1962’de yayınlanan, Yunanistan‘da 50‘nin üzerinde baskı yapan, dünyada 10 dile çevrilen
‘Benden Selam Söyle Anadolu‘ya‘, özgün adıyla ‘Kanlı Topraklar‘ (Matomena Homata)
1970′li yıllarda Türkiye‘de en çok okunan romanlardan biridir. Kitap; 1982 yılında Abdi
İpekçi Türk-Yunan Dostluk Ödülü‘nü almıştır.
Yunanlı kadın yazar Dido Sotiriyu 18 Şubat 1909‘da Aydın‘da doğdu. Sol görüşlü ve
militan kişilikli Sotiriyu, özellikle ülkesinde kadın hakları mücadelesinde ön saflarda yer almış
bir kadın yazardı. Çocukluk yılları Aydın‘da geçti. 1922 yılında 13 yaşındayken Yunanistan‘a
amcasının yanına göç etmek zorunda kaldı. Ailesi daha sonra göçtü. Göçmek zorunda
kalmanın verdiği acılar ve ailesinin kısıtlamaları yüzünden zorlu bir hayat geçirdi. Ailesinin
karşı çıkmasına karşın öğretim üyesi oldu. Alman işgali sırasında, 1940-45 yılları arasında
yeraltı basınında önemli görevler aldı. 1986‘da Livaneli ve Teodorakis‘in girişimiyle kurulan
Türk-Yunan Dostluk Derneği kurucuları arasında yer aldı. 23 Eylül 2004 tarihinde yaşama
veda etti.
“Bana bir mum yak. Belki Allahlarımız da bizim gibi arkadaş olurlar“
Edebiyat ne zaman sadece dostluğun ve kardeşliğin türküsünü söyleyecek; bilemiyorum,
hepimizin Allahları arkadaş olduğunda mı? Diyelim ki bir mucize oldu, Allahlarımız arkadaş
oldu, peki ya ten rengimizin, doğduğumuz toprakların, milliyetimizin farklılıklarını ne
yapacağız?
İnsanın doğduğu topraklarda düşman haline getirilmesi, dışlanması, evinden sökülüp
alınması nedeniyle çektiği acılar anlatılmıyor tarih kitaplarında. Biz savaşları, barışları, cesur
komutanların, kahraman ya da kalleş devlet başkanlarının adlarını ezberleyip duruyoruz. Zafer
ya da yenilgilerin tarihlerini biliyoruz. Şu kadar insan göç etti, şu kadar insan öldü, şu kadar
insan şuraya yerleştirildi. Peki ne oldu o insanlara, evlerinin kokusunu unutabildiler mi, ya da
bahçedeki ceviz ağacını? Kaç kişiyi bırakıp gittiler doğdukları topraklarda, kaç gencecik
fidanın umutları kırağı yemiş bahar dalları gibi soluverdi bir anda. Ne yaptı o insanlar, başka
bir evdeki ilk gecelerinde ne hissettiler, tanıdık bir akşamüstü yaşadılar mı bir daha ya da hiç
yabancı gelmeyen bir yağmur kokusu doldurdu mu içlerini?
İyi ki edebiyat var, yoksa kimsenin uğramadığı mezarlıklara benzeyen, artık boş, kimsesiz
bir köyün hikayesini kim anlatırdı bize. Birileri bu günleri de anlatacak elbet. Ortadoğu‘nun
kadim halklarının paramparça olan hayatlarını, yanı başımızda yerle bir edilen koskoca
ilçeleri, yitirdiği çocuğunu evinin buzdolabında muhafaza eden annenin acısını birileri
anlatacak bir gün. Bütün bu kapkara acılar bembeyaz sayfalara düşecek, usul usul ağlayacak
okuyanlar, kahırlanacaklar, isyan edecekler ama ne yazık, dünya değişmeyecek daha, dönecek
kan ve gözyaşıyla.
