Eylül ayı sonlarıydı. Balıkesir’in Sındırgı ilçesindeki Koca Konak’ta sevinçli bir telaş vardı. Kafkas Çerkezlerinden Bozkurt’ların yaşadığı konakta yer masaları kurulmuş, etrafına minderler atılmış, mutfakta tarhanalar pişer olmuştu. Köye henüz elektrik gelmediğinden, her yerde bolca kullanılan mum ışıkları etrafa büyülü bir gizem veriyor, yerlere ve sedirlerin üzerine atılmış köy kızlarının göz nuru, el emeği dokudukları Yağcıbedir halıları, bu büyülü havayı sıcak ve samimi bir hale sokuyordu. Aile büyükleri alt kattaki büyük odada sedirlere kurulmuş, bir yandan kahvelerini içerken, bir yandan da elde sardıkları cigaralarını tüttürüyorlardı. Kadınlarsa altlarına mavili pembeli, sarılı yeşilli alacalı çiçekli bol şalvarları çekmişler, saçlarının üzerine uçları renkli oyalı beyaz yaşmaklarını takmışlar, neşe ile bir yandan şarkı söylüyor, bir yandan da gelecek misafirleri için yemek hazırlıyorlardı.

Eski bir hükümet konağı olan eve, akşamları köylü kızların oturup sohbet ettiği, aslında at binmek için yapılmış “büyük taş”ın bulunduğu köşeden girilirdi. Konak ahşaptan, iki katlı kare bir yapıya sahipti, ortadaki büyük avluya bakan kısımda, arkaya açılan bölüm hayvanlar için ayrılmıştı. Ön bölümse bütün ailenin ortak kullanım alanıydı. Orada maaile yenir, oturulur sohbet edilirdi. Üst kata tahta merdivenlerden çıkılır, bütün avluyu saran geniş balkondan el işi oyma kapıların süslediği, hem avluya hem de dışarıya bakan tavanı süslemeli odalara girilirdi. Bu odalarda Bozkurt ailesinin büyükleri ile çocukları ve aileleri hep birlikte yaşarlardı.

Bugün de misafirleri için alt kattaki büyük salon hazırlanmış, kadınlar birlikte iş yaparken, erkekler de sohbete dalmışlardı. Odanın köşesindeki kuzine yakılmış, üstüne çaydanlıklar konmuştu bile. Yemek esnasında sıcak sıcak yenmek üzere hazırlanan börekler de kuzinenin içine konmak için sedirin üstünde, üzeri beyaz örtülere sarılmış vaziyette hazır bekliyordu.

Derken dışarıdan korna sesleri duyuldu, herkes ayaklarında tahta takunyalar, kalın naylondan renkli lastiklerle tıkır mıkır koşturarak avluya doluştular. Konağın köşesindeki büyük taşın oradan Müştak Amca’nın yeşil Cadillak arabası görünmüştü bile. Cevat amca da mavi Mercedes’iyle arkadan geliyordu kornasını öttüre öttüre. Geldiler, geldiler diye koşuşturdu çocuklar. Karabaş da havlayıp duruyor, arabanın etrafında fır dönüyordu. Arabanın etrafına doluştular, şoför mahallinden inen Müştak amca Evvet, hadi bakalım, son durak, herkes aşağıya diyerek arka koltuğun kapısı açtı.

İstanbul’da yaşayan yeğenleriydi gelen. Aslında yeğen demek haksızlık olurdu kara kıza. Kara kız, yani Müberra, konağın sahibi Mehmet dayı ile Ahmet dayının kız kardeşi Melek’in en büyük kızıydı. Kardeşi Melek, tren şefi Saadetin efendi ile evlenince köyden Bandırma’ya gelin gitmiş, arada sırada görüşür olmuşlardı ama kızı yok mu o kızı ki karabiber derlerdi ona, nerdeyse daha okul bitmeden köye kaçar, yaz boyunca dayısıyla birlikte dere tepe, o bağ senin, bu dağ benim gezer dururdu. Güneşte durmaktan öyle kararmıştı ki, köylüler ona karabiber adını takmışlardı. Tütün kırmayı, üzüm pekmezi yapmayı, susam toplamayı, saban sürmeyi çok severdi. Ağaç tepelerinde inmezdi inmesine de, sonunda konağın arka kısmında kök salmış asırlık dillere destan kara duttan düşmüş, aylarca kıpırdamadan yatmıştı. Köyde yaşamayı çok severdi ama sonunda o da okumak için, hem ailesini hem de çok sevdiği köyü bırakıp İstanbul’a gidince uzun yıllar olmuştu görüşmeyeli.

