Zenime özür dilemenin “Peştuca’sı ya da Darice’si ne?” diye sordu iki yüzlü aynanın bir yüzüne bakarken. Birçok dildeki karşılığını biliyordu ama Afgan dillerinde nasıl söylendiğini bilmiyordu aynadaki görüntü. Yıllar önce babasının işi nedeniyle bir süre yaşadığı Afganistan’ı terk edip geldiği ülkesinde, bu semtte yaşamaya başlamıştı. Burada yalnızlaştırılmak istenen birçok dili çevresindeki komşularından duymaya alışmıştı. Duvar diplerini mesken edinenlerle, çöp çuvallarını yaşamlarının önemli parçası haline getirenlerin dilleri de hem sefaletin hem de yersiz yurtsuzluğun harflerinden oluşuyordu.
İzlediği filmdeki görüntünün ekrana yansımasını görebiliyordu da bir çocuk çığlığının, bir yetişkinin takma “ayak” dilenmesinin uzaklardan gelen yakarışını görmüyor, hissetmiyordu. Ya da herkesler gibi unutuveriyordu.
Çorak toprak ne renk olur acaba? Kahverengi mi, yoksa gri mi? Kurşuni midir, ya da onun üzerine çıplak ayaklarıyla basanların rengi mi? Filmdeki görüntüler bazen aldatıcı olabiliyordu. Toprağın renginin donukluğu, onun içinde hayatı barındırdığı gerçeğini gizlemez elbette. Ama susamışlığın yol açtığı çatlaklar ve hatta derin yarıklar, ağzını heyecanla ve titreyerek açarak annesinden içine mama koymasını bekleyen bir yavruyu andırıyordu. Yağmur toprağı beslemeyi unutmuş gibiydi. Yıllardır üzerlerine yağan felakete aldırmaz görünen tek ayaklı, tek kollu ya da her ikisine de sahip olmayanlar, ellerinden alınıp giden hayatın, onlara sunulan acı gerçeğin kurbanı olarak sürdürmek zorunda kalmışlardı yaşamlarını.
Aynaya baktığında iki gözü, iki kulağı, iki olması gereken her şeye hâlâ sahip olduğuna sevindi Zenime. Ayna kendisine görüntüsünü aldatmadan vermişti. Ama ya duygular. Duyguları tam olarak verememiş olduğuna öfkelenmişti, şimdi olduğu gibi.
İzlediği Afgan filmindeki karelerden etkilenmiş, filme ara verip aynanın karşısında mıhlanmış, o topraklardaki yaşantılarla buradakileri, özellikle de kendisininkini karşılaştırmıştı. Filme döndüğünde kadınların rengarenk burkalarıyla çorak toprağa inat yaşamı sürdürdüklerini görmekten mutlu olmuştu ama ardındaki gerçeği düşününce tekrar aynaya koşup yardım dilemek zorunda kalmıştı.
Şu anda yaşadıklarının içinde yarattığı fırtınalar onu derinlere, belki de varlığının anlamsızlığına sürüklemişti yeniden. Merak ettiği şey duyguların yaşlanıp yaşlanmayacağıydı. Bununla ilgili bilgiye ulaşamamıştı gerçi. Zenime önceden olsa yaşananlara tepkisiz kalmaz, kendini sokaklara atardı. Ama şimdilerde öyle olmuyordu artık. İnsanın yaşının ilerlemesiyle birlikte onlar da farklılaşabiliyordu demek. Dünlerde gösterdiği şiddetli tepkilere aynı olayı izlerken şimdi tepkisiz kalmasını, onların şekil değiştirmesine bağladı. Düşüncelerini yıpratan yeryüzündeki çoğu toprakta yaşananların benzerliği miydi yoksa vicdanların sessizleşmesi mi? Bilemedi.
Yarık toprakların çatlak ayaklardan can aldığı sahneleri düşündü yeniden. Tıpkı çatlak topukların çatlak topraklardan can çalması gibi. Bir an için ekrana yansımış olanın arkasındaki gerçeği görmeye çalıştı. Renklerin içinde gizlenen bedeni ile yüreğinin sesini dindirmeye çalışıyordu küçük Afgan çocuğu Tagan. On bir yaşındaydı ve bomba sesleriyle geceyi bitirip güne başlamaya alışmıştı. Kız çocuğu olduğu için okula gönderilmemiş ama alışverişe gönderilmişti düşecek bir bombanın önce onu yok etmesini istercesine. Annesinin çabasıyla okuma yazmayı sökmüştü. Öyle ya bir kız çocuğu yaşamdaki yerini bilmeliydi o topraklarda.
