İktisat Sanatı
“Ekonomi kelimesini ilk defa kullanan Xenophon (MÖ 441-352), onu hanehalkı yönetim sanatı olarak tanımlamıştır. Kullanılan kavram techne’dir. Aristo, oeconomicus (economics) ve krematistik (chremastics) kavramlarını birbirinden ayırmış, krematistiki servetin elde edilmesi sanatı olarak tanımlamıştır. Bu gün açısından bunlar arasında bir ayrım yoktur, ama ortak noktaya dikkat çekmek gerekir, gerek Xenophon, gerekse Aristo her iki kavramı da episteme içinde değil, techne (sanat) içinde değerlendirmişlerdir (Raworth, 2018). Kısaca kadim Yunan’da iktisat sanat terimidir ve uygulamaya, pratiğe ilişkindir. “
Yukarıdaki alıntıdan yola çıkarak, 197O’li yıllarda İktisatçılar Haftası’nda yapılmış iki konuşmanın İktisat Dergisi’nde yayımlanmış biçimleriyle, yeniden hatırlamak ve hatırlatmak düşüncesiyle pazartesi14.com içerisinde yayımlıyoruz.
Nicholas Kaldor, Dünya Ekonomisinde Enflasyon ve Durgunluk, İktisat Dergisi, Sayı: 151, Ocak 1977, s. 5-15
Joan Robinson, Analitik Bir Sistem Olarak Emek-Değer Kuramı, İktisat Dergisi, sayı: 166, Nisan 1978, s.17-27
Prof. Dr. Joan ROBİNSON (*)
Cambridge Üniversitesi
— I —
GİRİŞ
Joseph Schumpeter «Capitalism, Socialism and Democracy» adlı yapıtında Marx’ı bilgili ve titiz bir analitik iktisatçı olarak tanımlar. (1)
«Dahî ve peygamber olarak isimlendirdiğim bir yazar konusunda bu öğeye bu denli önem verilmesi gerektiğini düşünmem garip gelebilir. Ama bunun önemini kabul etmek gerekir. Belli bir görüşü doğrulamak için uğraştığı her ne kadar kuşku götürmezse de Marx’ın kendini geliştirmek ve üzerinde ustalaşmaya değer ne varsa ustalaşmak için harcadığı bu bitip tükenmeyen çaba, bir takım ön yargılardan ve bilimsel olmayan amaçlardan kendini bir ölçüde kurtarmasına yardımcı olmuştur.
Bu güçlü zekâ için bir sorunla salt sorun olarak ilgilenmek kendine rağmen ağır basıyordu. Kesin sonuçlarının anlamını ne kadar zorlamış olursa olsun. Marx çalışmalarında önce gücünün biliminin önerdiği analiz araçlarını geliştirme, bu araçların mantıksal sorunlarını azaltma ve bilimsel temelleri inşa etme çabasındaydı. Böylece de bütün yetersizliklerine rağmen doğası ve amacı bilimsel olan bir kuram ortaya koydu.
Marx’ın saf iktisadi alanda yaptıklarının özünün hem taraftarları hem de düşmanlarınca yanlış anlaşılmasının nedenlerini görmek zor değildir. Taraftarları için o sadece profesyonel kuramcı olmanın çok üstündeydi ve yaptıklarının bu yanına çok fazla önem vermek onlara kâfirlik gibi geliyordu. Marx’ın tavırlarına ve tartışmalarını koyuş biçimine tepki duyan düşmanları ise onun çalışmalarının bazı kısımlarının başka ellerce sunulduğu zaman son derece büyük değer verdikleri türden şeyler olduğunu teslim etmeyi bir türlü kabullenemiyorlardı.”
Açıktır ki, Ortodoks akademik iktisat Marx’ı ciddiye almayı reddetmekten dolayı büyük ölçüde fakirleşmiştir. Avusturyalıların Bucharin’in Economic Theory of the Leisure Class (Çalışmayan Sınıfın İktisadı) olarak alay ettiği yüzeysel kuramı, Marshall’ın J. B. Clark tarafından «sermayenin marjinal etkinliğine indirgenmiş olan faiz haddini «beklemenin ödülü» olarak alan faiz anlayışı, üretimin kendisinin bir tur mübadele olarak ele alındığı Walrascı genel denge kuramındaki gelişmeler hep Marksizm’e karşı bir savunma olarak geliştirilmiştir.