Mehmet dayı yakışıklı bir Çerkez erkeğiydi. Uzun boyluydu. Gıcır gıcır uzun siyah çizmelerinin içindeki siyah poturu, eflatun gömleğinin üzerine giydiği siyah yeleği, cebinden sarkan köstekli saati, beline bağladığı kalın kuşağı ile atına bir atladı mı, ondan daha görkemli birini görmediğini düşünür, hele hele yan yatırdığı kasketinin altından görünen yosun yeşili gözleri yok muydu, dayısına tapardı kara kız. Yengesi Alime ise dayısının tam aksine kısacık boyuyla akça pakça, tontiş bir kadındı. Ama öylesine boncuk gibi masmavi gözleri vardı ki, aradaki boy farkı yok oluverirdi birden, hele bir de konuşmaya bi başlasın. Tatlı diliyle yılanı deliğinden çıkarır derler ya işte bu söz tam da yengeye göreydi. Bir o yana, bir bu yana sallanarak koşarken sesinde kahkaha, gözlerinde yaş durmadan konuşurdu.

Bugün onlar için bir bayram günüydü sanki… Nihayet çok sevdikleri yeğenleri ve onun çocukları ziyaretlerine geliyordu. Çocukların ilk gelişi olacaktı buralara. Bakalım köy hayatını nasıl karşılayacaklardı? Çocuklar, yeni geldikleri yerden dolayı biraz meraklı, biraz tedirgin, yolculuktan dolayı biraz yorgun, havlayan köpekten biraz korkarak arabadan yere atladılar. Anneleri, çocuklar işte size bahsettiğim akrabalarım, burası benim köyüm diyerek, yüzünde özlem dolu bir gülümsemeyle indi. O kara kız gitmiş, uzun boylu, siyah alagarson saçlı, Olgunlaşma Enstitüsünde okumuş, birçok başarıya imza atmış genç bir kadın indi aşağıya. Çok şıktı, köylü kadınların allı güllü, dallı budaklı şalvarlarının yanında, onun siyah uzun belli pantalonu ve beyaz güpür dantel gömleği bayağı bir tezat oluşturuyordu. Yanında birbirinden şeker, biraz sessiz, biraz yolculuğun verdiği rehavetten yorgun ama bir o kadar da etraflarına merakla bakan, aynı yaşlarda biri kız, biri erkek çocukla gülerek dayısı ile yengesine doğru yürüdü. Sevinç çığlıklarıyla herkes birbirlerine sarıldı.

Ne olmuşsun sen gı!

İnşallah gı lafına alışmam bir daha, çok zor olmuştu gı lafını bırakabilmek diye gülümsedi

Afet gibi maşallah değil mi ağam, aman aman evlenmiş de, çocukları olmuş da hele hele şu sabiler, bak sen, bak sen dayısı ne güzel bunlar öyle.

Yenge hiç susmadan konuşuyor, sesi bir çıngırak gibi kulaklarında çınlıyordu çocukların. Sundurmanın altından geçilerek naylon kaplı girişte ayakkabılar çıkarıldı ve misafirlerin ayağına çedikler geçirildi. Gülüşerek oturma odasına geçildi. Çocuklar yerdeki masayı görünce bu da ne böyle der gibi garip garip annelerine baktılar. Yenge tam o sırada çocuklara seslendi gelin bakayım yavrularım buraya, size üstünüze göre bir şeyler vereyim deyip onları yan odaya götürdü ve Ayşen’e mor renkli bir şalvar, üzerine beyaz renkli basma bir gömlek ve yeşil minik çiçekli bir yelek ile rengârenk bir yemeni, Alper’e de kahverengi çizgili bir pijama ve yakasız düz renk bir gömlek verdi. Ayşen on bir yaşında sarışın, Alper’se ondan bir yaş küçük ve esmerdi. Kıyafetlerin hepsi elbet biraz büyüktü, çünkü evin çocukları liseye gidiyorlardı, o yüzden kemerle daraltıp üstlerine göre yaptılar. Ayşen kendini tanıyamaz olmuştu ama çok da sevmişti yeni halini. Alper’se garipsemişti. Ben de yelek isterim diye tutturmuştu. Böyle çan çan konuşa konuşa odaya girdiklerinde bir kahkahadır kopmuş, ardından alkış sesleri ve gülüşmeler gelmişti. Tam sedirlere oturulacaktı ki Alime yengenin uyarısıyla hemen sofraya geçildi. Yemek beklemez yavrularım, hadi sofraya. Sonra bu yavrularım lafı devam etti durdu bir müddet. Yok, sofrada ekmek bırakılmaz, yok yemezseniz arkanızdan ağlar, yok yere kırıntı düşürülmez, yok öyle höpürdeterek ayran içilmez. Öyle komik söylüyordu ki bunları, hele arkanızdan ağlar bak lafına çok gülmüşlerdi.

