“Toprak, kucakladığı gözyaşında anlar da insanı, insan anlamaz insanı.”
Sami on yıl önce asıl mesleğini bırakıp belediyede işe başlamıştır. Hemen her mesai çıkışında başı eğik olarak herkesin bildiği yere, oraya, mezarlığa gider. Yanında durduğu mezara ektiği çiçeklerini sular. Bir gün bir köşesinden, bir gün diğer köşesinden kucaklamaya çalışır toprağı. Sarılarak ağladığı aynı toprak erken yaşta yitirdiği babasına da ev sahipliği yapmaktadır. Daha önce ekmiş olduğu her çiçeğe özenle dokunur ve çocuğu yanındaymışçasına konuşur onlarla. Ellerini yapraklarda gezdirir ve sevdiğinin kokusunu içine doldurmak istermişçesine onları koklar. Her nefes alışında yirmi bir yaşında yitirdiği oğlunun kokusuyla yeniden buluşur gibidir. Toprağa suyu özenle dökerken, ayıkladığı cevizi oğlunun ağzına verirken yaşadığı hazzı yaşar yeniden. Yalnız bir fark vardır bütün bu yaptıklarında; bu kez oğlu, verdiği lokmaya, hiçbir dokunuşuna itiraz etmemekte, ona sarılmasına engel olmamaktadır. Bütün istediği buydu babanın. Oğlunu rahatça sevebilmek, ona dokunabilmek, koklayabilmek.
Üniversite öğrencisiydi hayatının baharındayken yitirdiği oğlu. Seçtiği bölümde var olan yeteneklerini sergilemenin mutluluğunu yaşamaktaydı. Hayalleri vardı. Güzel sanatların dünyasından tablolar oluşturuyor, çizdiği resimlerde renkleri buluşturuyor, çektiği fotoğraflarda yaşamayı düşlediği aşkı karelere oturtuyordu. Ama ölüm onun daha fazlasını yapmasına engel oldu. En sona sakladığı kare sıranın başına geçmişti. Tıpkı tamamlayamadığı şarkının son vuruşu gibi.
Gelen bir telefon, belediyenin bahçe düzenlemesi bölümünde çalışan babayı perişan etmişti. Kişiliğine uygun olarak ilk işi annesi ve kardeşlerine haber vermek olmuştu, hissettiği bunca acıya rağmen. Kendi serasında çiçek yetiştiricisi olarak sürdürdüğü yaşamının kırk beşine kadar ki bölümünü, yaptığı işten usandığını belirtip bırakmış ve yeni oluşturulan belediyenin personeli olarak çalışmaya başlamıştı Sami. Daha sonraları kendisini her fırsata küçümseyecek olan eşi ona çok istediği bir oğul vermiş ama bir türlü sevgi verememişti. Aynı davranışı ilerleyen yaşında oğlu da göstermeye başlamıştı ne yazık.
Satışa göndereceği çiçekleri sandığa yerleştirirken, bir tezgahtarın giysileri dikkatlice katlaması, kütüphanecinin kitapları konularına uygun bir şekilde raflara dizmesi gibi özen gösterirdi. Onlara kırılacak cam bardaklarmışçasına dikkat ederdi. Kalp kırmamaya gayret edenlere benzerdi yetiştirdikleriyle olan ilişkisi. Yolda karşılaştıkları ondaki iç güzelliği göremezdi, şimdi olduğu gibi. Saçlarının dağınıklığına, giysilerinin özensizliğine, yüzünden eksik olmayan sert toprak çalışanı görüntüsüne tamamen ters olan evlat sevgisinin yüceliğini görmek, herkesi şaşırtırdı çoğu zaman. Oğlunu da öyle aslında. Hiçbir şeyine itiraz etmez, her istediğini yerine getirmek için elindeki avcundaki her şeyi verir, bu nedenle borçtan kurtulamazdı. Sevgiyi böyle elde edeceğini sanırdı.
Toprağı seviyordu eskiden ama artık toprak onun için oğlunu acımasızca kendisinden çalan bir haindi. İhanet etmiş, yaşamda tutunduğu tek dalı koparıp almıştı elinden. Yine de oğluna iyi bakması için ona özen göstermeye devam ediyordu. Kırılan dalı toprağa dikerek bir ağaca dönüşmesini istiyordu, şimdi diktiği fidanlar gibi.
