“Alenen resmen işgalci bu kadın taifesi. Hafta içi hafta sonu gece gündüz hiç fark etmiyor, her zaman her yerdeler. Kocaları, sevgilileri ise hep kayıp, kafa dinliyorlardır herhalde. Masalarda üçerli beşerli gruplar halinde oturuyor, kovandaki arılar gibi uğulduyorlar. Biri susmadan öbürü başlıyor konuşmaya, sonra bir an geliyor, hepsi birden konuşuyor, kimse kimseyi dinlemiyor. Bu konuşma iştahı nereden geliyor, anlaşılır gibi değil.”

Arka masandakiler rahat ama özenli giyinmişler, bir kısmı buraya gelmeden kuaföre uğramış, belki de uzun zamandır ilk defa uğramış. Yasakların kalktığı ilk pazar gününde, özenle yapılmış topuzları, fönlü saçlarıyla çıkmışlar sokağa. Bazısı boyatmış, bazısı ise aylardır uzayan, kırlaşan saçlarını parmaklarıyla üstünkörü taramakla yetinmiş. Ak telli başlar güneşte bronz heykeller gibi parlıyor, göz alıyor. Görünüşlerine bakılırsa hepsi yaşını başını almış, torun torba sahibi kadınlar ama çökmemişler, yorgun görünmüyorlar, aksine canlı, ışıl ışıllar. Üç masa birleştirmişler, bir düzine kadar varlar. Hiç susmuyorlar, “susun, ara verin, biraz da kuşların ötüşünü dinleyin” demek istiyorsun, gürültülerinden rahatsız olduğunu anlasınlar diye arkanı dönüp dik dik yüzlerine bakıyorsun, tınmıyorlar.

Tekrar önüne dönüyor, çayından bir yudum alıp, cep telefonundaki ses ölçer uygulamasını açıyorsun. Sonra başını eğiyor, masanın altında, çim bitmemiş yerlerdeki toprağı iskarpininin ucuyla eşelerken, telefonunu masalarına doğru yaklaştırıyorsun. Ortam gürültüsü kırk desibel kadar. Evde, sessizlikte, ancak buzdolabı ya da bulaşık makinası çalıştığı zaman kırkı gösterir ibre, nefes alışında yirmi, boğazını temizlerken otuzlarındadır. Şimdi kuşlar ötünce yetmişe çıkıyor, yan masadakilerin kahkahalarında ise doksan yüz hatta yüz otuzlara fırlıyor, tavan yapıyor. Kuşun doğasında var ötmek. Ötse de, üzerini pislese de yakalayıp ağzını bantlayacak ya da kabahatli davranışı yüzünden yuvasına ihtar çekecek halin yok, kaldı ki seni rahatsız eden kuş sesi değil. Eşelenmeyi bırakıyorsun, yeniden onların olduğu tarafa bakıyorsun, neşelerine diyecek yok, öyle kendilerinden geçmişlerdi ki, gülerken küçük dilleri, bademcikleri görünüyor. İçlerinden biriyle göz göze geldiniz, kadın kahkahayı kesti, kısacık gülümsedi, gözlerini ondan kaçırdın, hemen önüne döndün.

Gömüldüğün koltukta hafifçe doğrulup son kez arkanı döndün, bu son hamlende nihayet onları susturabildin. Önce uzun uzun yüzlerine baktın, derin bir muhabbete dalmışlardı, ruhları bile duymuyordu seni. Boğazını temizledin, bir zamanlar mahkeme salonlarında yaptığın gibi, gerekli yerlerde sesini yükseltip alçaltarak, vurgusuna dikkat ederek konuşmaya başladın. “Hanfendiler, burayı özel mülkünüz mü sandınız, deminden beri yüzünüze bakıyorum, anlamıyorsunuz, ayıptır! Sizin sesinizi duymak, kahkahalarınıza katlanmak zorunda mıyım? İnsaf yahu!”