“O topraklarda!” cümlesini kendisinin mi yoksa aynadakinin mi söylediğini kestirememişti Zenime. Buralarda yaşananları bir çırpıda toplumun cehaleti diye yorumluyordu ama kendisinin nereye ait olduğunu kestiremiyordu bir türlü. Bunca zamandır duyarlıymış gibi yaşamanın, kendisini de çürümenin bir parçası haline getirdiğini görüyordu. En çok korktuğu şeyleri son sevgilisiyle yaşamış olduğunu düşündükçe her şeye olduğu gibi buna da itiraz etmemiş olmasının getirdiği öfkenin kendisini uçurumun kenarına sürüklediğini anlıyordu.
İri siyah gözlü, az yıkanmaktan çatallaşmış kahverengi saçlara sahip Tagan’ın arkadaşlarıyla oynamasına sınırlı da olsa izni vardı. Gülmek en çok sevdiği şey olmasına rağmen ağlıyor gözükmek, surat etmek ve yere bakarcasına yürümek zorundaydı senaryoya göre. Derme çatma bir kulübede dünyaya gelmiş ve bütün babaların hep iki ayağının olmadığını sanarak büyümüştü. Bu topraklarda, bu inanışlarda kadın olmanın ne kadar zor bir varoluş olduğunu bilen anne, biricik kızı Tagan’ı erkeğinin, yarım vücutlu adamın hışmından sürekli korumaya çalışmıştı. Hayattan beklediğinin tersine bırakıp gidemediği bu adam ona çok acı vermişti. Yarım adamdan yediği hiçte hiç de yarım olmayan dayak ve küfürlere katlanmak zorunda kalmıştı. En azından kızı bu şekilde yaşamasın istiyor ve onu gözü gibi koruyordu. Sünnet edilmesine şiddetle karşı çıkmış ve ona ömür boyu bakma karşılığında kızını o tehlikeli gelenekten korumuştu. Bir an için erkeklerin sünnetinin şaşaalı kutlanmasına karşın kız çocuklarının kadınlığa adım attıklarının habercisi olan adet görmeyi de benzer coşkuyla kutlamayanlar aklına geldi. Öfkelendi.
Bir düğüne gitmek içi hazırlanan komşularına yalvarıp kızlarını onlarla göndermişti sınıra yakın olan tören yerine. Daha güzel yaşayacağını sanarak diğer ülkeye kaçmasını istiyordu. Günlerce hayalinde kurguladığı kaçış planını anlatmış, her adımı tekrar ettirerek ezberletmişti. Kızına aylardır bellettiği cümleleri hayata geçirtmenin tam zamanıydı şimdi. Kız çocuğu yanına çok sevdiği Kabil’li Meyve Satıcısı adlı öykü kitabını almayı ihmal etmemişti.
Annenin bu cesur davranışını görünce ne kadar heyecanlandığı aklına gelmişti Zenime’nin. Aslında hep böyle cesur olunması gerektiğini tekrar edip durmuştu ama kendi yaşadıklarını düşününce yanılgılarla dolu bir hayat geçirdiğini anlamaktaydı şimdi. Neden başkaldıramamıştı? Yasak meyveyi sunarken ki cesaretine ne olmuştu. Onca sıkıntıya katlanmaya değer miydi bu hayat? Ya da kaçış bir kurtuluş olabilir miydi? Son zamanlarda okuduğu kitaplar beladan nasıl kurtulunacağını anlatmıyordu. Öfkeleniyordu yazarlara ama sonradan unutuveriyordu her şeyi.
Tagan, ancak düğünlerde izin verilen rengarenk burkasını giyerek komşusu ile birlikte yola koyulduğunda on ikinci yaşının ikinci dilimindeydi ve kendilerini durduran Afgan polisini gördüğünde yüreğine susmasını, onu ele vermemesini söylüyordu. Sorguya çekildiğinde annesinin ezberlettiği cümleler sayesinde yola devam etmesine izin verilmişti. Gruptan birkaçının aslında kadın kılığına bürünmüş erkek olduklarını fark ettiğinde şaşırmış, Afgan polisinin onları alıkoymasına aldırmadan yola devam edenlerin peşine takılmıştı yeniden. Ezberlediği bahaneleri unutmaktan korktuğu için yanındaki diğer çocukla elinden geldiğince az konuşmaya çalışıyordu. Çocuk ise tüm olanlardan habersiz Tagan’ı sürekli konuşmaya ve oyuna davet ediyordu. Yanındakinin içinde akan nehrin kabarmış olduğunu bilemezdi. Nehir denizleri de aşıp okyanuslara ulaşmak istiyordu. Arkadaşlarının anlattığı balığın öyküsü gibiydi her şey. İkinci kontrol noktasını geçtiklerinde, çocuk annesinden aldığı bilgilerle sınırın iki yüz elli metre gerisinde olduklarını söylemişti. Düğün kalabalığının sesi sınırın her iki yanındaki askerlerin birbirlerine haykırdıkları kışkırtıcı sözlerin ve pahalı silahların seslerinin arasında kaybolup gidiyordu. Askerlere yaklaştıkça heyecanı artıyor, söylenilen, bağırılan sözlerden tedirgin oluyordu. Ama bir yandan da annesi ile birlikte hayalini kurdukları yaşama çok yakın olduğunu hissetmek ona heyecan ve mutluluk veriyordu.