Şimdi bütün bunlar akademisyenler tarafından cevaplandırılamadıkları için baskı altında tutulmaya çalışan iç eleştirilerle ve bugünün dünya piyasa ekonomisindeki krizlerin sorunlarıyla başa çıkabilecek herhangi bir araç önerememe konusundaki açık yetersizliği nedenleriyle hissedilir bir şekilde çözülmektedir. Akademik öğretinin bugünkü yürekler acısı durumu önemli ölçüde, Marx tarafından ortaya konan sorunları göz önüne almayı reddetmesinin bir sonucudur.
Aynı zamanda Marksizm’in fakirleşmesinin nedeni de, Marx’ın miras bıraktığı analitik aygıtın geliştirilip rafine edilmemesindendir. Schumpeter Marx‘ın hem bir peygamber hem de bir bilim adamı olduğunu söyler. Bir insanın peygamber veya bilim adamı olarak tanımlanması arasındaki fark onun ne söylediğinde değil, onun nasıl kabul edildiğindendir. Bilim adamının izleyicilerinin görevi bilgi düzeyi yükseldikçe sorunlarının doğruluğunu araştırmak ve hipotezlerini yeniden tanımlamaktır. Peygamberi izleyenlerin görev ise onun söylediklerine inanmaktır. İnançlar kolayca bağnazlığa doğru kayabilir, çünkü müritler doktirini doğru olarak anladıklarından hiçbir zaman emin değillerdir. En sağlam yol üstadın derslerini onun kendi sözcükleriyle tekrarlamaktır.
Batıdaki Marksistler akademisyenlerce o denli hırpalanmışlar ve ezilmişlerdir ki, Marksist terminolojiyi bir savunu aracı olarak benimserler ve bu terminolojiyi akademisyenlerin öne sürdükleri anlaşılmazlık bahanesini onların elinden alacak bir dile çevirmeyi reddederler. Şimdi ortodoks kuram açık bir kargaşa içinde olduğuna göre, bu tür tartışmalar batılı Marksistlerin teşvik etmek istedikleri siyasal iktisadın yeniden canlanmasını teşvik edeceğine geciktirmektedir.
— II —
KAPİTALİZMİN NİTELİĞİ
Marx ekonomik analizini İngiliz iktisatçılarına, özellikle Ricordo’ya dayandırmıştır ama onlarda olmayan bir öğeyi sistemine dahil etmiştir: Kapitalizmin belli tarihsel koşullarda gelişen ve kendi iç özelliklerine bağlı olarak dönüşüme uğrayacak belli bir iktisadi sistem olduğu görüşü.
Sanayi kapitalizminin ortaya çıkışı bir yandan bir proletaryanın -yani, toprak üzerinde hiçbir hakkı bulunmayan veya hiçbir üretim aracına sahip olmayan pek çok ailenin, dolayısıyla, ücret karşılığı çalışacak çok sayıda kişinin- varlığını, diğer yandan, kâr sağlayacak biçimde kullanılabilecek büyük servet birikimine sahip olan az sayıda ailenin varlığını gerektirdi. Hiçbir akademik iktisatçının bu apaçık gerçeği yadsıyacağını sanmıyorum. Ama onlar kuramlarını bu gerçeği gizleyecek biçimde geliştirmişlerdir.
İngiltere’de proletarya bir nüfus patlaması olurken kapitalizmin tarım kesimine girmesiyle ortaya çıkmıştır. Sayısı artan tarım üreticilerinin köylü mülklerinin parçalanması yoluyla tarım kesiminde emilmeleri yerine, işgücü-toprak oranı cari ücret haddinde da kârlı olarak kullanılabilecek işçi sayısı tarafından sınırlandırılmıştır.
Fizyokratların iktisadi kuramı ile A. Smith’in iktisadı kuramı arasında keskin bir kopma vardır. Fizyokratlar üreticilerin, yanı kiracı çiftçi ve zanaatkârların sürekli olarak kendini yenileyen ve ailelerinin geçimliğini kapsayan işletme sermayesine kendilerinin bizzat sahip olduğunu ve bunu bizzat kendilerinin yönettiğini veri olarak almışlardır. (Köylüler kira ödemek zorundadırlar, kendilerinin yeniden üretimi bir fazla yaratır, oysa zanaatkârlar ürünlerinin satışından sadece yaşamlarını sürdürmeye ve girdi stoklarını muhafaza etmeye yetecek miktarda gayri safi bir kazanç elde ederler.) Adam Smith ise işçilerin ücretle istihdam edildiklerini ve iş verenler tarafından kâr biçiminde bir fazlanın ele geçirildiğini varsayar.
