Lozan Antlaşması sonrasında mecburi nüfus mübadelesi ile Yunanistan’daki 350.000 Müslümana karşılık Türkiye sınırları içindeki Rum Ortodoks kilisesine bağlı 1.200.000 nüfus, apar topar gayriinsani şartlarla Yunanistan’a yollandı. Ve yeni vatan dedikleri yerde evsiz, işsiz fakir mülteciler oldular. Bu kitap muhacirlerin çektikleri acıları, isyanı anlatıyor. Onların, yollarda en güzel yerlerden geçerken bile dünyaları artık bir bataklık olmuştur. Şiir şeklinde karşımıza çıkan bu anlatılar insanın her türlü çaresizliğinin acısını bize yaşatıyor. Hem de dize dize, resim resim. İnsanın insanlığa eleştirisi ve yakarışları çok canlı.
IV
Ey muhacir durma ağla imdat yoktır kimseden
Türkiya’den biz kovulduk hiç kabahat itmeden
Yurdumuzdan, Yunan deyü Türkler bizi kovdılar
Burdakinlar Türkten beter cümlemiz(i) üzdiler
Hem boğdılar, hem soydılar, çok perüşan ittiler,
Canımızı ovalara aç meskânsiz attılar.
Bize ait Türk evleri zabitlere virilmiş,
Bir kısmına memurlar de fırsat bulmuş yerleşmiş
Hatta zengin, Rum, Musavi, yerli alçak kurtları.
….
(Muhacirnâme, sayfa 46)
1924’ten başlayarak Muhacir Sedası adlı gazetede Karamanlıca denilen yani Yunan harfleriyle Türkçe yazılmış bu 25 adet şiir seçkisi Muhacirnâme adıyla İstos Yayın’dan bu yıl basıldı. Diliyle, ruhuyla resimleriyle bizim üzerimizde sarsıcı bir etki bıraktı. Bu kitabı hazırlarken motivasyonunuz neydi?
Başlangıçta Muhacirnâme‘nin yayımlanmasının Suriyelilerin göçü olgusundan hareketle gerçekleşmediğini vurgulamak isterim. Kitap, 2015 ve 2016’da Yunanistan’a ve oradan da başka Avrupa ülkelerine varmak için Ege Denizi’ni geçen Suriyeli göçmen dalgalarına denk düştü. Oysa Muhacirnâme‘nin yayımının yegane dürtüsü konuya olan akademik ilgimizdi. 35 yıldan uzun bir süredir nüfus mübadelesi, Anadolu ve 1922’den ve Lozan Antlaşması’nın imzalanışından sonra yeni vatanları olan Yunanistan’daki Küçük Asyalı toplulukların tarihi konularıyla ilgileniyorum. Aytek Soner Alpan ise doktora konusu olarak Nüfus Mübadelesi ve Yunanistan ile Türkiye arasındaki mübadiller meselesini seçmiş durumda. Muhacirnâme‘nin yayımı fikri Atina’da 2013 yılında oluşmuştu. Koleksiyonun 25 şiirinin ilk biçimi, Uçhisar’da 2013 Kasım’ında gerçekleştirilen III. Uluslararası Karamanlıca Çalışmaları Çalıştayı vesilesiyle bir broşür olarak dolaşıma sokulmuştu. Yayımlanması düşünülen Türkçe-İngilizce baskısı orada duyurulmuştu. Yüz adet numaralanmış kopya çalıştay katılımcılarına, konuşmacılara ve halka dağıtılmıştı. Çeşitli meşguliyetler ve aynı zamanda yayımın hazırlanması için gerekli küçük sermayenin temin edilmesinin güçlüğü, bunun zamanında gerçekleşmesini engelledi. Şubat sonu Mart başlarında artık kitap matbaaya gitmek üzereyken Avrupa’ya ulaşmak için Yunanistan’a varan Suriyeli ve başka birçok ülkeden göçmenin ortaya çıkardığı mülteci meselesi artık kurumsal bir çözüm gerektiren uluslararası politik bir mesele halini almıştı. Söz konusu olan trajik bir tesadüftü.
Muhacirnâme‘nin yayımlanışı doğal olarak Suriyeli mülteciler dalgasıyla kaçınılmaz bir biçimde bağlantılandı. 13 Mayıs 2016 günü kitabın tanıtımının yapıldığı İstanbul’daki Sismanoglio Megaro‘da Yunanistan’dan bir dost bana “Bazı anlar var ki sarsıcıdır” başlıklı bir videonun eşlik ettiği, sıcak bir mesaj yolladı. Bu video da, Midilli’ye daha yeni ayak basmış Suriyeli bir mültecinin kendisi ve vatandaşlarının yaşadıkları hakkındaki yürek parçalayıcı bir şarkıyla başlamaktaydı. Denize, dalgalarını durdurması için bir çağrı…
Şarkının sözleri;
Ey Deniz bize sevgini ver
Ne oldu bize halimizi gör
Çevirme bize, Suriyelilere dalgalarını
Aşk ve nezaketle kabul ettik herkesi
Biz düşünce ihanete uğradık fakat
Ağlamadı bizim için hiç kimse
Yanımızda durmuyor bir dost
Ey Deniz, dalgalarını ver
Kayıkta çocuklarımız var, hatıralar ve hayat
Çocuklarımızın hayatları gitti dalgalarınla
Dalgalar aldı onları heyhat!