Oğlu her dokunuşuna itiraz eder, yanından iteklerdi. Gelişim çağına aldırmaksızın öpmek içi ona her uzandığında, kalbini kırdığını düşünmeden, sevgiyi dokunarak göstermeyi seven babasından kaçardı. O zamanlar televizyonlarda ‘Terliyim hayatım’ diyen babaya ‘Kimin umurunda!’ sözleriyle yanıt verip sarılan anne ve çocuğun jeneriği dönmekteydi. Yalnız oğluna değil herkese bu şekilde yaklaşırdı çiçekçi Sami. Annesinin onu değersiz bir eşya gibi görmesine hak veren, her türlü özveriye katlanan babasından utanırdı. Oysa hayata bakış açısına hayran olduğu, kararlı becerikli iş bitirici halası, eniştesi öyle miydi? Babasıyla giriştiği şiddetli bir tartışmanın ardından, “Keşke babam da senin gibi konuşmayı becerebilse” demişti eniştesine. Babasının onlara benzememiş olmasına olan serzenişini gizlerdi ya da gizlediğini sanırdı. Belki annesini örnek alarak babasının yüzüne de söylemiş olabilirdi gizlemekte zorlandığı duygularını. Sami bunların hiçbirine aldırmaz, başkalarıyla karşılaştırıldığını görmezden gelir ve ‘unutmak iyileştirir’ mantığıyla hareket eder, ondan gelecek bir sevgi sözünü yakalamak için oğlunun ağzının içine bakmayı sürdürürdü. Oğlundan gelen bir çift güzel söze, bir dokunuşa dünyaları vermeye hazırdı.
Vereceği dünya çocuğunu aldı elinden. Şimdi ona çekinmeden elini uzatabiliyor, şarkılar söyleyebiliyor, çok istediği delikanlı takılmalarını rahatça yapabiliyor. Oğluyla bir türlü kuramadığı diyaloğu ancak monolog şeklinde yürütebiliyor. Toprakla buluşturmadan önce yaptığı dokunuşlar oğlunu rahatsız etmiyor, oğlu da ona itiraz edemiyor artık. Rahat rahat okşayabiliyor ve oğlunun her zamanki gibi ona tepki vermesi için yalvarıyor. Oysa istese de ondan uzaklaşamaz, soğuk bedenini üzerine konulduğu taştan öteye götüremezdi. Biraz sonra beden toprağa karışacaktı. Sami de kaybettiği dünyasına.
Ölümün ardından geçen bunca yıla rağmen, satın aldığı bisikleti ile yaz kış demeden oğlunu ziyaret etmektedir eskinin seracısı, şimdinin emeklisi Sami. Oğlunun odasını her gün temizler ve kimseyle ama kimseyle paylaşmaz. Pencerenin kenarına yerleştirdiği saksıları birkaç kumruya yuva olsun diye açar ve yavrularını besleyen annelerini seyretmeye bayılır. Ardından oğlunun kendisini beklediğini düşünerek doğru mezarlığa çevirir pedalını. Her doğum gününde çiçek bahçesine dönüştürdüğü mezarın fotoğrafını paylaşır. Ufak bir bilgisayar oyunuyla birbirlerini hiç tanımamış olan dede ve torunu buluşturup ölümsüzleştiren oğlunun arkadaşlarını sevgiyle anar. O ay aldığı emekli maaşını Çocuk Esirgeme Kurumu’na bağışlar yalnızlar dünyasını kendisine yurt edinmiş adam.
Bazen oğlunun odasına yerleştirdiği aynalarla konuşur, kendi yüzünde oğlunu ararken öfkelenir, ağlar. Bir türlü bütünleştiremediği, oturtamadığı benliği için annesine olan öfkesini kusar aynanın birine bakarken. “Beni bu kadar sevmeseydin, kanatlarımı güçsüz, yaralı bırakmasaydın keşke anne.”
Diğer aynada oğlunun parçalanmış bedenine baktığını sanarak yüzünü tırmalar, yara bere içinde bırakır. Çocuğunun bedeni bütün olarak toprakla buluşsun isteğini savcılığın kabul etmemiş olmasına olan öfkesi, onu birleştiremediği öznelliğinde yalnız bırakmaz.
Çıkış kapısına doğru yerleştirmiş olduğu aynada da parçalanmış yüreğini görür. Oysa hiçbir şeyin bir daha onu bir araya getiremeyeceğini bilmektedir. Defalarca kırdığı bu aynanın kırıklarında parçalanmış yüzüne bakar ve onu bir araya getirip, oğlunu içinde sakladığını sandığı sonuncusunun yanına yapıştırır, sonra “yapboz” oyunu gibi yenisini yapmak üzere parçaları söker.
HAMİT ERGÜVEN