Potansiyel bir işgücünün tarım kesiminden çıkarılması sanayide istihdamı hiçbir şekilde garantilemez. On sekizinci yüzyılda İngiltere’ de aristokrat asilzadelerin savurganlık geleneğine sahip olmayan bazı ailelerin ellerinde ticaret yoluyla büyük servetler birikmişti ve bu sermaye sanayi yatırımları için hazır bir fondu.
Kapitalizmin tarihsel gelişiminde üçüncü bir öge daha vardı: Teknolojik ilerlemeyi sağlayan bilimsel ihtilâl. Fabrika sistemi kendi işinde zanaatkâr olarak çalışınca yapmak isteyeceklerinden çok daha fazla işi belli soyda bir işgücüne yaptırabilecek bir araçtı ve Steve Marglin’in belirttiği gibi Adam Smith’in iş bölümü bir teknik tasarruf sağlama yolu olmaktan çok disiplin sağlayıcı bir araçtı. Her şeye rağmen sanayi bu araçlarla çok ileriye gitmezdi.
Bilimin teknolojiye uygulanmasının özü enerjinin (başlangıçta sadece su akıntılarının) insanın adale gücüne yardımcı olarak kullanılabilecek duruma getirilmesiydi. Bu büyük işçi gruplarının tek bir kontrol sistemi altında istihdam edilmesini ve bu tür istihdamda da hiçbir zanaatkarların tek başına üstesinden gelemeyeceği bir mali yatırımı gerektiriyordu. Sanayi kapitalizmi buradan kalkarak gelişmeye başladı. (Sanayinin gelişmesinde Marksistlerin yeterince vurgulamadıkları dördüncü bir koşul daha vardı: Tarımın kendi gereksinimlerinin üstünde, kentsel nüfusun, kamu yönetiminin ve savaşın gereksinimlerini karşılamaya yetecek kadar fazla ürün yaratabilmesi)
Marx kapitalizmin gelişmesini emek değer kuramı ile açıklar. Kâr üreticinin zahmetinden veya ödenmeyen emek gücünden elde edilen artık değerdir. Yatırım ve teknik gelişme kapitalistleri harekete getiren durmadan daha çok artık değer elde etme hırsından kaynaklanır. Sınıf savaşı işçilerin ücret payı ve çalışma koşulları için verdikleri mücadelelerden doğar. Devlet aygıtı kapitalistlerin işçileri baskı altında tutmalarına yardım etmek için tesis edilmiştir.
Sistemin bu şekilde tanımlanması işçilere mücadelelerinde yardımcı olmak amacını güden güçlü bir ideolojik içerik taşımaktadır ama bunu dogmatizm haline getirmek tanımın analiz yöntemi olarak yararlılığını azaltmaktadır.
Sömürü kuramının iki ciddi zayıflığı vardır: İlk olarak, kuram sanayi ihtilâlinin kökeninin ve eskiden sömürge olan birçok ülkeye bugün nüfuz edişinin inandırıcı bir tasvirini veriyorsa da başarılı kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfının mal ve hizmet tüketimi düzeyinde görülen çok önemli artışlarla kolayca bağdaştırılamaz. Olduğu gibi okunduğunda Kapital‘in birinci cildi, kapitalizm geliştikçe gerçek ücret düzeyinin az çok sabit kalacağını öngörür görünmektedir. Sermaye nüfus artışından daha hızlı biriktiği zaman yedek işçi ordusu istihdam tarafından emilir ve gerçek ücretler yükselir. Gene aynı nedenle birikim yavaşlarken nüfus artmaya devam eder. Aynı zamanda, emek tasarrufu sağlayan yenilikler her birim yatırımın yarattığı iş sayısını azaltır. Bu şekilde yedek işçi ordusu yeniden ortaya çıkar ve gerçek ücretlerdeki geçici artış süreci tersine döner. Üçüncü ciltte (Marx bunu hiçbir şekilde istediği gibi bitirememiştir) gerçek ücretlerin artmasının beklendiği acıktır, çünkü teknik ilerleme sürdükçe sömürü oranının aşağı yukarı aynı kalacağı varsayılmaktadır. Sabit bir sömürü oranı ücretlerin net ürün içindeki payının sabit olacağı anlamına gelir, net ürün artan mal üretimi akımı olarak alınırsa, gerçek ücret hadleri yükselmektedir. Marx ve Engels’in yazılarında gerçek ücretlerin artacağını söyleyen birçok pasaj vardır ama öyle anlaşılıyor ki modern kapitalizmin kendi emek gücünün ihtilalci gazabını ne ölçüde satın alabileceğini de göremedikleri açıktır. Bu işçilere kendi yaşam düzeylerinin üçüncü Dünya’nın süper sömürüsü sayesinde sürdürülebileceğini söylemek siyasal bir talihsizliktir. Çünkü bu ırkçılığı beslediği gibi analitik olarak da gerçeğin yarısı hatta çeyreği bile değildir.