Ey Deniz, dalgalarını bize bir anne gibi ver
dalgalarınla beraber ver merhamet!
Bu dizeleri, Muhacirnâme‘de yayımladığımız Karamanlıca şiirlerle neredeyse özdeş olduklarından ve bir ihtimal bunlar da şarkı olduklarından not ettim.
Bu manzum şiirleri okurken ifadeleri çok tanıdık geldi. Şiirlerin biçimsel özelliklerinden bahsedebilir misiniz?
KURU KAFA
III
…
Vicdanlar pek bozuldı budır işin berbadı
Faziletin hiç kalmadı ne lüzumu ne tadı
Yetişmez mi ya Rabb fakirlerin feryadı
Ne zeman yetişecek şu feleğin imdadı.
…
(Muhacirnâme, sayfa 42)
Kitabı hazırlayanlar olarak ikimizin de tarihçi olduğu gerçeğinin baştan tekrar altını çizmeliyim. Bana soracak olursanız şiir hakında konuşmak için kendimi yetkin saymam. Filolog değilim, sorunuza yanıt oluşturacak bilgilere sahip değilim. Doğru anlıyorsam benden yayımladığım şiirleri analiz etmemi istiyorsunuz. İzin verirseniz, bunu yapmama olanak verecek teorik teçhizata sahip olsaydım dahi bunu yapmayacağımı söylemek isterim. Bunu uygunsuz ve bilhassa yersiz olarak değerlendiriyorum. Mısraların bizatihi kendileri gösterilmesi gerekenleri göstermeye kafidirler. Şiir acının, sevincin ve her güçlü, gerçek hissin dile getirilmesi için daima en etkili vasıtaydı. Türkçe konuşan Anadolulu Ortodoksların bu basit dizelerde dile getirdikleri acı aşılmazdır. Sevdiklerinin ve vatanlarının kaybı, hiçbir kusur işlememiş bütün bu insanların ata yurdundan koparılmaları, sayısız çilenin akabinde yoksul, bu kadar yüksek sayıda mülteciyi kabul etmeye hazırlıksız Yunanistan’a ulaşmaları, yoksulluk, açlık, sıtma salgınları, soğuk, bir çatının olmayışı, nostalji. Sayısız bireysel öykü, öte yandan tüm mülteciler için bir biçimde ortak olan öyküler.
Nüfus mübadelesinin hemen akabinde yayımlanmaya başlayan Muhacir Sedası gazetesinin değişik nüshalarına dağılmış halde bulunan şiirler, hemen yanı başlarındaki sütunlarda bulunan gazeteci kalemlerinin açığa çıkardığı aynı dramları kendi usullerince tasvir etmekteydiler. 1923-1925 yılları arasında mültecilerin ve aynı zamanda tüm Yunanistan’ın yaşadığı çeşitli dramları, Ege’nin her iki yakasında hiç olmazsa üç kuşağın hayatlarını damgalayan hadiseleri yoğunlaştırıyorlar. Yaralar çok derin. Bu yüzden tarih yazımı, birkaç ciddi tarihsel çalışma istisna tutulursa, uzun bir sure mübadelenin tarihine yaklaşımda kifayetsiz kaldı. Zorunlu Nüfus Mübadelesi, tarihteki bu biricik olay, 2000’li yıllardan itibaren tarihsel kriterlerle bir araştırma nesnesi haline geldi ve o dönemden itibaren konu hakkındaki kitap başlıklarının, makalelerin sayısı yavaş yavaş arttı. Muhacirnâme‘nin yayımlanması aracılığıyla bizim katkımız bu bağlama dahil oluyor. 1922-1925 yıllarında Yunanistan ve Türkiye arasındaki mültecilik meselesine ilişkin ilgimizin bir parçası olarak Osmanlı İmparatorluğu döneminde Anadolu’daki Ortodoks toplulukların hayatı ve kültürlerine ilişkin çalışmalarımızın bir devamını oluşturuyor. Kısa bir süre içerisinde Türkçe konuşan Anadolulu Hıristiyanlarının orta Anadolu’daki tarihleri ve aynı zamanda ekonomik sebeplerle göç ettikleri büyük kent merkezlerindeki cemaatlerine dair çalışmalarımın kırkıncı yılını dolduracağını söylememe izin verin. Karamanlıca çalışmalarını akademik haritaya geçirmek için Yunan harfleriyle yazılmış Türkçe kitaplarla, gazetelerle ve dergilerle sistematik olarak ilgilendim ve ilgileniyorum. Hem Türk hem de Yunan çalışmaları için bu alanın müşterek bir saha oluşturduğunu vurgulamaya çalışmaktayım. Genç biliminsanlarını bu alanla ve aynı zamanda buna denk düşen çalışma alanlarıyla ilgilenmeye teşvik etmekteyim, zira Osmanlı İmparatorluğu’nda Türk dilli gayrimüslim tebaya paralel olarak, Ortodoks Rumların, Protestan Ermenilerin, Yahudilerin vb. kültürel ifade biçimleri bulunmaktaydı.