Dido Sotiriyu, Benden Selam Söyle Anadolu’ya adlı romanında işte tam da bunları
anlatıyor bize, önce 1910‘lu yılların bir Ege kasabasına gidiyoruz, romandaki adıyla Kırkıca
yani bizim Şirince, cennetin bir parçası, bir dağ köyü. Önünde denize kadar göz alabildiğince
Efes Ovası uzanıyor, verimli, hayat dolu topraklarında incirler, üzümler, meyve ağaçları,
zeytin, Allah ne verdiyse yetişiyor. Bir masal ülkesi sanki, yoksul, çalışkan insanlarıyla,
çiçeklerle bezenmiş evleriyle bir Rum Köyü. 1914‘e kadar köyde adam öldürüldüğü işitilmiş
değil, herkesle dost, yakındaki Türk köyleri ile de dost bir köy Kırkıca. Yüzyıllardır birlikte
yan yana dostça yaşamış iki halk birbirlerinin bayramlarını kutluyor, birbirinin acısına saygıyla
ortak oluyor. Romanın kahramanı Manoli Aksiyotis ve ailesini ilk sayfalarda tanıyoruz hemen.
Otoriter, çocuklarına karşı acımasız ama çalışkan ve sayılan bir baba, yumuşak, sabır taşından
farksız bir ana, sıktığı taşın suyunu çıkarmaya hazır, her gün tarlada saatlerce alın teri döken
çalışkan çocuklar, Ege köylüleri. Her şey alt üst oluncaya dek, her şey olağan akışında gidiyor,
dünya nasıl dönüyorsa burada da işler aynı şekilde yürüyor. Köylünün binbir emekle
yetiştirdiği ürünü ucuza kapatmaya çalışan tüccarları, büyük toprak sahiplerini, kaçakçıları,
kabadayıları ile İzmir‘i de tanıyoruz, Gavur İzmir‘i.
1912‘deki Balkan Harbi ile işler değişiyor. Jön Türklerin de etkisiyle, kısa sürede
Rumlarda da Türklerde de artık kaderlerinin birbirinden ayrılması gerektiği bilinci ortaya
çıkıyor sanki. Biri kulaklarına usulca düşman olduklarını fısıldıyor. Artık köy kahvelerinde
havadan, ürünün durumundan daha çok politika konuşulmaya başlanıyor.
“Jön Türkler: “Uyan ey uyuşuk ahali“ diyordu halka ama ‘uyuşuk‘ halk ha deyince
uyanmıyordu, dürtüklemek gerekiyordu onu; dürtükleme görevini de Hıristiyanların mağdur
edilmesi ve hatta katledilmesinde görmekteydi.“ (Sayfa: 46)
Romandaki bu sözlere aldanmayın; Sotiriyu‘nun romanında asla kaba bir Yunan
milliyetçiliği yok, Türkleri de düşman bellemiyor. Kendisiyle yapılan bir röportajda Dido
Sotiriyu; “Bir tek düşman vardır: Düşman, ne Türklerdir, ne de Yunanlılar! Düşman, savaştır.
Savaş ve onu körükleyen çıkarlar“ diyor. Yazar, roman boyunca dönemin emperyalist
güçlerinin Anadolu‘nun zenginliklerinden pay kapma savaşını anlatıyor bize. “Anadolu‘nun
zenginliklerini ellerinde tutan Hıristiyan halkların ortadan kalkması gerekiyordu; önce
Almanların daha sonra da müttefik kapitalistlerin yayılıp gelişmelerine engeldi çünkü bu
halklar.“ (Sayfa:109). Manoli roman boyunca düşünüyor, herkesi dinliyor, bazen duyduklarına
isyan ediyor ama hep muhakeme ediyor, anlamaya çalışıyor yaşadığı çağın karanlığında olup
biteni.
Peki neler oluyor? 1914 yılında Yunanistan, Rusya-Fransa-İngiliz emperyalistlerinin
müttefiki olarak; Osmanlı İmparatorluğu, Almanya, Avusturya’ya karşı savaşa giriyor ve
Anadolu‘yu işgale başlıyorlar. Düşmanlık iyice körükleniyor, Manoli‘nin çocukluk arkadaşı
Şevket, bir gece gizlice evlerine geliyor. Türk köylerinde Rumlara karşı yürütülen karşı
propagandayı Manoli‘nin annesine şöyle anlatıyor:
“Başlangıçta, demiş Şevket, kimseyi zehirleyemediler. ‘Haydi canım diyordu köylüler,
bunlara mı inanacağız, kendi gözlerimize mi? Rumlarla yıllardan beri dostluk içinde yaşadık
biz. Aramıza niye kin sokalım?‘ Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır amma, yalan söz de kuzuyu
kurda döndürür. İnsan dediğin zayıf mahluk. Köye gelenler de bizim menfaatimizin sizleri
ortadan kaldırmakta olduğunu söylüyorlardı. ‘Gavurlar ortadan kalkınca, arazileriyle malları
bizim olacak‘ diyorlardı. Hadi bakalım.“ (Sayfa:64)
Hadi bakalım, gavurlar ortadan kalkıncaya kadar dönsün dursun çarklar. Aynı yılın, 1914
yılının sonbaharında amele taburlarına alınıyor yirmisinden kırkına kadar olan Rum gençleri.