Modern dünyayı tartışırken emek-değer ve sömürü dilinin kullanılmasının ikinci sakıncası sosyalim kavramı ile İlgilidir. Marx kapitalizmi ortadan kaldıracak İhtilâlin birikmiş ve teknik gelişme ile ilgili büyük tarihsel görevin yerine getirildiği en gelişmiş sanayi merkezlerinde olacağını öngörmüştür. O zaman sınıf savaşı sona erecek ve bundan böyle toplum kaynaklarını toplumsal ihtiyaçlarını karşılamak üzere akılcı bir biçimde kullanabilecektir.
Sosyalizm, artık bir hayal değildir. Bugün Birleşmiş Milletler dokümanlarında titiz bir biçimde «tümüyle planlanmış ekonomiler» olarak adı geçen ülkeler vardır. Marx’ın öngördüğünün tersine, şu zamana kadar ihtilâller sınai olarak geri kalmış ülkelerde gerçekleştirilmişlerdir. Demek ki, bu ülkelerin asıl ihtiyaçları hızlı sermaye birikimini sağlamaktı ve planlama bunu başarmakta etkin bir araç olduğunu kanıtlamıştır.
Sermaye birikimi tüketim için olmayan üretim araçlarını (ve savunma araçlarını) üretmek üzere çalışmak demektir. Doğaldır ki yatırılabilir fazlanın elde edilmesi Sovyet dünyasında sömürü olarak tanımlanmamaktadır. Kapitalizmde artık değerin kapitalistlerin kendi özel çıkarları için elde edildiği söylenir. Sosyalizmde ise işçiler yatırımları kendi gelecekleri için yapmaktadırlar. Ama gelecek oldukça uzaktadır ve bu sırada sanayi teknolojisi her girdiği yerde aynı koşulları empoze etmektedir.
«Değer yasası» Sovyet dünyasında anlamını tamamen değiştirmiştir. Orada bu, tüketim mallarının arzı ve talebi arasında bir dengenin korunması gereği anlamına gelmektedir. Akademik iktisada Marx’ın herhangi bir, kavramından çok daha yakın bir kavram bu.
Bir uluslararası işçi hareketiyle ilgili büyük hayal 1914’ün Ağustos’unda darmadağın edilmiştir ama Marksizm adına yapılan ilk ihtilalin ortamını hazırlayan da bu savaş olmuştur. O zamandan beri olan her şeyi Marx’ın öngördüklerinin çizgisine oturtmaya uğraşmak yerine, bu öngörülenlerin neden gerçekleşmediğini anlamak için Marx’ın kendi tarihsel çözümleme yöntemini kullanmaya çalışmak çok daha iyi olacaktır.
— III —
ÜRETİMİN (OUTPUT) BİR ÖLÇÜTÜ
Emek-değer kuramının bir yanı, Marx’ın üretim sürecini çözümlemek için kullandığı bir yöntem olmasıdır. Bir malın değeri, bu malı üretmek için gereken emek-zamanı saatlerinden ibarettir. Veri bir işgücünün istihdamından doğan -örneğin yıllık- üretim akımı uygulanan emek-zamanı akımı ile gösterilebilir. Ricardo ulusal geliri ölçmede kullanılabilecek bir mutlak değer birimi ararken epeyce eziyet çekmiştir. Marx emek-zamanını birim olarak kabul etmek suretiyle sorunu atlatmıştır. Bu yöntemin büyük avantajı kullanımdaki değerin mübadeledeki değerle ilişkisine ait eski bilmeceye takılıp kalmadan Marx’a nicel terimlerle düşünme olanağını vermesiydi.