Dolayısıyla Yunanistan’a göçmüş Türk dilli mübadillerin tarif edilemez acılarını şiirler veya şarkı dizeleri gibi başka vasıtalarla ifade ettikleri bir gazete olan Muhacir Sedası ile ilgilenmemiz doğaldı.
Bu şiirlere bir tarihçi olarak eğildim, zaten bu şiirlere eşlik eden ve söylenenleri veya ima edilenleri yorumlayan notlardan da bu gözükmektedir. Bir yayımcının ilk vazifesinin de bu olduğuna inanıyorum: Okuyucu kitlesine tespit ettiği bilinmeyen metinleri olabildiğince bütünlüklü ve tam bir şekilde aktarmak. Okur kitlesini, içeriklerini anlaması için metinlerle ilgili yeterli derecede içerikle donatmalıdır. Benim de, okuru, onu ilgilendiren patikaları bulabilmesi için temel bir bibliyografya ile bırakarak, olabildiğince sade bir biçimde yapmaya çalıştığım şey buydu. Kitabı hazırlayan olarak görevimin bu olduğuna inanıyordum ve bu seçimden sorumlu olduğumdan birinci tekil şahsı kullanıyorum. Hem şiir hem de tarihsel bir tanıklık olarak Muhacirnâme‘nin içeriğinin uzun bir yola sahip olacağını düşünüyorum. Gelecekte çok sayıda değişik yaklaşımla inceleneceği kanaatindeyim. Filologlara, tarihçilere, antropologlara sunduğu içerik sadece mübadele sonrası yıllarla sınırlanmamakta. Aynı zamanda mısralar, oluşmakta olan yeni Yunanistan’da gelecekte meydana gelecek ve hem Küçük Asyalı mültecilerin hem de yerli Yunanların kaderine damga vuracak şeyleri de önceden duyurmaktalar.
Şiirlerde tematik bir akışın varlığından söz edebilir miyiz? Nelerdir bunlar?
Muhacirnâme‘nin önsözünde kısaca işaret ettiğimi tekrarlayacağım. Şiirlerin çoğu şimdi hakkında, mübadillerin anavatan Yunanistan’da yaşadıkları amansız, insanlıkdışı şimdi hakkında, bu yeni yerde kökleşmek ve onu vatan kılmak için insani hale getirmek için mücadele ettikleri, bireysel ve kolektif düzeyde kimliklerini yeniden inşa etmek ve yeniden uyarlamak zorunda kaldıkları şimdi hakkında konuşmaktalar. Tarif edilemeyecek güçlükler altında ekmek ve altına sığınacak bir çatı için günlük mücadele içinde, hayatta kalma ve varlığını muhafaza etme savaşı içerisinde, Türkçe konuşan Anadolulu mübadillerin bizzat kendileri tarafından, bünyesinde tüm bunların sergilendiği şiirler yazıldı. Ata yurdundan göç ederken sevdikleri kişilerin ölümü, yerleştirildikleri bataklık bölgelerde onları kırıp geçiren tifüs ve sıtma, açlık, başlarını sokacak bir çatı ve yevmiye arayışı, böylesi bir trajediyi yönetebilecek hazırlığa sahip olmayan Yunan devletinin beceriksizliği, siyasallaşmış bir hayatın cahili olduklarından çaresiz bir biçimde izledikleri siyasal mücadeleler ve ıstıraplar, particilik, devlet görevlilerinin vazifelerini ifa ederkenki merhametsizliği ve keyfiliği. Restorasyon bağlamında mübadillerin ve kamu kaynaklarının sömürülmesine izin veren mekanizmalar. Zengin fırsatçılar tarafından yoksul ve kovalanmış olanların vahşi sömürüsü, kısıtlı kaynakların paylaşımı için yerli nüfusla gündelik karşı karşıya gelmeler ve zaman zaman şiddetli çatışmalar, küfürlü saldırılar. Yerli toplumun mübadillere yönelik ve özellikle Türkçe konuşan mübadiller söz konusu olduğunda belirgin bir biçimde artan şüpheci ve değersizleştirici tavrı. Bütün bunlar ve başka birçok yaşanmış durumlar, yayımladığımız Karamanlıca dizelerde betimleniyor. Ve hepsi mübadilin o zamana kadar beslediği anavatan resminin yalanlanmasının doğurduğu acı hisle sonuçlanıyor. Hepsi homojen bir ulusal toplumda şiddete maruz kalmış olmanın, vatanın bizzat kendisinde sürgün yaşıyor olmanın travmatik şokunu gösteriyor. Sadece bir şiir geride kalan yurda, nostaljik biçimde değiniyor. Yeni çevrenin olumsuz ve düşmanca koşullarında hayatta kalmak için zaruri bir enstrümana, anılara kaçmaya başvuruyor.