Çocuklar ilk defa oturdukları yer sofrasından her rahatsız hem heyecanlı etraflarını ilgiyle izler ve dinlerken, annelerinin hiç görmedikleri kadar canlı, neşeli ve mutlu olduğunu görmek onları da rahatlatıyor, çekingenlikleri gittikçe azalıyordu. Yere özenle serilmiş beyaz örtülerin üzerindeki tahta yer masalarında, tahta kaşıklarla tarhanalar içildi, tereyağında yapılmış sahanda yumurtalar yendi, avludaki toprak fırında yapılmış köy ekmeklerinin içine bol tereyağı sürüldü, üzerine tuzlar ekildi, domates, salatalık, biber katıldı, yanında sıcacık çaylar içildi, bol yeşilbiber, domates ve patlıcanla yapılan bulgur pilavları kaşıklandı, köpüklü ayranlar içildi. Evin kızları Belkıs, Nabiye ve Fatma bir çırpıda yerdeki sofrayı toplayıp, küçük saman süpürgesiyle bir çırpıda yerleri süpürmüş, örtüler kaldırılmış, sedirlerin üzerine oturulmuştu bile.

Kafkas kökenli Çerkez’di annesinin sülalesi. Anneanne Ibığ, dede Şapsığ. Büyük göçte Balıkesir’e gelince, ataları o zamanlar Hükümet Konağı olan bu yeri satın almışlar ve ailecek bu eve yerleşmişlerdi. Onlar hep birlikte olmayı severlerdi. Kadınlar erkekler birlikte oturur, sohbet ederdi. Kadınların da erkekler kadar hakları vardı. Böyle hep birlikte olmak, kadınların, kızların, çocukların da konuşmalarına izin verilmesi, bol kahkahalar atılması çocukların ilgisini çekmişti. Şehirde bürokrat bir ailenin çocuğu olarak onlar da bu şekil yaşarlardı ama köyde farklı olduğunu zannediyorlardı. Hatta burada insanlar, özellikle kadınlar kızlar daha rahattılar sanki. Mesela şehirde çocuklar izin almadan konuşamazlar, yüksek sesle gülemezlerdi. Oysa burada her şey serbestti. Onların da fikirleri soruluyor ve de dikkatle dinleniyordu. Bir müddet sonra iyice rahatlamışlar, evin diğer çocuklarıyla birlikte yukardaki odaya oynamaya çıkmışlardı bile.

Yukarıya tahta merdivenlerden çıkılıyordu. Etraf karanlıktı, holde ışık yoktu, ellerindeki tek ışık yeğenleri Hasan’ın elindeki fenerdi. Birbirlerinin elinden tuttular, hem düşmekten hem de karanlıktan korkarak üst kata çıktılar. Onlar çıktıkça tahta merdiven gıcırdıyor, ürpertici bir hava çocukları gülmekle korkmak arasında bir haletiruhiyeye sokuyordu. Üst katta hiç ışık yoktu, elbette evin dışında da. Öyle şehirdeki gibi sokak lambaları yoktu buralarda. Hasan kapının girişindeki sehpanın üzerinden aldığı mumluğu yere koyup yaktı, çocuklar da etrafına oturdu.