Haberi duyuran köy tellalı Kosma; “Ne mutlu kız babalarına! Beş oğlum var, beşi birden
gidiyor… Lanet olsun böyle zamanlara“ diyor. Zaman kötü gerçekten, oysa ne vardı eski
günlerdeki gibi geçip gitseydi hayat. Ölüme değil türkü söyleyerek çalıştıkları tarlalara
gitseydi gençler, anne babalar için endişe dolu bir alaca karanlığa dönmeseydi günler, tek
endişe yağmur olsaydı, dolu olsaydı. Ama olmuyor işte, emir gelmiş bir kere.
Hayat bir cehennem gibi yaşanıyor artık. Ama daha kötüsü de var, daha kötü günler de
gelecek. Rumlar neredeyse ölümlerden ölüm beğenecek bir duruma geliyorlar. Amele
taburlarından sağ çıkmak çok zor. Kaçıp yakalanırlarsa bu da mutlak bir ölüm demek. Rum
kaçakların en büyük korkusu Türk asker kaçakları oluyor. Öldürdükleri Hıristiyanlar bu
kaçakların diyeti oluyor, bağışlanıyorlar. Amele Taburundan kaçan Rumlar saklanmak için
baba ocağına gelince bu sefer de anaların işkencesi başlıyor. Hava kararır kararmaz koca bir
kadınlar ordusu savaşa hazırlanıyor, o dağ gibi evlatlarını, kocalarını nerelere koyacaklarını
bilemiyorlar, “Dört yıl boyunca bu kadınlardan hiçbirisi uykusuna doyamadı, şöyle rahat bir
yemek yemedi hiçbiri“ (Sayfa:61) diyor Manoli.
Kimseye rahat yok artık, daha düne kadar yan yana, dostluk içinde yaşayan halklar
öğreniyorlar birbirilerinden nefret etmeyi. Peki, akışa karşı koyanlar yok mu, var elbette,
bütün roman boyunca kara propagandaya, körüklenen düşmanlığa inatla karşı koyan Rumları
ve Türkleri de görüyoruz. İpten Rumları, Ermenileri alan Türkleri, kaçakları saklayan çobanları, perişan Rum esirlere bir sepet üzüm getiren ve “bunca zaman birlikte yaşadık“ diyen
yaşlı bir Türk köylüsünü. İyiler, aklını ve vicdanını yitirmeyenler inanamıyorlar yaşadıklarına.
Bir Ermeni kafilesinden öldürülmek üzere olan iki çocuğu çekip kurtaran Ali Dayı şaşkın;
Şekspiryen bir ifadeyle şöyle diyor: “Dünya tersine dönüyor, şimdi anladım artık. Batmaya
yakındır bu dünya, batmazsa şaşarım” (Sayfa:105)
Batmıyor dünya, dönüyor bildiğince. Tehcir edilen Ermenilerin hikayeleri, trajedileri de
yaşanıyor eş zamanlı olarak. Türkler Ermenileri göçe zorluyorlar, yüzlerce kadın, çocuk,
erkek yollarda perişan bir şekilde birer birer azalarak ilerliyorlar. 1915 yılı Ermeniler için
büyük bir felakete dönüşüyor. Rumlar için ise başka bir yol düşünülmüş belli ki. Rumlar
ihtimal vermiyorlar Ermeniler gibi olacaklarına, “Bizim arkamızda Yunanistan var“ diyorlar.