Kitapta kimi şairlerin adları yok, kiminin şiirleri betimleyen rumuzları var: Çirkin, Çıplak, Fakir, Bedbaht gibi. Bunun yanısıra en az şiirler kadar çarpıcı çizimler bize hiçbir duyusal kaçış alanı bırakmıyor. Acının rengi siyah beyaz mıdır?
Şiirlerin çoğu, şiirin içeriğini de gösteren rumuzlarla imzalanmış. Örneğin Çirkin rumuzu, güzellikten ve ihtimal ki güzelin sahip olduğu çapkınlıktan da mahrum olduğundan, barınma hizmetlerinin sorumlu görevlisi tarafından oyalanan çirkin mülteci kızının acılarını betimleyen şiirin yaratıcısı tarafından kullanılıyor. Bazı şiirler imzalanmış, bazıları da böyle bir imzadan yoksun.
Kitabın arkadaşım, olağanüstü sanatçı Semih Poroy’un çizimleriyle tamamlanıyor olmasından özellikle mutluyum. Çizimler basit, çizgileri sade. Yüzlere bakıldığında yüreğin acısını, çaresizliği yansıtan sadece iki çizgi görülüyor. Lafazanlığa ihtiyaç duymayan çizimler Karamanlıca metnin hemen yanıbaşında duruyor ve onlarla diyaloğa giriyor, mısraları görsel bir biçime büründürüyor. Bu çabayı üstlenmeyi kabul ettiği için arkadaşım Semih’e çok şey borçluyum. Cumhuriyet gazetesindeki çizimlerini yıllardır takip ettiğimden sonuçtan emindim. 2013’te şiirlerle yaptığımız ilk broşürü ona teslim ettim ve uzun bir süre emek sarfederek çalışmaya başladı. Görüşmelerimizde dile getirdiği gibi çabuk çıkması hiç de kolay olmayan bir işti bu. Kendisi de soyadının işaret ettiği gibi, Serez’in Poroy köyü kökenli, üçüncü nesil bir mübadil olduğundan konuyla kişisel bir alakası da bulunmaktaydı. Bu sonuçtan ötürü kendisine müteşekkirim.
Aynı zamanda, Yunanistan’dan kovulan Müslümanların ve ulus devlet olma sürecindeki sabık Osmanlı İmparatorluğu’nu terk etmek zorunda kalan Ortodoks Hıristiyanların yani halklarımızın ortak dramını yansıtan Muhacirnâme‘nin yayımlanmasında Türk ve Yunanlar olarak işbirliği yapmış olmamız da teselli edici ve umut vericidir. Dahası, Türkiye’ye ulaşan Müslümanların kaderi Anadolulu Ortodokslardan da farklı değildi. Mültecilerin kaderi her yerde ve her zaman ortaktır.
Kitabın sonlarında Trabzon doğumlu hukukçu, gazeteci Sofoklis Triantafillidis’in anlatısı güçlü şiirleri var. Notlar bölümünden kendisinin mülteciler ve mübadiller için çalıştığını, mücadele verdiğini öğreniyoruz. Doğrudan gözlem imkanı veren sivil çalışmaların sosyolojik bir aktarımda başarısı nedir?