Marx gayrisafi ve safi üretim arasındaki farkı çok iyi kavramıştır. (c + v + s) formülünde c, mevcut üretim araçları stokunun yıpranması anlamına gelir, v + s ise ücret ve artık değer, yanı üretimden stokun yenilenme payı çıkınca kalan kısmın değeri, yanı net üretimdir.
Marx c’yi geçmişte üretildiği zaman stoka eklenmiş bulunan ve kullanıldıkça serbest kalan değer olarak ele alır. Bu pek de yeter olmayan bir yaklaşım. Şimdi hepimizin gayet iyi farkında olduğu gibi, cari üretimde kullanılan enerji ve hammaddelerin bir kısmı yenilenemeyecek kaynaklardan elde edilir, bu kaynakların katkısı sadece onları topraktan çıkarmak için kullanılan emek ile değerlendirilemez. Ama Marx’ın sembolleri bu noktayı gayet açık olarak görmemize yardım ederken, “sermaye”nin akademik kavramlaştırılmasında her şey birbirine karıştırılarak bulanıklaştırılmaktadır.
Net üretim akımının değeri, v+s. bir yılda çalışılan toplam adam saatinden oluşur, v, işçiler tarafından tüketilen ücret mallarının değeri, s, rantiye tüketiminin ve yatırımının değeri, yanı kâr harcamalarıdır. Bu toplam yöntemi Marx’ın düşünme uygunsa da mümkün olan tek değildir.
Belli bir ülkenin geçen yıldaki ulusal geliri olmuş bir olaydır objektif gerçeğin bir parçasıdır. Bu üretilen malların ve parasal ödemelerin gerçekleşmiş akımlarıdır. Bunu basit bir yolla anlatmak yeterli değildir, çünkü son derece karmaşık bir bütün oluşturur. Herhangi bir ölçüt, sınırlılıkları göz önüne alınarak, bilinçli bir şekilde kullanılmak zorundadır. Bugün istatistikler parasal ödemeler akımları olarak mevcut olduklarından kullanılabilecek en iyi ölçütü oluştururlar. «Burjuva» kategoriler içinde sunulan bilgileri kullandığımızdan dolayı emek-değer kuramına ihanet etmiş veya kârların “sermayenin verimliliği”nin ölçütü olduğu görüşüne teslim olmuş olmayız.
Sömürü oranı s/v, bütün sanayi için ücret fonunun tek kârlara oranı olarak yorumlanabilir. Ücretlerin katma değer içindeki payı yararlı ve önemli bir bilgidir ve bu Marx’ın değer kategorilerine tam uymuyor diye yadsınmamalıdır.
Kişi/yıl başına ortalama parasal ücreti ve istihdam hacmini biliyorsak, v’ye tekabül eden ücret fonunu bulabiliriz. Sömürü oranım bilirsek s’ye tekabül eden net parasal kâr akımını bulabiliriz. C’nin yenilenme maliyetini buna eklersek gayrisafi kâr akımını elde edebiliriz. Hesaplamaların parasal olarak yapılması değer olarak yapılmasından iki nedenle daha uygundur: Mükemmel olmasalar da istatistiklerin elde edilmeleri daha kolaydır ve değer hakkında hiçbir şey bilmeyen müteşebbislerin kararlarını parasal kâr oranları etkiler.
— IV —
FİYATLAR
Marx malların fiyatlarının belirlenmesi kuramını klâsik iktisatçılardan devralmıştır. Klâsik iktisatçılar için değer kuramı önemli ve muammalı bir sorundur ve Marx’ın değer kuramına kapitalizmin özünü anlamada temel anahtar olarak verdiği önem onun klasiklerden devraldığı bir mirastır.