Kadınlar sustular, gülümsemeleri yüzlerinde dondu. İçlerinden biri içtenlikle özür diledi ve senle konuşmaya başladı. Malum, pandemi yüzünden uzun süredir görüşemediklerini, birbirlerini özlediklerini, eskiden beri arkadaş hatta meslektaş olduklarını, iş hayatlarında yaşadıkları en üzücü, can sıkıcı konuları bile şimdi eğlence malzemesi yaparak, o sıkıntılı hallerine bugün burada katıla katıla güldüklerini anlatmaya koyuldu. Anlattıklarını dinlemek, onlarla göz teması kurmak, mazeretlerini kabullenmek zorunda hissetmedin kendini, başını başka yöne çevirdin.

İnsanları bulundukları topluluğa, yaşam tarzlarına göre, ayrıntıya girmeden, genelleyici bir bakış açısıyla değerlendirmede mahirdin. Meslek hayatında sık başvurduğun bir yöntemdi, çoğu zaman işine yaramıştı. Adliye koridorlarında dolaşırken kimin gaspçı dolandırıcı rüşvetçi yan kesici hayali ihracatçı insan kaçakçısı doğa katliamcısı katil hırsız uğursuz, kimin masum, kurban olduğunu daha dosyasına bakmadan, duruşundan bakışından hal ve tavırlarından, ağzından çıkan üç beş kelimeden çıkarırdın. Bu bir düzine kadın da bir örnekti senin gözünde. Suya sabuna dokunmayan, gülüp eğlenen, tuzu kurular familyasından bunlar diye düşünmüştün. Ancak tam da öyle olmadıklarını, yarım saattir zoraki kulak misafiri olduğun konuşmalarından anladın. Belki şimdi hayat onlara güneşli günler sunuyordu ama muhasebecilik gibi zahmetli bir işle, patronlarının parasını korumakla geçmişti ömürleri. Şimdi burada, o yıllarda yaşadıkları trajikomik olayları anlatıyorlardı. Beyannameler, vergiler, mali tablolar, yıl sonu bilançoları döngüsünde akıp giden yıllarının kuru gürültüsü kalmıştı geriye, lakırtısını ettikleri, arada bir heyecanlarına yenilerek kahkahalar atıp dalgasını geçtikleri harcanan o hayatlarıydı. Öyle de olsa umurunda değildi, merhamet gösterecek halin yoktu bu kadınlara. Ne zorluklara göğüs geren insanlar vardı şu hayatta, onlara bile acımamıştın sen. Gazeteni, cep telefonunu omuz çantana koydun, hesabı çoktan ödemiştin zaten, oradan uzaklaşırken, son sitemini de ettin; “Peki hanfendiler, anladım. Özrünüzü kabul etmemekle birlikte burayı terk eden ben olacağım. Sizi gürültünüzle baş başa bırakayım.”

Her yerdeler, kocalarını öldürüp çıkıyorlar sokağa, cafe, restoran, park ve korulara dağılıyorlar, hatta ellerinde dövizler, pankartlarla alanları dolduruyor, yolları kesiyorlar. Asiye’de çıkardı arkadaşlarıyla. Evlerde toplanmayı bırakmışlardı, ev onları sıkmış, pasta börek yapmaktan usanmışlardı, altın günlerini dışarıda yapıyorlardı artık. Dönünce anlatırdı sana, “Bugün Cennet Tepesi’ndeydik, branch çok başarılıydı, haftaya Cemile’de sıra, Zambak Bahçesinde yer ayırtmış. Hani şu Kilyos sahiline yakın olan kahvaltıcı.” Dikkatini vermezdin, bölük pörçük işitirdin söylediklerini, üzülmesin diye dinler görünürdün. Senin gittiğin üç beş yer vardı, takıldığın üç beş arkadaşın. Çoğalmadı, hep aynı kaldı o üç beş yer, üç beş arkadaş. Briç partisi, meyhane, dernek toplantıları arasında döndün durdun yıllarca. Asiye’nin anlattıklarından burası kalmış yine de aklında, çıktın geldin Cennet Tepesine. Geldin de iyi mi ettin? Kadınlar kulaklarını tırmalayan sesleri, gülüşleriyle işgal etmişler burayı. Cehennemin dibi bile daha huzurludur dedin, döndün yine evine.