Trabzonlu Sofoklis Triantafillidis için gelecekte hem yazınsal üretimi hem de siyasal duruşu üzerine çalışmalar üretileceğini umuyorum. İstanbul ve Yunanistan’da sağlam bir eğitim aldı ve liberal siyasal inançlarla çiftlik sistemi sorununun yükselişte bulunduğu yıllarda Tesalya’ya yerleşti. Bağımlı topraksız köylülerin (kolligos) çiftlik sahiplerine karşı mücadelelerinde etkin bir role sahipti. Selanik’te avukatken bizzat Eleftherios Venizelos tarafından İaşe Bakanı olarak görevlendirilen, tanınmış yazar Nikos Kazancakis ile işbirliği içerisinde 1920’da iki bin Kafkasyalı mültecinin Sohum’dan transferinde yer aldı. Triantafillidis, 1920-1922 yılları arasındaki kış aylarında Kafkasyalı mültecileri kırıp geçiren açlık ve soğuğa karşı Selanik’te hayatta kalabilmeleri için mücadele etti. Muhacir Sedası‘nın yayımlanması sırasında da bir makale yazarı ve güçlü dizelere sahip şiirlerin yazarı olarak kendisine rastlıyoruz.
Şimdi sorunuzun ikinci kısmıyla ilgili olarak, Yunan literatüründe son dönemde mültecilerin Yunanistan’a gelişleri ve yerleşimleriyle oluşan toplumsal ve siyasi sorunlar ve koşullar hakkında çalışmalar yoğunlaşıyor. Bu tip çalışmaların çoğunluğu Yunanistan’ın kuzeyinde yer alan bölgeyle, özellikle de en büyük mübadil yoğunluğuna maruz kalan Makedonya ile ilgili. Orada yerli nüfus ile mübadillerin çatışması yoğundu ve bu çatışma neredeyse İç Savaş’ın sonrasına kadar devam etti. Kitabın içerdiği notlarda, buna ilişkin ve yine 2000’den sonra bazı ilginç çalışmaların konusunu oluşturmaya başlayan, bir başka büyük konuyu oluşturan mübadillerin Yunanistan Komünist Partisi ile ilişkilerine dair belli çalışma başlıklarını veriyorum. Muhacirnâme‘nin notlarında konuyu yorumlayarak bazı önemli katkılara atıfta bulunuyorum.
Şiirlerde bazı ikilemler görüyoruz. Gerek insani değerler, gerek dini ve gerekse de siyasi durumlarla ilgili.
1926 Ocak ayında bir “hasret” düşer yüreğe, anavatandan eski vatan olan Anadolu için. “Sevgilimiz Anatol kısmet olur kavuşur muyuz havasını arzuladık.” der şair, söz “Kucağında yaşayıp kucağında ölelim” den (XXI Hasret, sayfa 114), “Canımız feda olsun Yonanistan’a” gelir. (XXIV sayfa 126.)
Muhacirler bir ara komünistlerden bile medet umarken, onlara karşı bariyer olarak kullanılma aşamasına gelinmiş. Muhacirler birkaç yıl içinde Yunanistan’da nüfusun yüzde yirmi beşini oluşturarak siyasi bir dönüşümü etkilemişler.
Bu tür eserlerin çeşitli araştırmacılar için akademik bir zemin olacağını ve bir örnek teşkil edebileceğini düşünüyor musunuz?
Sorunuzda ima ettiğiniz her şeye yanıt verebilmek için onlarca sayfa doldurmamız gerekir. Bu şiirlerin çok kısa bir süre içerisinde araştırma nesnesi olacaklarından eminim. Değişik, ilginç yorumlara, yaklaşımlara ve okumalara sahip olacağımızı düşünüyorum. Bu söyleşimizde, genelleme ve aforizmalar tuzağından olabildiğince kaçınmayı umut ederek, sade bir yanıt vermekle yetinmeme izin verin.
Her şiirin, dönemin siyasi ve toplumsal bir durumuna ilişkin imaya sahip olduğunu düşünüyorum. Her birisi bir gerçekliğin bir resmini vermekte ve hepsi birden bir toplamı sentezlemekteler. İçeriklerinin bağımsız biçimde incelenmemesi gerektiğini söyleyebilirim. Atıfta bulunduğunuz mısralar asla tezat oluşturmamaktalar. Karşılıklı olarak birbirlerini tamamlayarak birlikte yaşanmış bir durumu sunmaktalar. Öncelikle, doğal olarak, başta daimi biçimde terk edilen ata yurduna ilişkin yas, kendilerinin ve orada yaşayıp gömülmüş sevdiklerinin hayatlarının kaybına dair acı bulunmakta. Bunun için üzülmekte ve matem tutmaktalar. Hayatta kalmaksa enerjik bir duruşu gerektirmekte. Karşılarında terk edilmiş Müslüman servetlerinden kendisi de bir pay isteyen, bir iş isteyen kendileri gibi yoksul yerliler bulunurken başlarını sokacak bir çatı ve ekmekleri için mücadele etmek zorundaydılar. Güneşin altında bir yer edinmek için mücadelede mübadiller ve daha da fazlası, farklı bir dil konuşuyor olmalarından dolayı vatandaşları Yunanlar tarafından “Türk tohumu” olarak, etnik saflıkları sorgulanan Türkçe konuşan Anadolulu Ortodokslar davetsiz misafir konumundadırlar. Dolayısıyla Türkçe konuşan Anadolulu Ortodoksların varoluşlarını ve kimliklerini; şüpheyle yaklaşılan yurtseverliklerinin ve milli bilinçlerinin tam olduğunu göstermeye çalışarak savunmaları doğaldır. Buna “Canımız feda olsun Yonanistan’a” başlığıyla gazetede yer alan, 11 Mart 1926’da yayımlanmış son şiirlerden birinde rastlıyoruz. Yine şairin şiirini “Ptolemaida (Kaylara)’nın Karaağaç’ında iskan eden mübadil” rumuzuyla imzalaması da bunun bir göstergesidir. Batı Makedonya’nın bahsi geçen bölgesinde Pontuslu mübadillerle çoğunluğu Slavca konuşan yerliler arasında ihtilaflar sertti ve Alman işgali ve akabinde İç Savaş sırasında da sert olmaya devam etti. Mübadiller şarkılarında, 600 yıl boyunca kadim Bizans İmparatorluğu’nun topraklarında Rum kalarak imanlarını muhafaza ettiklerini söylemişlerdir. Neticede şiirin “Ey Hamiler Merhamet Ediniz Siz” başlığıyla da ima ettiği gibi, topraklarından söküp atılmış olarak yenik Yunanistan için en ağır bedeli kendilerinin ödediğini savunacaklardır.
