya başlar. Selamını, masaya sertçe indirdiği 45 kalibrelik tabancasıyla verir. Gece gündüz tetikte, eli sürekli silahındadır. Sezgileri olağanüstüdür.
Devriye’yi, arkasındaki sis perdesiyle nerede görsem tanırım. Kemerine taktığı üçlü kelepçenin nedenini hep merak etmişimdir. Böylesini ondan başkasında görmedim. Eğik omurgası skolyoz olduğu için mi yoksa mahrem işlerin yükünden mi bilinmez.
Yine selamlaşmadılar. Ancak, Allah biliyor ya dördü de okey masasında on numara oyuncudur. Ceketler çıkarılıyor, kollar dirseklere kadar sıyrılıyor. Keller, zifiri karanlık köşelere çekilip gözden kayboluyor. Sığıntı bedenleriyle, karanlığın muhafızı gibiler. Zihinlerinin moloz yığınlarına dönüştüğünü her gördüğümde, o karanlıklara kurşun sıkmak istediğimi itiraf etmeliyim. Basıyorum, bastım! Hayır, tetiğe değil. Butona bastım. Kırmızı, Siyah, Sarı, Mavi… Sağdan sola döngüsünde devam eden oyunda; çekilen taşlar, istekaya yerleştirilmeye başlanıyor. Elinde okey tutmalar, tek taşa kalmalar, çift gitmeler, kimden ne koparabileceğini hesap etmeler. Büyük oyun döndükçe dönüyor. Dakikalar, saatler anlamını kaybediyor. Sesler, kelimeler, mimikler, yüzler kayboluyor. Hesap etmeler, taktikler, mantık, olasılık ve şans feryat feryat, masanın üzerinde fink atıyor.
Bu arada belirtmeliyim; ben kel değilim. Ense ve kulak üstü tıraşımı biraz yukarıya taşırır, farekuyruğundan hallice kalan uzun saçlarımı tepe de toplar, şapkamı takarım. Bunu yapmaya başlayalı çok uzun zaman olmadı. Size garip gelecek olabilir ama bir sabah ansızın irkilerek uyandım, başımı karyolaya çarptım. Kafatasımın kanayan yarası geçene kadar, orayı hiç tıraş etmedim. Ele avuca sığmayan onlarca çocuk merakı, uzayan her bir telle birlikte çoğaldı, çoğaldıkça engel tanımaz sesler, sessiz sedasız etrafımda gezinmeye başladı.
Masaya dönersek, oyun baya ilerlemiş. Etrafa yayılan tiz, tantanalı ve çıldırtan huzursuzluğu, çıplak kulakları yine duymuyor. Salyaları nasıl da akıyor. Silmek için hamle yapmaya fırsat bulamıyorlar. Belki de silmek istemiyorlar. Salyaları dişlerinin arasından masaya sünüyor. Pavlov’un köpekleri geliyor aklıma. “Dışarda devrim oluyor, duymadınız mı?” desem “Dışarıda olan şeyler bizi ilgilendirmez, biz işimize bakalım!” diyeceklerine inanıyorum. Şartlandırıldıkları şey her neyse oyunun bitmesi için onu bekliyorlar adeta. Belki bir zil sesi, belki de bir tank.
Yabana atılacak tek bir hamle olmamalı. Çekilen her taş, istekada yer bulmalı. Tam bir Yahudi mantığı. Sarf ettiğim cümle yanlış anlaşılmasın. Sonuçta okeyi ünlü yapan Filistin’de yaşamış, Romanyalı bir Yahudi. Sandalyeme iyice gömülüyorum. Odada tek olmamın verdiği güvenle şapkamı çıkarıp, saç diplerimi kaşıyorum. Tutam tutam, bukle bukle parmaklarıma sarıyorum. Aniden fısıltı cambazları tekrar ortaya çıkıyor. Işık hızıyla geçen düşünceyi durduramıyorum. “Taşların karışmadan dağıtılmasını sağlayabilirim.” Göğsüme aniden vuran yanma hissi ya da kitlendiğini hissettiğim çenem neden beni bu düşünceden uzaklaştıramıyor? O masada ne döndüğünü bilmiyorum ama şu an istediğim tek şey oyunun seyrini değiştirebilmek. Tıpkı bir casus gibi. Hatta kameraları çalıştırırsam ellerini de izleyebilirim. Nerdeyse gülünç olan bu düşünler, yakamı bırakmıyor.
Onuncu oyun bitiyor bu arada. Tuttuğum hesaba göre Külçe önde olmalı. Nedensizce onun kazanmasını istemiyorum. Daha doğrusu; bu kez o masadan bir kazanan çıkmasın istiyorum. Şimdi basarsam, Külçe’nin talihini öldürebilirim. Evet, bunu yapabilirim! Bu vazgeçilmez istek, bağımlıları altın vuruşa götüren şeyle aynı bence. Soluğumun kesilmekle, hızlanmak arasındaki kararsızlığı, gözlerimin büyümekle kapanmak arasındaki duraksaması ve elimin sarı düğmeye dokunmakla dokunmamak arasındaki tereddüdü ne kadar uzun olabilirse o kadar uzun sürüyor. “Bastım!” Basar basmaz hissettiğim şey: Korku! Nasıl bir oyuna karıştığımı bilmeden, geriye dönüş olmadığını bilerek korkuyorum. Yapayalnızım ve o masadakilere karşı tıka basa nefret doluyum. Şu an içimden hortlak gibi geçen kırmızı ruj sürme isteğine ne demeli? Kel olmayı hiç bu kadar istememiştim.