Ne yapacaklarını bilemiyorlardı, bir ara saklambaç oynayalım dediler, bu fikir hoşlarına gitmedi değil ama odanın dışına çıkamıyorlardı karanlıktan. Odanın içi bile aslında onları ürkütmüyor değildi. Neyse ki odada çok yer vardı saklanacak. Hükümet konağı olarak yapıldığından mıdır nedir, odaların tavanları çok yüksek, camlarıysa hem yüksek hem de çok genişti, kalın perdelerle örtülü pencerelerin içine üç dört çocuk rahatlıkla sığıyordu. Açıkta kalan çocuklar da odadaki yüklüğün içine girmiş, üst üste dizilmiş ve mis gibi sabun kokan yorganların üstüne yatmıştı. Herkes soluğunu tutarak sessizce bekliyorlardı, neyi bekliyorlarsa? Derken kıkırdamalar duyuldu, ardından kahkahalar atarak salonun ortasına fırlayıp kendilerini yerlere atarak tepindiler. Çocuktular, her şey onları güldürüyordu işte.

Derken kapı büyük bir gıcırtıyla açılmış, korkudan biraz gerilmişlerdi. Mum ışığının arkasında beyaz yaşmağıyla bir hayalet gibi duran Nabiye teyze onların haline gülmüş, sonra yanlarına gelerek susamışsınızdır yavrularım, size koruk getirdim diye üzüm suyu ikram etmişti. İlk defa içtikleri bu ekşimsi içecek önceleri hoşlarına gitmemişti, ama sonra bir bardak daha istemişlerdi. Nabiye teyze, elindeki mumu pencerenin ortasına koyarak salonun ortasına çocukların yanına oturmuş ve Bir varmış, bir yokmuş… diye başlamıştı hikaye anlatmaya. Çocuklar büyük bir sessizlik içinde anlatılanları dinliyor, arada bir a, -vay canına, -oohhh diye sesler çıkıyordu. Gece iyice çökmüştü. Zifiri bir karanlık etraflarını sarıyor, gölgeler korkutucu oyunlar oynuyordu. Arada bir garip sesler duyuluyor, korkuyorlardı, birbirlerine yaklaşmışlar, ışığa doğru iyice eğilmişler, el ele tutuşmuşlardı. Gece çıkan rüzgârın esintisiyle arada bir pencereye vuran ağaç dallarının sesi ve ay ışığında uzadıkça uzayan gölgeleri hayal güçlerini çalıştırıyor, en ufak bir sesten kocaman anlamlar çıkartıyorlardı. Köyde yaşam ne kadar da garip diye düşündü çocuklar, asla yalnız yatamazlardı burada, her köpek ulumasında korkuyor, çatıda gezen sincaplardan ya da gece uçan yarasaların kanat seslerinden, cama vuran gölgelerden ve çarpan dallardan bayağı ürküyorlardı.

Nabiye teyze, geceleri konakta dolaşan beyaz sakallı bir ermişten bahsedince, korkuları iyice arttı. Geceleri tıkır tıkır sesler duyulurmuş konakta, geceden konan su dolu ibrik sabaha boşalır, tahta takunyalar ve havlular sabah ıslak bulunurmuş. Nabiye teyze, geceleyin bir ses duyarsanız ya da beyaz sakallı birini görürseniz sakın korkmayın, ermiş dede o, namazını kılmaya gelir, siz yatıp uyuyun diye onları uyardı ve ekledi haaa sakın ha, geceleyin tuvalete kalkmayın, bu katta tuvalet yok, zaten evin içinde değil tuvalet bahçede, gidemezsiniz, geceleyin yatmadan önce iyice yapın tuvaletinizi e mi diye lafını bitirdi.

Çocuklar bu dışarıdaki tuvalet meselesini pek anlayamamışlardı, zaten zorlasalar bile bu karanlıkta dışarı çıkmazlardı. Çıkmak isteseler de aşağıya inemezlerdi zaten, çünkü alt katla üst kat arasındaki kapı, vahşi köpek ya da domuzların avluya inmesi ihtimaline karşın kilitlenirdi geceleri. Büyükler alışmıştı ama küçükler, işte sorun onlardaydı, ne yapsınlar, gece uyku sersemi kalkıp, holün sonundaki küçük pencereden aşağıya çişlerini yapıveriyorlardı, yapıveriyorlardı ama korkuyorlardı da. Çocuklar bu gerçek mi masal mı bilemedikleri şeyleri dinlerken, aşağıdan anneleri çıkageldi, merak etmişti çocuklarını, alışkın değillerdi ne de olsa böyle ortamlara. Ama onları yerde bağdaş kurmuş otururken görünce çok hoşuna gitti. Nabiye’ye ne anlatıyosun gı? diye takıldı.