Sorunuzda son olarak irdelediğiniz mesele mübadillerin Komünist Parti’yle ilişkilerini ilgilendiriyor ve bu karmaşık meselenin analizi de, her seferinde mübadiller için yaptığımız gibi, bahsettiğimiz dönem tarihinin spesifik olarak değerlendirilmesini gerektiriyor. Mübadiller, sadece tekil bir siyasal kimlik taşıyan ve sadece tekil bir siyasal davranışa sahip türdeş bir toplam oluşturmamaktaydılar. Diğer taraftan Komünist Parti de başından itibaren onlara yönelik bu siyasete sahip değildi. Süreç içerisinde ideolojik tezleri dönüşüme uğradı. Dolayısıyla bu meselelerin, şimdiye kadar egemen olmuş genellemeleri ve mübadillerin siyasal entegrasyonu hakkında yanlış aktarılan resmi tekrarlamamak için spesifik vakalar üzerinden tahlil edilmeleri gerekiyor. Son dönemdeki çalışmalar, yukarıda anılan resmin tarihsel gerçeklikle örtüşmediğini açığa çıkarmakta. Muhacirnâme‘de geçerli olup altı çizilense mübadillerin zor konumlarına rağmen, yeni kurulmuş Yunanistan Komünist Partisi’nin beklenen taraftarlarını bu kesimden edinmeyeceğidir, zira mübadiller Venizelosçuluğa yüzlerini dönmüş durumdadırlar. Bu burjuva partisi mübadillerin eski toplumsal konumlarını yeniden edinmelerini vaat etmekteydi ve Restorasyon programı kapsamında bunların proleterleşmelerine de mani oldu.
Şiirlerde genel insanlık trajedileri de var. Mübadele öncesinde Anadolu’nun varlıklı köy ve kasabalarında yaşayan ailelerin üzüntüleri kışın gelmesiyle, yılbaşında, paskalyada katlanır. “Muhacir Peruşaniyetine Dair Bir Nâme” dir hep bunlar. ( XV, sayfa 90)
MUHACİRİN PASKALYASI
XIX
…
Eski hali, eski vaktini derhatır eder
Böyle günde çorba, tavuk, yumurta
Hülya gibi fikrinden geçer gider
O eski sevinçler, o şenlikler kalır arada.
…
(Muhacirnâme, sayfa 106)
Kitapta keyifle okunan bir şiir ise “Zemane Sazı” (XVIII, sayfa 102). Bu şiirden yola çıkıp görüyoruz ki “rebetiko” ve müzik konusunda Türkiye ile etkileşim var.. Ortak kültür hakkında bu tür bilgi edinimleri, günümüzde savaş, barış, sürgün olguları üzerinde bize daha geniş bir bakış açısı sağlayabilir mi?