Kapıyı kapatıp, arkasına zincirini taktığında, sabah nasıl da telaşla çıktığını hatırladın. Hiç susmadan çın çın öten o kahrolası sesler en çok evindeyken geliyor, dayanılmaz oluyorlar. Böyle zamanlarda kendini sokağa nasıl attığını bilemiyorsun. Seslerin kafanın içinden geldiğinden kuşkulanıyorsun son zamanlarda. Ancak bir yandan da birilerinin tüm şehri işgal ettiği ve bunun tek emaresi olan çıldırtıcı sesleri ne hikmetse yalnızca sana ilettikleri ya da buna benzer onlarca saçma düşünce geçiyor aklından. Doktora gitmeye hiç istekli değilsin, önce, gürültünün evinden, oturduğun apartmandan ya da yaşadığın şehirden gelip gelmediğinden emin olmalısın. Bunun için birkaç gece kalacak yer ayarlamalı, şehir dışında bir otel, motel, hakim evi bulup uzaklaşmalısın. Üşeniyorsun, tüm bunları yapmak gözünde büyüyor.

Sesleri ilk duyduğunda yan daireden geldiğini düşünmüştün. Bitişik duvara bardak dayayıp kulağını yapıştırdın, casus gibi komşunu dinledin. Çocukluğundan kalmıştı aklında bu yöntem, annen yapardı. Banyonun camına merdivenle tırmanıp apartman boşluğunu kontrol ettin. Bal ya da eşek arılarının oğul yaptığı bir manzarayla karşılaşmayı, böylece, “Demek tüm sıkıntılarımın sebebi sizmişsiniz.” Deyip rahatlamayı umdun ama orada da hiçbir şey bulamadın.

Eskiden evdeki seslerin müsebbibi belliydi, Asiye’den gelirdi tüm sesler ve çocuklarından. Karın ne çok severdi, süslü, tıngır mıngır, şıngır şıngır öten şeyleri. Düğünde takılan yirmi iki ayar kırmızı altından bileziklerinin, kolunun her hareketinde bir aşağı bir yukarı sürüklenirken çıkardığı şıngırtı hoşuna gittiği için, durduk yerde kolunu oynatarak bu sesi mahsus çıkardığını düşünür, sinirlenirdin. Bilezikler ev taksitleri için kısa bir süre sonra satıldığında rahatladın, şıngırtısından kurtulmuştun.

En çok da Asiye’nin terliklerinin topuk sesleri rahatsız etmişti seni. Tak tak tak, trak trak tak, tak tak trak… Karın üzeri tüylü, topuklu saten terliği ile salonun mozaik taşlarında yürümeye başladığında, sesler de beynini tırmalamaya başlamıştı. Bir daha yanındayken ne o terliği ne de herhangi bir topuklu kösele terlik giymesine katlanamayacağını daha o gün anlamıştın. Kasabanın sayılı betonarme yapılarından biriydi ilk eviniz. Sakin uyumlu biri gibi görünse de, inatçıydı Asiye, çarşıda bulup habire eve taşıdığın, ses çıkarmayan, altı kauçuk lastik terlikleri hiç giymedi. O günden sonra evde, soğuk mozaik taşların üzerinde, bazen patikle bazen çorapla bazen de yalınayak gezindi. Güzel giyinir, giydiğini yakıştırırdı. Şık tayyörler, etoller, incecik dantel bluzler, pilise eteklerinden oluşan kostümünü, bazen ipek jartiyer çorabı ile bazen de çıplak ayaklı kontes gibi çıplak ayaklarıyla tamamlardı. Birkaç yıl içinde el ve ayak parmakları bükülmeye, kıvrık kıvrık olmaya başladı. Otururken ayaklarını koltuğun altına çeker, kıvrılıp bükülmüş, çalı gibi olmuş parmaklarını ellerini yumruk yaparak gizlerdi.

Daha ilk geceden anlamıştın. Seni en çok bir hayalet mutlu edebilirdi. Eşinin, çocuklarının evdeki eşyaları kullanırken, konuşurken, gülerken, ağlarken çıkardıkları seslere, dinledikleri müziğe tahammül edemiyordun. Zamanla daha az vakit geçirir oldun onlarla, kendini çalışma odana kapattın. Ne karına ne de bir başkasına, seslerin beyninde çın çın öterek, duvarlara çarpıp yankılanarak çoğaldığını ve bir daha da hiç susmadığını söylemedin. Bahanen hazırdı, hukuk dergilerine yetiştirilecek yazılar, dosyalar, basılacak kitaplar dağ gibi birikmişti masanda, ihtiyacın olan tek şey sessizlikti.

