“Şu dünyada düşeceksen yollara, / İyisi mi yedi kez doğmaya bak. / Bir kez, yangın çıkan
bir evde doğ, / bir kez, buzdan soğuk sellerde, / bir kez, azgın deliler arasında, / bir kez, olgun
bir buğday tarlasında, / bir kez de kimsesiz bir manastırda. / Bir ağızdan ağlayan altı bebek,
yetmez: / sen kendin yedinci olmaya bak…“ diye başlar Attila Jozsef‘in ‘Yedinci‘ adlı şiiri.
John Berger, Avrupa‘daki göçmen işçilerin öyküsünü anlattığı Yedinci Adam adlı eserine
bu şiirle başlamıştır. Sonrasında; Almanya ve İngiltere‘deki her yedi kol işçisinden birinin
göçmen işçi olduğunu belirtir ve ekler: “Fransa, Belçika ve İsviçre‘deki endüstriyel emek
gücünün yüzde yirmi beşi de yabancılardan oluşmaktadır.“
Fotoğrafçı Jean Mohr‘un çektiği, içinde Türk işçilerinin de olduğu çarpıcı siyah-beyaz
fotoğraflarla bezeli kitap, 1975 yılında yayımlanmış ve Türkçe‘ye ilk olarak 1987 yılında
çevrilmiş. Son baskısı ise 2011 yılında Cevat Çapan‘ın çevirisiyle Agora Kitaplığı tarafından
yapılmış. Berger, yeni baskı için esere eklediği önsözde, kitabın ilk yazıldığı yıllardan bu
yana, Dünya Bankası, IMF ve Dünya Ticaret Örgütü‘nün yürütücü kurumları olduğu ve –
ekonomik faşizm- olarak adlandırdığı yeni bir küresel ekonomik düzenin ortaya çıkarak işçi
sendikalarının ve ulusal hükümetlerin gücünü azalttığını yazar. Artık fabrikalar da işçiler gibi
göçmen olmaya başlamıştır, yoksullar daha da yoksullaşmıştır. Berger, kitap üzerinde
çalışırken Mohr ile ortak amaçlarının Avrupa’daki zengin ülkelerin ekonomisinin 1960’lı
yıllarda bazı daha yoksul ülkelerdeki insanların emeğine nasıl dayandığını göstererek bu
konuda bir tartışma başlatmak ve işçi sınıfının uluslararası dayanışmasını desteklemek
olduğunu belirtir. Kitap yayınlandıktan sonra, Batı’da çoğunlukla görmezden gelinmiş ancak
Güney‘den gelen olumlu tepkilerden sonra eser değişik dillere çevrilmiştir. Bu durum, kitabın
asıl seslendiği kişilerin, yerinden yurdundan edilen ve üyeleri ayrılığı yaşamış aileler
olmasından kaynaklanmaktadır. Berger‘e göre, daha önce benzeri görülmemiş bir ölçekte
yaşanan göç 20.yüzyılın tarihsel bir özelliğidir ve bu bağlamda Yedinci Adam, geçimlerini
sağlayacak parayı kazanmak umuduyla ailelerinden ayrılmak zorunda kalan kimselerin bir
çeşit aile albümüne bakar gibi sayfalarını çevirecekleri bir kitaptır.
Kitabın başında, okura; eserin ana temasının ‘özgürlüğün yok oluşu‘ olduğu söylenir.
Bunun anlaşılması için de nesnel bir ekonomik sistemle, sistemin kapanına kıstırılmış
olanların öznel yaşantıları arasında bir bağ kurulmalıdır çünkü özgürlüğün yok oluşu bu
bağlantının sonucundan başka bir şey değildir. Eserin ilk bölümünde ‘Yola çıkış‘ anlatılır.
“Düşümde bir dost geldi beni görmeye. Çok uzaklardan. Sordum kendisine düşümde:
‘Fotoğrafla mı geldin, yoksa trenle mi?‘ Bütün fotoğraflar bir ulaşım biçimi, yokluğun bir
dile gelişidir. O: Bir göçmen işçi.“
Köylerden ve şehirlerden çeşitli insan manzaraları eşliğinde temsili bir yolculuğu ortaya