Küçük Asya felaketi, yirminci yüzyılın başında Yunan toplumunun marjinal kesimlerinin ürünü sayılan rebetiko müziğinin gelişiminde bir dönüm noktası oluşturur. Bu dönemi İkinci Dünya Savaşı’na dek izleyen yıllarda mübadiller kah müzisyen, çalgıcı ve şarkıcı olarak, kah kalabalık dinleyici kitlesi ve dolayısıyla çekilen plakları satın alan tüketici kitle olarak Yunan şehirlerinin halk müziğini baştan aşağı biçimlendirirler. 1922-1934 yılları Küçük Asya kültürünün egemenliği dönemi olarak tanımlanabilir. 1931’den sonra plakçılıkta Küçük Asyalı şarkıcı ve besteciler egemen olur. Panayotis Tuntas (İzmir 1885 – Atina 1942), Kostas Skarvellis (İstanbul 1880 – Atina 1942), Evangelos Papazoğlu (İzmir 1895 – Atina 1943) Atina ve Pire mahallelerindeki mevcut koşullardan esinlenerek zenginleştirdikleri geleneksel Anadolu şarkılarının yaygınlaşmasına katkıda bulundular. Benzersiz seslere sahip mübadil şarkıcılar bu şarkıların ilk seslendirilişlerini sonsuza dek damgaladılar. Kadınlardan başlayarak bazılarını anımsatıyorum: Roza Eskenazi (İstanbul 1905 – Atina 1980), Rita Abatzi (İzmir 1903 – Atina 1969), Marika Frantzeskopoulou (İstanbullu), Anestis Dhelias (İzmir 1912 – Atina 1944), Stavros Payioumtzis (Ayvalık 1904 – ABD 1970) ve başka birçok isim.
Yunanistan’a yerleşmeleriyle Küçük Asya musiki geleneğinin popülerliğinin artmasına katkıda bulunanlar bunlardı. Ülkeye varışlarının belirlediği siyasal ve toplumsal koşullar aracılığıyla rebet şarkısını buna uyarladılar ve başka bir rebetiko yarattılar. Yoksulluk, ekonomik, siyasal kriz ve anonimin egemen olduğu kentsel bir ortamdaki toplumun geniş katmanlarını yoğun biçimde etkileyen rebetiko müziğinin biçiminin şekillenişine ve yenilenmesine katkıda bulundular. Yeniden biçimlendirmeler, Yunanistan’da gelişen rebetiko ile Küçük Asya ve özellikle İzmir şarkıları arasındaki benzerlik ve farklılıkların tartışmasız biçimde varolduğu konusu sadece müzikle ilgili unsurlarla sınırlı kalmıyordu. Özellikle mübadiller rebetiko müziğinin toplumsallaşmasına katkıda bulundular, onu yeniden biçimlendirdiler ve onu marjinallikten çıkardılar. Artık dinleyicileri afyon müptelaları, küçük sahtekarlar, şehirlerin marjinal kesimleri değil halk mahallelerinin emekçi sınıflarıydı. Rebetiko şarkısı tekkelerden çıkarak halk kahvelerine ve tavernalarına, Atina’nın, Pire’nin, Volos’un ve Selanik’in mübadil ve halk mahallelerinin yoksulluğa rağmen hayatla dolu halk eğlence merkezlerine girdi. Mübadillerin kamp ve mahallelerine verilen adla prosfigikada her vesileyle şarkılı bir eğlence tertip edilirdi. Dönemin gazetelerinin makale yazarları tarafından çok şematik biçimde de olsa betimledikleri bu müzikler bu mahalle sakinlerinin hayatlarının kültür ve felsefesini yansıtmaktaydılar. Bu halk zor hayatlarından bahseden şarkılarla duygulanıyor, fakat aynı zamanda Küçük Asya toprağında bıraktığı hayatına ilişkin nostaljisini de dile getiriyordu. Bu şarkı hususi kimliğini muhafaza etmesi ve sergilemesinin bir vasıtasını oluşturmaktaydı.
Tarih kavramı üzerine, Walter Benjamin, Pasajlar adlı kitabının II.kısmına Karl Kraus’un “Hedef kaynaktır” sözüyle giriş yapar. Benjamin, Fransız İhtilali’nde Robespierre’in eski Roma’yı örnek seçmesi vesilesi ile “Tarih geçmişe atlayan bir kaplandır” der. Yalnız “Bu atlayış egemen sınıfların hakim olduğu bir arenada gerçekleşir.” diye de ekler. Sanırım bu İlber Ortaylı’nın bahsettiği Ortodoks Hıristiyanların kökenleri üzerinde her iki ülkede de var olan çok güçlü milliyetçi mitlerle de bağdaşıyor. Siz, Evangelia Balta, Ortaylı’nın bahsettiği bu peşin fikirleri değiştirmek için daha çok şey yazılmalıdır, diyorsunuz.**
EY HAMİLER MERHAMET İDİNİZ SİZ
VIII
Altı yüz senedir istiklaliyet içün çalıştık
Eza cefa felakete alıştık
Anatolda birbirimize karıştık
Düşe kalka Yönanistan’a yapıştık
….
Ana baba yavrusunu yitirmiş
Zalim Kemal kuzuları bitirmiş.
…
( Muhacirnâme, sayfa 62)
Muhacirnâme‘nin önemini tam da bu noktada vurgulayabilir misiniz?