Sessizce gitti Asiye. Sabah kahveni saat tam yedi buçukta getirmeyince anladın bir terslik olduğunu. Uykudayken konuşmaya başladı diye ayırmıştın odanı. Bir de uyurken ıslık çalar gibi ciğerindeki havayı üç dört defada salıyor, bazen buharlı tren gibi puf puf sesler çıkararak nefes alıp veriyordu. Hoş kendi horlamanla uyandığın da olurdu ama bu seni o kadar da rahatsız etmiyordu. O sabah yatakta kaskatı buldun onu, soğuktu, ölüm sessiziydi, yüzü çarpılmış, elleri kolları kilitlenmişti. Yatağın ayakucundaydı başı, uzun gür saçları yerdeki el dokuması Afgan halının üzerine dökülmüştü. Besbelli kolay gelmemişti ölüm, sen derin bir uykunun ortasındayken, Asiye onunla boğuşmuş, yenik düşmüştü. Yanında olsaydın, çıkardığı hırıltılı sesleri duyup uyanırdın, kenetlenmiş ağzını açar, kalp masajı yapardın. Sesler… Sesler salt gürültü değildi galiba, işe de yarayabilirdi diye düşündün.

Kızın da oğlun da yatılı okullarda büyüdüler, evlenip gittiler sonra başka şehirlere. Aramıyorlar pek, arasalar da, nasılsın iyi misin faslından sonra uzun uzun susuyorsunuz. Yalnızsın bu koca şehirde, şimdilerde gürültücülüğünü ayyuka çıkarmış olan bu koca evde. Kapıcıya hâlâ zili çaldırmıyorsun, tıklattırıyorsun kapıyı. Sol bacağına son zamanlarda bir ağrı saplanıyor, şimdi olduğu gibi inletiyor seni. Yatak odana giden koridor hiç bu kadar uzun gelmemişti sana, soluklanmak için duruyor, dinleniyorsun orta yerinde, iyisi mi bir iskemle koymalı tam da buraya diye düşünüyorsun. Doktor siyatik dedi, belinin hizasında olan omurilik sinirin sıkışmış, numarası da vardı ama unuttun, L4 müydü neydi?

Hiç bitmeyecek gibiydi salonla yatak odan arasındaki koridor. Geçen pazar yaptığın Cennet Bahçesi yolculuğu ve bugünkü hastane macerası haliyle yordu. Henüz kabullenemiyorsun ama ‘yaşlı adam’ diye tanımlıyorlar seni, tıbben yaşlılar sınıfındasın, bedenin açıkça söylüyor bunu sana, İstanbul trafiğinde araba kullanmayı da kaldıramıyorsun artık. Sürahin elinde ağırlaştı, az kalsın düşürecektin ama ulaştın sonunda yatak odana, kapısını açtın. Perdeden sızan akşam güneşinin kızıllığı eşyalarına vurmuş, onlarla sarmaş dolaş olmuş. İnsanı gevşeten, hoş ılık bir hava var odada. Kapının yanındaki iskemleye oturup yatağına bakıyor, sonra gözlerini kapatıyorsun, yüzün gevşiyor. Oğlun ve kızın yatağın üzerinde hoplayıp zıplamaya, kıkırdamaya başlıyor. Karın da onlarla birlikte gülüyor ama seni görünce gülümsemesi yüzünde donuyor. Akşam güneşinin kızıllığından mı, zıplamanın baş döndürücü sarhoşluğundan mı bilmiyorsun, üçünün de yanakları al al.

Gözlerini açıp iskemleden kalkıyor, elindeki sürahiyi yatağının yanındaki komodinin üzerine koyuyorsun. Güneşin kızıllığı gitti, Asiye mutfağa çocuklar odalarına kapandı, dönebilirsin artık salona. Birazdan onun radyosunu da taşıyacaksın buraya. Üzerinde günler yazılı ilaç kutun, sürahin, bir de babanın çocukluğunda sana aldığı teneke helikopterin var şimdilik başucunda.