Ermiş amcanın lafını duyan anneleri birden bir garip oldu, durdu, evet Nabiye teyzeniz doğru söylüyor çocuklar, sakın ha, bir daha ordan aşağıya çişinizi yapmayın e mi! diye tekrarladı. Neden diye üsteleyince, genç kızken bir gece beyaz saçlı ermiş dedenin kendisine göründüğünü, Neden benim yerimi kirletiyorsunuz, ben orada namaz kılıyorum, söyle onlara işemesinler dediğini anlattı çocuklara. Rüya mıydı, gerçek miydi bilmiyordu, ama görmüştü işte. Ertesi sabah, herkese söylemek istemişti, ama çocuk diye pek dinlememişti onu kimse. Ev ahalisi çocuklara söz geçiremiyordu işte, arada kazalar oluyordu. Ama fazla kızdırmamış olacaklar ki bu ak sakallı dedeyi, bu güne kadar hala o gece tıkırtıları devam etmişti. Akılları karışmıştı çocukların, şıştttt… sesleri duyuluyordu sessizce, beyaz saçlı bir dede görür müyüz korkusu ve heyecanıyla etraflarına, arkalarına çaktırmadan bakınıyorlardı.

Derken gecenin tam ortasında, sessizliğin korkunun tam ortasında, sanki bir kesekâğıdı patlarmış gibi, Ramazan ayında top patlarmış gibi bir ses duyuldu. Oturdukları yerde birden titrediler, korkudan yüzleri allak bullak olmuştu. Ne oldu, n’oldu? diye etraflarına bakındılar, derken bir kez daha duydular aynı sesi… Çocuklar birden oturdukları yerde dikildiler. Acaba ermiş dede mi gelmişti? O kadar çok bahsetmişlerdi ki ondan, gölgelerin arasından beyaz saçlı bir dede çıkacakmış gibi korkuyla etraflarına bakınıyorlardı.

Birden yeğenleri Hasan bu bir silah sesi diye bağırıverdi. Camdan dışarıya baktılar ama zifiri karanlıkta hiçbir şey göremediler. Paldır küldür aşağıya koşuşturdular, sohbetten kimse bir şey duymamıştı bile. Hasan babasına iki el silah atıldığını söyledi soluk soluğa. Ses ovadan geldi, baba, Nazik ablamın ordan, bize mesaj yolluyor, kesin bir şey var diye ekledi. Sonra dışarı fırladı, tekrar odaya geldiğinde elinde koca siyah bir tüfek vardı. Önce bekleyelim dedi babası, bir daha atılırsa gideriz. Derken iki kez daha duyuldu silah sesi. Tamam, ben hazırım, hadi gidelim diye heyecanla söylendi Hasan. Büyükler de telaşla ayaklarında lastik mes ayakkabılar, ellerinde tüfekler, atlarına atladıkları gibi aşağıdaki ovaya doğru dörtnala gittiler. Bir on beş dakika sonra beş on el silah sesi daha duyuldu. Heyecan doruktaydı. Derken etraf sessizleşti, bekleyiş başlamıştı.

Bir müddet sonra atlıların sesleri duyuldu. Geri dönmüşlerdi. Tam da Hasan’ın dediği gibi olmuştu. Nazik’lerin çiftliğini basmıştı Gaffur ağanın oğlu Musa. Nazik’in babası yoktu, sadece bir abisi vardı o da her ayın aynı günü şehre, Balıkesir’e iner, çok geç saatte dönerdi. Bunu kollayan Musa’da gecenin karanlığını fırsat bilerek kızı kaçırmaya yeltenmişti. Ama Nazik’i hesaba katmamıştı. Köyün delişmen kızlarından biriydi Nazik. Öyle çok narin falan değildi, Çerkez olmalarından dolayı babası onu erkek gibi yetiştirmiş, özgür bırakmış ve özgüvenli olmasına özen göstermişti. Kimseye ihtiyacı yoktu, onun gözünde para, pul değerindeydi. Çok şükür babasından kalan bu küçük çiftlik kendilerine yetiyordu.