Düğün yerinde erkekler bir tarafta, kadınlar bir taraftaydı. O da bir kadındı ve yeri kadınların yanı olmuştu planlandığı gibi. İnsanları ayıran ama toprağın birleşmesine engel olamayan tel örgüler düğün çadırlarının çok yakınındaydı ve askerlerden bazıları yüzlerini düğüne dönmüştü. Sınırın her iki tarafındakilerin silahları ve neredeyse üniformaları da birbirine benziyordu tuhaf bir şekilde. Gördüğü rüyalardan, dinlediği masallardan kötülüklerin birbirine benzediğini anımsadı birden. Bu benzerlik düşmanlığa engel olamıyordu tabi. Yapması gereken en önemli adımlardan birini yerine getirmek üzere onlara doğru ilerlemeye başladı. Son bir kez arkasına baktı, bakışlarını düğün alanına doğru gönderdiğinde eksik insanların eksik olmayan yanlarıyla neşelenmeye çalıştıklarını gördü. Annesine duyduğu güvenle buralara kadar gelmişti. Hüzünlendi.
Zenime o hüzünlenme anını yaşıyordu şimdi. Hep güvenmişti o da. Kendisini çevreleyenlerde bulduğunu sanmıştı güveni. Onların da bu yaşananlara neden olan tortuların içinde debelenip durduklarını şimdi anlıyordu. Siyah cücelerin kendisini kuşatmasına son vermeliydi artık. O kuşatmayı yarmalı, defalarca parçalayıp attığı aynalar gibi uçurumdan aşağı fırlatmalıydı. Kendisine sunulan yasak meyveleri elinin tersiyle itmeli ve yeniden yeşertmeliydi hayatı.
Tekrar önüne, askerin kendisini karşılayacağını bildiği noktaya dönmüştü Tagan. Asker demek ölüm demekti aslında. Patlayan bombalar havada uçuşan cesetler, küfürler, baskılar demekti. Yeşermekte olan hayata düşmanlık demekti. O ise bu askerden hayat dileyecekti. Göz göze geldiler. Tele dokunup sesini duyuracak uzaklığa gelmişti işte. Annesini ve yarım babasını düşündü. Büyüdüğü evini, açlığını ve çocuksuz dünyasını geçirdi gözlerinin önündeki perdeden. Sözleriyle ikna edemezse, sevgiliye adadığı, kendisi için çok değerli olanı sunacaktı askere korunma amaçlı ilacını içtikten sonra. Annesi sıkı sıkı tembihlemişti.
Bu bölümde ne kadar çok heyecanlanıp kumandanı “beklet” düğmesine basmış olduğunu anımsadı. Kalkıp kendisine acı bir kahve yapmıştı. Şimdi de öyle yaptı. Yaşananları, Tagan’ı, annesini düşündü. Nasıl kaldırıyordu bu hayatı. Nasıl kaldırıyorlardı? Her tarafları tanrılarla kuşatılmıştı. Kurban olmak neden kadınlara düşmüştü.
Tagan’ın sınır bekçisini ikna etmek için yanaştığı sahneyi anımsadı. Tam ağzını açtığında bir sesin onunkinden önce davrandığını görünce nasıl şok olmuştu. Ardından da toz bulutlarına karışmış gökkuşağı renginde burkaların uçuşmakta olduğunu görmüş ve ikinci bir ses dalgasının kızın da kendisinin de hayallerini alıp götürdüğüne tanık olmuştu.
Kuraklığın yarattığı çatlaklar bulamadıkları yağmur damlalarının yerine başka şeyleri yutmuşlardı yine. Son sahnede güneşin sıcaklığı okşuyordu Tagan’ın yanaklarını. Topraktan geldiğini sandığı sesin çocuğun yüreğinden olduğunu anladığında sevinçle hüznün buluşması yansımaktaydı yüzüne. Tagan kendisine hangi dilde seslenmekte olduklarını anlamaya çalışıyordu filmin son karesinde. Senarist kızı yaşama ait kılmıştı ölüme değil. Az da olsa sevinmişti Zenime.
İzlediklerini anımsamak sarsmıştı Zenime’yi. Nereye ait olduğunu sorguladı yeniden, filmin sonunda yaptığı gibi. Hemen aynanın karşısından çekildi. Nerede olduğunu düşündü bir an için. Dünyanın hangi toprağındaydı? Duyguların her yerde birbirine benzer olduklarını öğrenmişti. Gerçekliğin yüzüne vurması ile düşüncelerinin ölümcül çatışmasına rağmen halen hayatta olduğuna şaşırıyordu Zenime.
HAMİT ERGÜVEN