O gün, elinde paketle seni uzaktan gördüğünde ne de sevinçliydi baban. Okul çıkışı uğra, eve beraber gideriz demişti. Komutanı seslenince yüzündeki gülüş solmuş, kasılmış, sertleşmişti suratı. Sanki orada sen yokmuşsun gibi koştu geçti yanından. Postalından çıkan sesler hâlâ zihninde, hafızandan silmek istedin ama silemedin. Rap rap rap… Trap trap rap… Rap rap trap… Kabahati neydi, neyi yanlış yapmıştı bilmiyorsun, anlatmadı hiç, ama babana bağırırken, komutanın gözlerinden ateş, ağzından köpükler çıkıyordu. Baban göz ucuyla sana bakıyor, elindeki paketi arkasında saklamaya çalışıyordu. Kaçıp gitmek, onu bu halde görmemek istedin, ayakların yere mıhlanmıştı sanki, kıpırdatamadın.

Komutanın karısı ve oğlu da o gün oradaydı. Şaşkınlıkla izlediler babanın azarlanışını. Sonra karşında duran o çocuğun komutan babası, sanki az evvel sinirden delirmemiş gibi oğluna sarıldı, burnuna bir fiske vurdu, saçlarını eliyle karıştırdı. Karısını dudaklarından öptü, babanın anneni dudaklarından öptüğünü hiç görmemiştin, gülüşüp şakalaşarak ayrıldılar. Baban sana sarılamadı, dalgındı, içine kapandı, hiçbir şey söylemeden paketi eline bıraktı, eve gelene dek konuşmadan, el ele tutuşmadan yürüdünüz. Teneke oyuncağını atmadın ama yanı başına koymak yıllarını aldı, sırada Asiye’nin radyosu var.

‘Hayatın olağan akışı.’ Kim bilir kaç kez kullanmışsındır bu terimi dava dosyalarında. “Yaz kızım. Sanığın fiili işlerken hayatın olağan akışına uymayan davranışı …” Asiye’nin sen evdeyken dinlemesine katlanamadığın radyosu, yatağının başucunda duracak bundan böyle. Geçen hafta gittiğin kulak burun boğaz doktoru radyo dinlemeni önerdi. Hayatının olağan akışında müzik dinlemek olacak bundan böyle.

“Beyfendi kafanızdaki sesi tarif eder misiniz, çınlama mı, cızırtı mı, uğultu mu, tam olarak nedir? Hangi kulağa yakın, kafatasınızdan mı geliyor? Pardon, anlamadım, duvarlardan mı dediniz, zannetmem, komşularınıza sordunuz mu, binadan gelseydi onlar da duyardı öyle değil mi? Sizin yaşınızda normal bu tür rahatsızlıklar, kulak testinizde de ciddi bir duyma kaybı yok. Tinnitus yani kulak çınlamasıyla yaşamayı öğrenmelisiniz, radyonuz var mı, geceleri uykuya dalarken açık bırakın, çalsın, o zaman kafanızın içinizdeki seslere takılmamayı öğrenirsiniz.”

Gündüz, muayenehaneden çıkıp hastanenin otoparkına doğru yürürken, kendi kendine gülmeye başladın. Önce sessizce, sonra katıla katıla güldün. Yıllarca kaçtığın, karın ve çocukların gittiğinde kurtulduğunu sandığın sesler, sonunda içine yerleşmişti demek. En korktuğun, en sakındığın şey seni içinden, can evinden vurmuş muydu sahiden. İşin en acıklı kısmı ise tedavinin yine seslerin yardımıyla olmasıydı. İç sesini dış seslerle boğmalıydın. Hayatında ilk defa yüksek sesle, kim ne der diye umursamadan gülüyordun. Müzik dinleyin demişti doktor, sessizliğe mahkûm etmeyin kendinizi, müzik hayatınızın hep içinde olsun, özellikle geceleri, yatmadan önce. Yeni hayatımın olağan akışı bu artık diye düşündün. Gözlerini kaçırmadan sana bakan, Cennet Bahçesi’ndeki kadın geldi aklına, elaydı galiba gözleri.

Oya Kaya