Manoli Türklerin, Ermenilere ve kendi halkına karşı yaptıklarını gördükçe bileniyor, hayatta
kalmaya çalışırken Rum ve Hıristiyan kimliğine tutunuyor sıkı sıkıya. Amele Taburundan
kaçıyor, yakalanıyor, tekrar kaçıyor. Mütareke olduğu haberini İstanbul‘da, saklandığı bir
arkadaş evinde alıyor. Türkler yenilmiştir artık, Almanlar, Talatlar, Enverler yenilmiştir. Rakı
balıkla kutluyorlar mütarekeyi. Ama daha her şey bitmemiştir. “Tam da o sırada işte doğru
sözlü, tok sesli, korkusuz bir adam belirdi. Bütün suçları döktü ortaya. Türkiye‘nin dirildiğini
iddia ediyordu bu adam. İsmi Mustafa Kemal‘di. Uzun zamandır Türk anası böyle bir evlat
getirmemişti dünyaya.“ (Sayfa:136)
Romanda böyle tasvir edilen Mustafa Kemal ile birlikte Anadolu‘da yeni bir isyan ateşi
yanmaya başlar. Manoli köyüne döner iki ağabeyi gelmiştir ama kardeşi, o uzun parmaklarıyla
harika resimler çizen Yorgi dönemez, Çanakkale‘de bir İngiliz kurşunu almıştır canını.
Anacığı, ablası, ağabeyleri ile tekrar işe koyuluyorlar. Tarlaları sürmek, ekmek gerekli ama
hiçbir şeyleri yok; ne tohum, ne hayvan, ne de alet. Ama diriltiyorlar topraklarını, gün
doğumundan geceye kadar sadece zeytin ekmek yiyerek çalışıyorlar, doğanın en doğurgan
anası iyi bir ürünle kutsuyor evlatlarını.
Eziyet gördükleri günlerin anıları o kadar taze ki, Rum köyleri silahlanıyorlar. Bu sefer
kaçma sırası Türklere geliyor, Rumların silahlandığını öğrenen Türk köyleri boşalıveriyor bir
iki gün içinde. “Barınak değiştiriyordu korku“ diyor Sotiriyu romanda. Ve 1919 yılında
Yunanlıların İzmir‘e girişiyle işler gerçekten de tersine dönüyor. Kırkıca‘ya kadar geliyor
Yunan ordusu. Düne kadar Osmanlı tebaası olarak askere alınan Rumlar artık Yunan
ordusunun bayrağı altında savaşıyorlar. Türklerin Rumlara yaptıklarını artık Rumlar Türklere
yapıyor. Kim daha güçlüyse, o daha kötü oluyor sanki, düne kadar kendine yapılanlara isyan
eden Rumlar, hemen zalim kesiliyorlar. “… Ve bir an olsun jandarmalar bizim evlerimize
girdiği vakit duyduğumuz dehşeti hatırlayamıyorduk. Oysa daha dün bu yüzden Türklere
hayvan diyorduk biz. Savaş barbar silahlarını bizim ellerimize vermişti şimdi; kuvvet bizim
tarafımızdaydı, efendi bizdik…“ diyor Manoli.
Manoli Yunan üniforması giymiştir artık, Yunan Ordusu Anadolu‘nun içlerine doğru
ilerlemeye başlar. Manoli cephede Giritli asker komünist Drossakis‘le tanışır. Komünist
Drossakis ona aslında başkaları için savaştıklarını, yok yere öldüklerini söyler, asıl savaş
hürriyet için verilmelidir. Kafası karışır Manoli‘nin, son ana kadar sorgulamayı da, savaşmayı
da bırakmaz. Ve sonunda hak verir Drossakis‘e. Arkadaşının yaralı vücudunu bir çocuk gibi
kucaklayıp taşırken savaşın sonunda, “Şimdi anlıyorum seni Drossakis ve hazırım gelmeye
ardından. Binlerce ve binlerce olacağız seninle“ der arkadaşına.
Yunan ordusu ilk günün sarhoşluğu geçip savaş uzadıkça dağılmaya başlar. Türkler
korkusuzca dövüşmektedir artık. Kadınları, çocukları bile savaşmaktadır. Yiğit, cesur Türk
savaşçılarını anlatır Manoli, birini de kendi öldürür üstelik, Türk çetecilerden Kör Mehmet‘in
damadını, ölümü pahasına konuşmayan, kendisine işkence edenlerin yüzüne tüküren yiğit
adamı öldürür ve yaşamı boyunca peşini hiç bırakmayacak bir pişmanlık sahibi olur. Türklerin
cesaretini gördükçe Manoli daha da bilenir, mücadele etmek, savaşmak gereklidir. Küçük
Asya niye Yunanistan‘ın olmasın, bu topraklarda kendi bayrakları altında neden yaşamasınlar
ki.