Bahsettiğiniz dizeler Türkçe konuşan Ortodoksların Bizans İmparatorluğu’nun, çoktandır gerilemekte olan ve Anadolu’ya Türk akınları ve yerleşimleriyle yıkılan bir imparatorluğun, kalıntılarını oluşturduklarına ilişkin görüşün adeta bir özetidir. Dizelerde, Zorunlu Mübadelenin yaşandığı talihsiz ana dek yüzyıllar boyunca değişik egemenlerle bir arada yaşamaya devam edenlerin kendileri oldukları dile getiriliyor. Özünde şiir aracılığıyla kökenleri meselesi gösterilmektedir. Yukarıda da değinildiği üzere mübadeleyle Yunanistan’a gelen, Türkçe konuşan Anadolulu Ortodokslar diğer Küçük Asyalı mültecilerin yaşadıklarına ek olarak kökenlerinin sorgulanmasına da maruz kaldılar. Türkçe konuşuyor olmaları onları diğer Küçük Asyalı mübadillerden ayıran bir unsurdu ve onların Yunan ulusal cemaatine dahil olmalarının sorgulanmasına sebebiyet veriyordu.
Değişik çalışmalarımda Türkçe konuşan Ortodoksların Yunan veya Türk kökenlerine ilişkin Yunanistan ve Türkiye’deki ulusal tarih yazımlarındaki görüşlerin biçimlenmesindeki neden ve koşulları açıklıyorum. On dokuzuncu yüzyıldaki ulusların biçimlenmesi sürecindeki ulusal kökenlere ilişkin maniheist görüşleri benimsemenin uç bir tutum olduğunu her zaman kanıtlamaya çalışıyorum. Tarihsel ve arkeolojik tanıklıklar kadim Bizans yerleşim ağlarının Hıristiyan nüfuslarıyla Osmanlı hakimiyetinin ilk yıllarında varolmaya devam ettiklerini gösteriyor. Bu yerleşimlerdeki Hıristiyan nüfusun bileşiminin incelenmesi dini kökenli, yani Hıristiyan azizleri takvimine dayalı isimlerin yanında Türk kökenli isimlerin de varlığını gösteriyor. Bu gerçek dolaylı olarak da olsa Türk kavimlerinin Hıristiyanlaştığını ve yabancı ve yerlilerin hem geç Bizans döneminde hem de Osmanlı hakimiyetinde bir arada yaşadıklarını göstermekte. Amerika’yı yeniden keşfetmiyorum. Öte yandan bunlar zaten geniş biçimde bilinmekte. Digenis ve Turkopolleri biliyoruz. Bu Türk kavimlerinin Hıristiyanlaşmasının ne zaman gerçekleştiğini tanıklıklar bulunmadığından bilemiyoruz. Kısaca da olsa bunları, Cumhuriyet gazetesi kitap ekinde yayımlanan yazımda aktarıyorum.** Burada dostum İlber Ortaylı’nın Türkçe konuşan Ortodoks Hıristiyanların Türk kökenine ilişkin emin oluşuna da cevap veriyorum. Köken meselesinin, Yunan veya Türk tarih yazımlarının daha eski ürünlerinin takdim ettiği biçimde olmadığını söylemem bir başka çabam olarak algılansın. Bu meseleye karmaşıklığı içerisinde yaklaşılmalıdır. Tanım olarak nüanslı bir mesele oluşturan bu konuda aforizmalar ve mutlak tezlerin yeri yok. Gerekli olansa Osmanlı egemenliği yılları içerisindeki bilinmeyen yönlerin araştırılmasıdır. İlgilenmek isteyenler için ilgiye değer bir çalışma alanı bulunmakta.
Verdiğiniz değerli bilgiler için çok teşekkür ederiz.
Sözü şiire bırakırsak matematik gibi, müzik gibi onda da hile yapamazsınız der Steinbeck. Bu sene Pen Şiir Ödülü’nü alan Güven Turan’ın bir cümlesi ile bitirelim söyleşimizi “Şiirde dil, en kapalı şiirde olanı bile, okuru önünde kristal berraklığıyla duruyor.” İşte Muhacirnâme bu berraklığı ile meramını anlatıyor.
*Muhacirnâme Karamanlı Muhacirler İçin Şiirin Sedası, Evangelia Balta- Aytek Soner Alpan, İstos Yayın 2016, Birinci Basım, Mart 2016
**Cumhuriyet Kitap Eki 16.6.2016, sayı:1374
Çeviri : Stefo Benlisoy
Filiz Bilge
Papirüs Edebiyat dergisinin 18. sayısında yayımlanmıştır. (Eylül- Ekim 2016)
çok acı verici benim atalarım da bunları yaşadı
BeğenBeğen