O bir Çerkez kızıydı ve Çerkez kızları zorlamaya gelmezdi, bunu bile bilmiyor salak oğlan diye geçirdi içinden. Çerkez kızları ancak kendi seçtikleri ile evlenirlerdi. Gönülleri kime düşerse onunla bir yola çıkmak isterlerdi. Küçük bir evi olsun, bir de güvendiği erkeği yeterdi ona. Özgür olmalıydı. Burada ovada yaşamayı seviyordu. Atalarından gelen özgürlük hissi sanki burada fazlasıyla vardı. Canı istedi mi ata biniyor, ovada o köy senin, bu köy benim gezip dolaşıyordu. Tabii adı da çıkmıştı delişmen kız diye ama kim takar. O at üzerinde dörtnala gezerken, oradaki oğlanların en büyük zevki de mobilet kullanmaktı. Ne zaman at binse, salak oğlanlar da mobiletleriyle kendisiyle yarışırlardı. Ve tabii nal toplarlardı. Korkusuzdu. Gaffar ağanın oğlu kendisine takmıştı, biliyordu, ama ne yapsın sevmiyordu çocuğu.

Onun sevdiği başkasıydı. Seçimini çoktan yapmıştı. Atıyla gezdiği günlerden birinde tanımıştı Erzincanlı Ahmet’i. Ahmet çobandı, garibandı ama mert adamdı. Upuzun boyu, simsiyah saçları, kapkara gözleri vardı. Sevgisinde samimiydi, az ama öz konuşurdu, öyle büyük laflar etmeyi bilemezdi ama ilk tanıştıkları yer olan, küçük tepedeki, aşklarının sembolü olarak seçtikleri ceviz ağacının altına oturup da eline sazını alınca, en güzel aşk sözlerini sevdiğinin kalbine bir tohum ekercesine konduruverirdi.

Nazik’se Ahmet’in karşısında kırılır dökülür, Ahmet’in dumanlı boğuk sesi, Nazik’in o hoyrat, erkeksi yanını törpüler, o haşin, o erkeksi, delişmen kız gider, narin, kibar bir hatuna dönüşüverirdi, masaldaki kara kuru ördek yavrusunun kuğuya dönüşüvermesi gibi. Onun bu hallerine Ahmet bayılır, türküsünü salıverirdi:

Büyük cevizin dibi (Nanay gülüm nanay yar)

Ne gezersin el gibi (Nanay kibarım nanay)

Sallan da gel yanıma (Nanay gülüm nanay yar)

Helallik malım gibi (Nanay kibarım nanay)

Birlikte bir gelecek planlarken ortaya çıkan Musa, onların bu mutluluklarına çomak sokmak için elinden geleni ardına koymayacaktı tabii. İstediğini alırdı, ne de olsa Ağa’nın oğluydu o. Ama Nazik kızdan da çekiniyordu bir yandan, onun deli yanını bilirdi, az yememişti fırçayı köy meydanında. Kaleyi içten fethetmek lazım demişti köydeki çöpçatan teyzesi. Ve kale, Nazik’in annesi oluyordu bu durumda elbette. Eve gelip gitmeler, Musa’yı methetmeler başladı. Annesi kızının mutlu olmasını istiyordu elbet, ama yalnızlık da zordu, ayrıca bir de oğlu vardı daha evlendireceği, bu çiftlik hangisine yetecekti, kızının zengin ağanın oğluyla evlenmesi en münasibiydi ona göre ama herkes gibi Nazik’ten de çekiniyordu doğrusu. Üstelik Çerkezler öyle dışardan kimseyle de evlenmezlerdi. Sonunda bir gün dayanamayıp Musa’nın teklifini Nazik’e açtı: Artık aklını başına toplaman lazım kızım, samanlıkta seyran olmaz, parasız yaşanmıyor, bak abin de evlenecek, ev ev üstüne de olmaz, ne yapacağız? Seninki de çulsuzun teki, çobanlık yapıp sana mı bakacak, anacığına mı, ona da acımıyor değilim ama olmaz, zaten Çerkez de değil, bu iş yürümez, aklını başına al, düşün, sen akıllı kızsın, gel bu sevdadan vazgeç diye ufak ufak Nazik’i işlemeye başladı.