Tarihin çarkları döner durur hiç durmadan. 1922 yılında Türklerin büyük taarruzu başlar
ve Yunan ordusu karşı duramaz, tam bir bozgun içinde kaçar. Rum köyleri de boşalmakta,
halk İzmir‘e doğru kaçmaktadır. Kaçmak onursuzluktur, acıdır, yaşananlar, “böyle bir dünyayı
hiçbir Allah yaratmış olmaz“ dedirtir Manoli‘ye. Ve çocukluk arkadaşı Şevket‘e seslenir
Manoli:
“Ah Şevket! Neredesin kardeşim benim? Allahlarımız arkadaş olmadı gördün mü bak! Ne
çare, onları hepten unutalım aziz hemşerilerim“ (Sayfa: 206)
Manoli katıldığı birlik bozgun içinde kaçmaya başlayınca döner tekrar evine, İzmir‘de
bulur ailesini. İzmir, Güzel İzmir, Gavur İzmir, hep yasemin kokan, hürriyet arayan İzmir,
insanda hep mutlu ve sevinçli bir yaşama arzusu uyandıran İzmir ölü bir şehirdir artık.
Cepheden gelen Rumlar sonun yaklaştığını çok iyi bilse de, İzmir‘in yerlisi Rumlar‘da hala
bir ümit vardır ama Yunan donanmasının şehri terk ettiği ve Türklerin şehre gelmek üzere
olduğu haberi bir kabus gibi çöker İzmir‘in üzerine. Kısa süre sonra da Türkler gelir. Bundan
sonra yaşananlar Rumlar için yine can pazarıdır. Kendi kentlerinde aşağılanarak, kaçarak,
saklanarak hayatta kalmaya, kendilerini alacak bir gemi bulmaya çalışır Rumlar.
Manoli kaçar ve macerası yüzerek geçtiği bir Yunan adasında son bulur. Ve gurbetin,
göçün, yitirilen evlerin, toprakların, geride bırakılan mezarların sızısı başlar, yeni bir hayat
başlar. Şöyle seslenir Anadolu‘ya Manoli:
“Şevket! Tanımadın mı yoksa beni? Ben, senin dostun… Ben, senin arkadaşın! Yıllarca
birlikte gülüp, beraber ağladık… Ne yapıyor Şevket? Ah Şevket; Şevket! Vahşi birer hayvan
kesildik! Karşılıklı hançerledik, paramparça ettik yüreğimizi! Durup dururken!
Ve sen Kör Mehmet‘in damadı. Hele sen! Niye öyle tiksinerek bakıyorsun yüzüme? Öldürdüm evet seni, ne olmuş! Ve işte ağlıyorum… Sen de öldürdün! Kardeşler, dostlar, hemşeriler…
Koskoca bir kuşak, durup dururken katletti kendi kendini!…
Anayurduna selam söyle benden, Kör Mehmet‘in damadı! Benden selam söyle
Anadolu‘ya… Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin… Ve kardeşi kardeşe kırdıran
cellatların, Allah bin belasını versin…“
Kardeşi kardeşe kırdıran savaşlar şimdi, şu anda, yanı başımızda yaşanıyor. Televizyondan
bir dizi izler gibi izliyoruz, insanlar ölüyor, insanlar göçüyor evlerinden, yurtlarından,
izliyoruz. Belki bu kadar yakından tanık olmak yabancılaştırıyor bizi. Biz gündelik hayatımızı
sürdürürken hemen yanı başımızdaki çeşitli coğrafyalardan kaçmak zorunda kalarak ülkemize,
şehrimize sığınan insanlardan bir vebalıdan kaçar gibi uzaklaşıyoruz. Ama o insanların,
evlerinin kokusunu, ya da bahçelerindeki ceviz ağacını unutup unutmadıklarını aklımızın
ucundan bile geçirmiyoruz.
Çığırından çıkmış bir zaman bu, dönüp duracak bildiğince. Ama edebiyat oldukça hiçbir
acı unutulmayacak. Ve belki bir gün, edebiyatın sadece dostluğun, kardeşliğin türküsünü
söylediği zamanlar da gelecek
Yasemin Öztürk Çamur
Papirüs Edebiyat dergisinin 18. sayısında yayımlanmıştır. (Eylül- Ekim 2016)
Teşekkürler Yasemin. Tekrar animsattigin için. Teşekkürler
BeğenBeğen
Kitabı tekrar okudum sanki ve içine girdim. Bugün ve geçmişin harmanlanması mükemmel olmuş. Kaleminiz susmasin!
BeğenBeğen
okudum, herkese tavsiye ederim.
BeğenBeğen