Karaböööceeekk,
Nasıl da koşardın etten buttan küçücük boyunla. ‘Adam olacak, bizi yiyecek.’ Aman ne kızardın böyle söylenince. Yedin mi hiç birilerini? Yediysen bal, şeker olsun. Şekerin tadına da bayılırdın hani.
Kim vermişti sahi o şeker pancarını soyup sana? Ah bir elime geçirsem! Hassastın öyle, her önüne konulanı yemezdin. Önce ”istemem” dedin, ”Al, al Alev, seveceksin bunu” dedi, gençten bir kadındı. O kıtır çıtır şeker pancarının diline ilk dokunuşu seni bulunduğun dünyadan aldı, özel olduğun, kucaklayacağın diyarlara götürdü. İlk varoluş heyecanındı belki de. Kabul et, dondurmacı amcanın kaymaklısı da fena değildi. Hani o tenteli arabasıyla dondurmam kaymaaakk diye bağıran beyaz amca. Koşmayı öğretti sana. İkinci varoluş. Dondurmacıyı görünce elindekini, gözündekini bırakıp koşmayı.
Ne çok sevdin koşmayı. Ortaokulda bu yüzden antrenmanlara katıldın, ama kısa mesafede iyiydin, uzuna geçemedin bir türlü. Kısa mesafeler, kısa sözler, kısa öfkeler, bir de kısa boya takıldın, demek bu yüzden.
Hayat da kısadır aslında, insan da. Bak yarıyı geçti ömrün! Devamını getiremediğin ne çok şey biriktirdin. Koş nefesin yetene kadar, düşünme sonunu, korkma ortasında kalırım diye.
Ya o güzele tutkun! Gelin arabasının önüne koydukları taş bebek için nasıl da atmıştın kendini arabanın önüne. Ne bebeklerin oldu sonra, o kabarık beyaz etekli taş bebeğin yerine koyamadın hiçbirini. Gelin evi de nasıl güzeldi. Eşyalar yeni, süslü püslü, o gün bugündür vurulduğun işli yastıkları görünce, ”ben buradan çıkmam” diye nasıl yapışmıştın karyolaya. Ne uğraştılar çıkarmak için seni gerdek odasından.
Az değildin haaa!
İstasyon caddesindeki evinizin arka bahçesindeki tek katlı evin Emine teyzesini bir sen olurdun ziyaret eden. Kocası mı ölmüş, terk mi etmiş, bir başına otururdu kadıncağız. Ama hikayeleri boldu. İki çöreğe tav olur, ne hikayeler dinlerdin, oğlunu anlatırdı en çok, okutup büyüttüğü. Neredeydi de yoktu? Fotoğrafları evin her yerindeydi oysa. Bak o hikayeler seni aldı nerelere getirdi bilsen, yazarken yaşamayı öğretti sana.
Pek bir korkusuzdun! Haksızlığa dayanamaz, elin belinde çekinmeden savunurdun, sözünü sakınmazdın, sahi nerede o kız şimdi?
İnsan iki yaşlarını hatırlar mı? E hatırlıyor işte, kıvırcık, bastıbacak, faytondan atlayıp ananenin evine gidince, sokaktan bahçeye inen merdivenlerin önünde şöyle bir duraksardın. Ne kadar uzun ve aşılması zor gelirdi sana, kim bilir kaç basamaktı, ama hayatın zorlu merdivenleriydi onlar. Bilirdin, merdivenin sonunda kollarını açmış seni bekleyen biri vardı.
Ananneeee
Anam guzum
Aynısın, kim sana kollarını açsa kendini koyuşun, ağızdan çıkan her söze inanışın, aldanışların bu yüzden.
Ananeye giderken bindiğiniz renkli faytonlar olmasa bu kadar hayalperest olamazdın, bilesin, hiç vazgeçmedin. Hayallerin renkleri olur. Tıpkı o kadifeden, çiçekli püsküllü rengarenk minderli faytonlar gibi.
Ah o faytonlar!!! Ereğli’nin tozlu toprak yollarının efsane güzeli atlı arabaları. Yalnız pek de titizdin. Çorapların çamur olacak diye yere bakarak yürürdün. Halen öylesin, kaldır başını be, kirlen az! Herkesin bir rengi vardır, benim rengim beyaz diye kirlenmekten korktun, haksızlık etmektense, yapamadıklarının pişmanlığıyla kaldın sonra.
Düşmeyi sevmemen düşmekten korktuğun için değildi, haşa ! Güzelliğine düşkündün, dizlerinin yara, bere olmasını istemezdin. Kimse sana söylemedi a çocuk. Bırak yaralanan dizlerin olsun, yüreğin yaralanmaktansa.
Nereden bileceksin? Ereğli’de her kapı açık olurdu. Koşar, oynar, yorulur, atardın kendini bir kapıdan içeri. Koyun yoğurdundan çalınmış köpüklü ayran yanında bir tas kavurga, kırt kırt yediğin kavrulmuş kendirikli buğdayın lezzeti alırdı tüm yorgunluğunu.
Sonra dilin çözülür, başlardın hikayeler anlatmaya. Amma da dilliydin, ama konuşmak değildi amaç, karşındakini güldürmeyi severdin. Sen anlattıkça onlar gülerdi. Yazmalarını ağızlarına götürüp gözlerini kapadıkları o utangaç gülüşleri yüreğinde hissederdin. Mutluluktu bu ilk tanıştığın kelime. Amaç edindin güldürmeyi hep, paylaşmayı öğretti sana, mutluluğun çoğul olduğunu.
Kıvırcık kısa saçlarını tepende bir fiyonkla süslerdi güya! annen. ”Hayır, hiç sevmiyorum, çok utanıyorum bu halimden” diyemezdin. Diyemedin hiç zaten, susmayı öğrenişin bu yüzden. Bazen direnirdin kendince, seni ayağının üstünde sallayarak uyuturken “kapa gözünü derdi,” sen de kapatmış gibi yapardın. Sonra bir bakmışsın uyuyakalmışsın.
Şimdi uykular azaldı, bazen yatağa sığmıyor da atıyorsun ya kendini koltuğa, başının altında bir küçük minderle avunuşun hep o ‘huzur’ adını verdiğin yastıkların yüzünden. Her akrabada, konu komşuda senin için yapılmış, o parlak, renkli satenlerden, üzerinde oya işli yastıkların olurdu. Girer girmez sorardın, hiç bitmeyecek özleminin adıydı bu; “Huzurum nerde?”
Sahi Karaböcek buldun mu? Huzurun nerde?
Alev Ramiz