Marx kapitalizm – öncesi ekonomilerde malların (kunduz-geyik) mübadelesinin emek maliyetiyle orantılı fiyatlar üzerinden yapılması doktrinin Adam Smith’den almıştır. Bu yüzden de basit mal üretimi bağımsız zanaatkârlar- ekonomisinde malların değerlerine göre mübadele edileceğine inanıyordu. Bu bana hiç inandırıcı gelmiyor. Mübadele İhtisaslaşmayı gerektirir. Eğer her aile kendi kullanımı için gerekli hayvanları avlayabilseydi veya kendi kullanımı için gerekli malları üretebilseydi mübadele ve fiyatlar olmayacaktı (malların daha kolay veya zor elde edilmesi açısından farklı öznel maliyetleri olsa bile). Zanaatkârlar kendi mesleklerinin beceri ve bilgisi ne uygun olarak ihtisaslaşacaklarına göre her türlü emek faklı olacak ve saat olarak kıyaslanamayacaklardır. Zanaatkârların her biri uygun araçlara sahip olacaklar ve ailelerinin geçimliğini de içeren işletme sermayelerini yöneteceklerdir. Stokun ve çalışmanın sürdürülmesi üretimlerinin maliyetini oluşturacaktır. Kazançlar bir türlü adil fiyat kavramına göre saptanabilir veya arz ve talep tarafından etkilienmeleri gerekecektir. Aslında ortodoks piyasa fiyatı kuramı kapitalizme değil, bu tür bir ekonomiye uygulanabilir.
Piero Sraffa tarafından yeniden ifadelendirildiği şekliyle Ricardo’nun kapitalizmde fiyat kuramı tüm olarak tutarlıdır. Sermaye üzerindeki kâr oranı, -tedavül döneminin uzunluğu da dahil- üretimin teknik koşulları ve ücret mallarının üretim maliyeti tarafından belirlenir. Rantın etkisini ortadan kaldırmak için, üretimin rant getirmeyen marjinal toprakta yapıldığı varsayılmaktadır. Gerçek ücret asgari geçim düzeyinde değil, Marx’ın emekgücü değeri dediği düzeyde saptanmıştır. Dolayısıyla, her tür malın maliyeti onu üretmek için gerekli emek zamanı artı malı üretmek ve pazara getirmek için gerekli süre boyunca yatırılmış sermaye değeri üzerine cari oranda konmuş kâr tarafından belirlenir. Malların fiyatlarının emek-değerinden farklı olması çeşitli üretim tekniklerinde kulandan kapital-emek oranına bağlıdır.
Marx ise işe ters taraftan başlar. Yeknesak (uniform) bir sömürü oranı varsayar, böylece kârın satış hasılatı içindeki payı bellidir Bir bakıma, kâr payı kâr oranından çok daha önemlidir. Kâr payı fiili ödeme ve gelir akımlarını temsil ederken kâr oranı zihni bir hesaplamadır. Kapital‘in 1.cildinde tartışmalar değerler açısından yapılmamıştır ve malların değerlerinin fiyatlarıyla İlişkisi tartışması yoktur. Cilt III’de yeknesak bir kâr oranı varsayılır ve Rlcardo’nun fiyatlarına tekabül eden «üretim fiyatları» hesaplanır. (Ama Marx bu hesaplamayı tam olarak bitirememiştir). Fiyatların değerlerle olan ilişkisi, çok geniş, karmakarışık tartışmalara yol açmıştır oma bütün bu yaygara boş yere koparılmıştır. Sraffa, değeri bir malın üretiminde gerekli dolaysız ve dolaylı emek-zamanı olarak açıkça formüle eden tek yöntem modelini geliştirmiş ve kar oranı düzeyi yoluyla değerlerin fiyatlarla sistematik olarak nasıl ilişkili olduğunu göstermiştir. Bu, krizlerin olmadığı, sabit bir büyüme hızıyla üretimde bulunan kapitalist bir ekonomide sömürünün nasıl işlediğinin basitleştirilmiş bir resmini verir.
Bu arada, Sraffa kuramının kârı “sermayenin verimliliği”nin ölçütü olarak alan kâr kuramını yıkmak gibi büyük bir avantaja da sahip olduğunu belirtelim.
— V —
BİRİKİM VE EFEKTİF TALEP
Marx‘ın çözümlemesinin en değerli yanlarından biri genişletilmiş yeniden üretim şemasıdır. Michael Kalecki, Keynes’in istihdam kuramı olarak bilinen kuramın kendi versiyonunu ve kapitalist, sosyalist ve azgelişmiş ülkelerde sermaye birikimi çözümlemelerini bu temel özerine oturtmuştur.