Kafası karışan ve annesinin söylediklerine bozulan Nazik, Ahmet’le buluştuklarında biraz durgundu. Ahmet hemen anlamıştı bir şeyler olduğunu. Deli kız ne zaman böyle sessiz kalsa bir sorun var demekti, üsteledi. Nazik önceleri konuşmak istemedi, sonra yavaştan açıldı. Annesine kızmasını da istemiyordu Ahmet’in, kendisinin kızması yeterdi zaten, ama olmuyordu işte. Ahmet tahmin ettiği gibi kızmış ama kızdığını belli etmemeye çalışmıştı. Ama anne dediği sevdiğinin anası, kendisini adam yerine koymuyordu bile, içten içe darıldı, suratı asıldı. Bunu gören Nazik kız, yavaşça sevdiğinin göğsüne başını dayayarak Ahmet’in yanına oturdu, o da seni kimselere yar etmem diyerek aldı sazı eline ve bir türkü tutturdu gene:

Büyük ceviz yarıldı (Nanay gülüm nanay yar)

Annen bana darıldı (Nanay kibarım nanay)

Ne darıldın kaynana (Nanay gülüm nanay yar)

Kızın bana sarıldı (Nanay kibarım nanay)

Ama işler istedikleri gibi olmuyordu. Musa Nazik’e kafayı takmıştı bir kez. Biraz da gözdağı verir gibi ısrarla haberler uçuruyor, annesi de durmadan Nazik’i sıkıştırıyordu. Ahmet’i kötülemek istemem, ama beş parasız, çulsuz adamı ne yapacaksın, nasıl sana bakacak? diye kafasının etini yiyor, şüphe tohumları ekmeye çalışıyordu. Musa’nın onu rahat bırakmayacağını anlayan Nazik kız, köyün çeşmesinin önünde kendisini sıkıştıran Musa’ya Asla senin olmayacağım ağa oğlu, bunu bil, ben Ahmet’i seviyorum deyince Musa çıldırmış, Eninde sonunda benim olacaksın, gerekirse seni kaçırırım diye tehditler savurarak uzaklaşmıştı.

Bu tehditten işkillenen Nazik durumu dayısının oğlu Hasan’a anlatmıştı. Hasan da bütün Çerkez oğlanları gibi gözü pekti. Güzel ata biner, iyi mobilet kullanır, kimseden korkmazdı. Herhangi bir alarm durumunda Nazik hemen havaya iki el silah atacaktı. Eğer gerçekten acil bir durum varsa, biraz bekleyip tekrar iki el daha ateş edecekti. Parola buydu. Hasan bu durumu, babasına fazla detaya girmeden anlatmış, teyzesi ile yeğeninin ovada yalnız kalmasından dolayı korktuklarını, Nazik kızın bir sorun olduğunda onları silahla yardıma çağıracağını anlatmıştı. Babası garip karşılamamıştı bu durumu Allahtan, Ne de olsa ataları yok başlarında, Nazik de erkek maşallah ama sonuçta bir kız evladı değil mi, etrafta kız kaçırmaların da çok olduğu bu günlerde iyi düşünmüşsün evladım diyerek Hasan’ın sırtını bile sıvazlamıştı.

Derken gecelerden bir gece, yani bu gece, herkes Mehmet dayıların evindeyken, abisinin de tam şehre gitmesini fırsat bilen Musa çiftliği basmıştı ama Nazik tüfeğini ateşlemişti bile, iki el derken iki el daha. Bunu duyan Hasan’lar, dörtnala atlarıyla yetişmiş, ellerindeki tüfeklerle gecenin içinde bir oraya, bir buraya koşuşturan Musa ve adamlarını yakalayıp bir güzel dövmüşlerdi. Sonrasında candırmaya gidilmiş, şikâyetçi olunmuştu. Nazik elinde silahı, arkasına gizlenmiş, korkudan beti benzi bembeyaz olmuş annesi ile evin kapısının girişinde dayısını bekliyordu. Dayısı Hadi gel, bu gece burada kalmayın, hem annen çok korkmuştur şimdi diyerek onları da Koca Konak’a getirivermişti.