Taşlar dağıtılıyor, diziliyor, yeni oyun başlıyor. Taşların yerleşirken oluşturduğu ses uyumunu duyma olasılığım ne kadar zayıf olsa da hayal edebiliyorum. Monitöre iyice yapışıyorum. Tetik’in eli nerdeyse dizili. Okey kırmızı 12, elbette hemen ters çeviriyor. Bu elin sonunda kazanan o olacak, hissediyorum. Şimdiden istekaya zafer dolu bakıyor. Umarım okeye gitmez. Eksik tek taşı kırmızı 9… İkinci turu boş dönüyor. Üçüncü turdalar. Külçe, Ruh Cerrahı’nın attığı siyah 7’yi alıyor. Atacağı taşın kırmızı 9 olma ihtimaline dua ederken buluyorum kendimi. Bu defa olmuyor. Peş peşe atılan her renk ve her sayıyla yerimde duramıyorum. Avucunda tuttuğu taşı Tetik’in önüne bırakıyor. “Ahh! Kırmızı 6! Hay aksi!” Oyun ağırlaşıyor sanki. Bu tempoya daha ne kadar dayanırım bilmiyorum. Dördüncü tur da boş geçti. Yeni döngüde Tetik ortadan taş çekiyor. Siyah on üç. “Öff, uğursuz şey!” Ruh Cerrahı, Devriye, Külçe ve… “Hadisene, bırak artık elindekini, bırak! Kırmızı 9! Size söylemiştim, söylemiştim!” Tetik’in kesin kazancı, diğerlerinin mutlak kaybı oluyor. Tekrar taşlar ortadaki yuvarlağın kenarından masa altındaki hazneye atılıyor. Bu kez dağıtım yapılırken müdahale etmesem iyi olur. Karışmasını bekliyorum. Her oyuna dâhil olmam demek, fark edilmem demek. Kesin olan bir şey var. Artık bu masada bir hiyerarşi var ve görünmeyen oyuncu olarak ben en üstteyim. Belki sizin için bu çok saçma ve anlamsız. Yine de içime oyunbozan çocukluğumun mutluluğu üşüşüyor. Kendimi alamıyorum. İki oyunu onlara bırakıyor, üçüncü oyuna el atıyorum. Bu saçmalığı nerede sonlandırırım bilmiyorum. Artık titremiyorum. Fikrimde bir düzen olmaya başlıyor.
On sekizinci oyuna geldik. “Daha çok müdahil olmalıyım. İyi de nasıl? Düşün, düşün! Dilim damağıma yapıştı! Su, su içmeliyim! 106 taşın beşini oyuna sürmesem? Yapabilirim!” Olasılıkları kafamda evirip çeviriyorum. Baksanıza epeyce yoruldular. Fark etmelerine imkân yok. “Vadediş fahişelerinin her biri, bir yana savrulmalı!” Buton… Eksik taşlarla başlayan son oyunla yerimde oturamıyorum. “Otur seni salak, otur!” Yenilmişliğimle sandalyeme gömülüyorum. “Sessiz sedasız ortadan kaybolmalıyım. Yo, yo hayır!” Bir yaşlanıp bir gençleşiyorum sanki. Dahası cesaretimin karanlık kuyularına düşüyorum.
Devriye, son beş eldir çifte gidiyor. “Ya hep ya hiç felsefesiyle risk severim.” diyor. Son taktikler, hesap etmeler, mantık yürütmeler ve şanslarına güvenmeler. Üçlü, dörtlü perler yapıp okeyi beklerken asıl okeye ben dönüyorum. “Dudağım mı seğiriyor? İşte ben buna kötü şans habercisi derim.” Lafı fazla uzatmayayım. Sayılar renklere karışıyor. Masaya düşen taşlar artıyor, ortadaki taşlar azaldıkça azalıyor. Çekilen taşlar istekada yer bulamıyor. Aranan okeyler bulunamıyor. Suskunluklarını kaydediyorum. Hesaplarıma göre puanlama da hepsi eşit durumda. Bu nasıl olur demeyin? Masada olasılık ve şans benden yana. Her şey onlardan ibaret değil. Ortaya sürülen son on taş. On, dokuz, sekiz, …üç, iki ve bir…
Neden hepsi bana bakıyor? “Eyvah şapkam!” Spotların altında parlayan Amerikan saati, altın kalem, kırk beşlik ve kelepçe gözlerimi alıyor. Işıkların tamamı birden yanıyor. Keller, aydınlığı yutan halleriyle ortaya çıkıyorlar. Sistem iyiden iyiye arızaya geçiyor.
Özlem Budak