Tartışma, Marx’ın bıraktığı yerden alınarak çağdaş sorunlara uygulanabilecek şekilde uyarlamaları gerektiriyor. Marx kesimler arasında yapılan mübadeleleri değer bakımından tasvir etti. Ama fiyatlarla uğraşmak daha kolaydır ve ikinci olarak, Marx emek kullanarak değer yaratılması sürecini malları satarak artık değerin elde edilmesi sürecinden ayrı olarak ele alıyordu.
Kalecki’nin modelinde kârın bu iki yönü bütünleştirilmiştir. Kesim I’deki harcamalar, yani gayrisafi yatırımlar ve kesim III’deki rant geliri harcamaları, yani lüks mallar harcamaları, kâr akımını gösterirken, bütün üç kesimdeki ücret fonu kesim II’de toplam ihtiyaç malları üretim akımı alımlarını meydana getirir.
Yedek işçi ordusu var olduğu zaman yatırımlardaki artış, kârları yükseltir, bu da her üç kesimdeki istihdamı arttırır. Kâr bekleyişleri herhangi bir nedenle düştüğü zaman yatırımlar azalır ve gerçekleşen kârlarda ve istihdamda düşme olur. Bunlar realizasyonun kısa dönemli boyutlarıdır.
Ayrıca uzun dönemli ilişkilerin de ele alınması gerekmektedir. Sermaye, bir süredir nüfus artışından daha hızlı birikiyorsa yedek işçi ordusu, istihdam tarafından emilecektir. Dolayısıyla işçilerin pazarlık güçleri artar, gerçek ücret oranları yükselebilir ve kârın payı düşer. Bu yatırımları caydırabilir ama böyle olmayabilir de.
Eğer sermaye birikimi dürtüsü güçlüyse, işgücü sıkıntısı işçi başına üretimi artırmayı hedefleyen teknik yenilikleri teşvik eder. Bu, kâr oranındaki düşme eğilimini durduracak biçimde yatırım artışına yol açabilir.
Genel olarak Marx’ın birikim ve krizlerin ortaya çıkışı ile ilgili çözümlemeleri kapitalizmin tarihini ve planlı ekonomilerin sorunlarını anlamak için bir temel sağlar. Fakat Marx’ın teknik değişmeye yaklaşımı, sermayenin organik bileşimi kavramındaki karışıklıkla ve sermaye- emek oranında artmayı gerektiren yeniliklerin kâr oranının düşmesine neden olacağı görüşüyle zedelenmektedir.
Bu güçlük Marx’ın üretimi sadece değer olarak ölçmesi ve herhangi bir fiziksel üretim ölçütüne sahip olmamasından kaynaklanmaktadır. Teknik gelişmenin özü her değer birimi başına ürünü artırmaktır. Teknik yenilikler, sermaye-yoğun olsalar bile, gerçek ücret oranları sabit kaldığı veya kârın sabit bir oranı olarak artığı zaman kâr oranının yükselmesine olanak verirler. İstihdam edilen işçi başına kâr oranı artmadığı sürece kapitalistleri işçi başına yatırımı artırıcı teknikleri içeren makina ve teçhizatı kullanmaya zorlayacak hiçbir güç mevcut değildir. Daha iyisi yoksa eski teknikleri kullanmaya devam etme seçeneği her zaman açıktır.
Modern teknolojide artan sermaye-emek oranının çok ciddi sorunlar yaratmasının nedeni kâr oranlarını düşürmesi değil, işgücü gereksinimlerini azaltması ve çok gelişmiş ekonomileri kısa dönemli zenginlik dönemlerinde bile işsizlikle tehdit etmesidir. Bu, planlı ekonomilerin ilke olarak kaçınabilmeleri gereken bir sorudur.
Çeviren : Dr. Tülay DEMİRLER
(1) a. g. E, Bölüm III.
(*) 1977 Aralık ayında 4. İktisatçılar Haftası İçin İktisat Fakültesi Mezunlar Cemiyetinin davetlisi olarak Türkiye’ye gelen yazar bu makalesini ilk defa Dergimizde yayınlanmak üzere özel olarak hazırlamıştır.