Gürültüyle içeri girerken, içerdekiler de merakla onları bekliyordu. Hasan büyük bir zafer kazanmışçasına gördünüz mü, nasıl da yakaladık mendeburları, bir de teyzemi kaçıracaktı şerefsizler diye söyleniyordu. Alime teyzenin cam mavisi gözleri daha bir deli bakar olmuştu, hop oturup hop kalkıyordu, kimdi bu yeğenini kaçırmak isteyen densiz! Nazik’in annesini sedire oturtup ayran verdiler, biraz sakinleştirdiler. Nazik’se bir şey olmamış gibi geçip sedirin bir kenarına oturuyordu ki, gözü misafirlere ilişti, derken bir gürültü kıyamet, gülüşmeler, sarılaşmalar, Vay benim İstanbullu ablam gelmiş de, haberim olmamış da… Yazın sabanla tarlada dolanıp dururken gülüştükleri günleri hatırladılar, sonra etraf sakinleşince yavaş yavaş Ahmet’i ve kendisini anlattı Nazik, sabaha kadar dertleştiler. Çocuklar ise uyumaları için çıkarıldıkları oyun odasında; kulakları seste, gözleri karanlıkların içinden her an fırlayabilecek ak sakallı dedenin hayaliyle yere serilmiş yün döşeklerin, sabun kokulu örtülerin altına sinmiş vaziyette uyuya kaldılar.

Dayı babayani bir adamdı. Güvenilir, emin, sırtını korkmadan dayayabileceğin bir ceviz ağacı kadar sağlam. Şu delişmen kıza artık bir sahip çıkmak lazım deyip meseleye el atmaya karar verdi. Türküler, uzun havalar her zaman kavuşamayan âşıklar için yakılacak değildi ya canım! Kendisi de sevmişti, sevmeyi bilirdi. Ona da zamanında olmaz demişler, birçok zorluk çıkartmışlardı. Uzun zaman sevdiğinden uzak kalmış, annesi karısını bir türlü istememişti. Onlarınki de tam tersiydi. Bu bastı bacak kızı bir türlü kendisine layık bulamamıştı anası. Bir de üstelik fakirdi ya, Ne ağa kızları varken, gitti de bu cadalozu, bu cam gözlü şeytanı alıverdi derdi hâlâ. Ama o sevdiğinden memnundu ve herkesin sevdiğiyle evlenmesini isterdi. Varsındı Çerkez olmasındı. Gönül ferman dinlemez dedi, yaptı bir dayılık ve ona Ege’nin Uludağı Kertil ormanlarına giden yolun üzerindeki ovadan, o çok sevdikleri cevizli tepenin hemen oradan bir dönüm arsa hediye etti, Çerkez yardımlaşmasıyla da bir çırpıda onlara göre küçücük bir ev konduruverdiler üstüne. Kuruluverdi düğün şenliği, Sındırgı ovasının ortasına, büyük cevizin dibine.

Şenlik insanı hayallere daldıracak kadar renkli ve ışıl ışıldı. Mutluluk insanları sımsıcak sarıp sarmalamıştı, müziğin ahenkli sesi, birlikte dans eden Çerkez kızları ve oğlanları, şehrin madeni ışıltısına hapsolmuş Müberra ile bütün bu zenginliklerden uzak yaşayan Ayşen ve Alper’e, kendilerini sanki bir masalın içindeymiş gibi hissettiriyordu. Bu mutluluğu paylaşabilmekten, burada, şu an bulunabilmekten alabildiğince mutluydular. Düğünün başından beri bulutların üstündeymişçesine ortalarda birer kuğu gibi süzülen Çerkez kızları ve onlara nazik ama kararlı adımlarıyla eşlik eden yakışıklı Çerkez erkekleri kenara çekilmiş, sıra gelin ile damada gelmişti. Nazik kız, ellerinde kınalar, altın tel sırmalarla işlenmiş beyaz saten elbise ve altın sırma işlemeli kırmızı tül kaftandan oluşan gelinliği ile Ahmet’in etrafında dans edip, bir melek gibi süzülürken, Ahmet de elinde sazı türküsünü söylüyordu, sevdiğinin ışıl ışıl parlayan gözlerinin içine bakarak:

Ceviz meyvasın güzel (Nanay gülüm nanay yar)

Güz gelir döker gazel (Nanay kibarım nanay)

Beni sevmez demişler (Nanay gülüm nanay yar)

Seni severim ezel (Nanay kibarım nanay)

AYŞEN CUMHUR ÖZKAYA – 2011