koyar Berger. Büyük şehirlerde oturanlar, biraz da Doğa‘nın romantikçe ülküleştirilmesi
sonucunda, insanın nasıl olsa topraktan, yaşayacak kadar bir şeyler elde edeceğine inanma
eğilimindedirler. Ancak Doğa‘nın yeterince ürün vermesi için ona rüşvet verilmesi
gerekmektedir, bu olmadığı taktirde kırsal yoksulluk ortaya çıkar. Sorun daha çok çalışma
sorunu değildir. Toprak; sulama, tohum, gübre ya da araç yokluğundan çoraklaşır ve toprağın
verimsizliği daha sonra işsizliğe ya da gizli işsizliğe yol açar. “Yılın altı ayı uyursun köyde,
çünkü hem iş yoktur, hem de yoksulsundur.“
Bu noktada köyden ayrılıp şehirde başarı kazandıktan sonra köyüne dönenlere kahraman
olarak bakılır. Onları dinleyenler de; kendilerini öncekilerden daha çok çalışacak güçte,
onlardan daha kurnaz ve daha çok para biriktirebilecek yetenekte görürler ve köyden şehre göç
döngüsü böylece sürer gider. Yazara göre, devrimci bir partinin önderliği olmadan, kırsal
yoksulluğu yaratan ve sürdüren ekonomik ve toplumsal ilişkiler değişmeyecektir. Bu yüzden
en girgin olanlar kendilerine umut verici görünen tek şeyi yaparlar: Köylerinden ayrılırlar.
Berger, geri kalmış ülkelerde elde edilen ekonomik zenginliğin üretken amaçlarla
kullanıldığını da düşünmemektedir ve yoksulluğun mirasçısı olarak gördüğü bir Portekizli
göçmen işçiyi konuşturur: “Bizim ülkede durum nasıl, biliyor musunuz? Birçok kapitalist var
bizim orada, paralarını saklayıp bir şey yapmıyorlar o parayla, sadece saklıyorlar. Sanki bir
çukur kazıp parayı oraya gömüyorlar, örttükleri bu çukuru da bir daha açmıyorlar.“

Kırsal kesimden yola çıkan kişi bu yolculukta, bazen sınırı geçer. Önemli olan
coğrafi sınır değildir. Sınır, sadece onun durdurulabileceği ve isteklerini gerçekleştirmesinin
engellenebileceği yerdir. Sınırı geçtiği zaman, artık göçmen işçi olur. Berger, sınırı geçmenin
türlü yollarından örnekler verir ilgili bölümde. İstanbul‘dan yola çıkan işçilerin çoğu Almanya‘
ya giderler ve işçilerin sınırı geçişleri resmi kuruluşlarca düzenlenir. İstekliler İş ve İşçi Bulma Kurumu‘na gidip, orada Alman doktorlar tarafından sağlık muayenesi ve bazı testlerden
geçirilirler, kısacası sağlamlar çürüklerden ayrılır. Testlerden geçenler hemen kendilerini çalıştıracak olan Alman firmasıyla bir sözleşme imzalarlar ve bir işçi trenine binerek üç gün süren bir yolculuğa çıkarlar. Kitaptaki bir fotoğrafta camekanlı bir dolabın önünde “müzesini“ Mohr‘a gösteren bir Alman doktora
rastlarız. Dolapta, Almanya‘da çalışmak için başvuran adayların elinden alınan eşyalar arasındaki çeşitli şişeler, kaplar vb. vardır. Bazı işçi adayları, kendi idrarlarının bozuk çıkabileceğinden korkarak karaborsadan aldıkları şişeleri doktora verme girişiminde bulunmaktadırlar.

Şehirleşmiş ülkelerin ekonomisi bakımından göçmen işçiler ölümsüzdürler; çünkü sürekli
olarak yerleri başkalarıyla doldurulabilir. Göçmen işçiler doğmaz, yetiştirilmez, yaşlanmaz,
yorulmaz, ölmezler. Tek bir işlevleri vardır onların: Çalışmak. Hayatlarının bütün öbür
işlevleri geldikleri ülkelerin sorumluluğu altındadır.
Büyük şehirde yaşamaya başlayan göçmen işçilerin şehrin garına gitmek gibi bir
alışkanlıkları vardır. Orada gruplar halinde toplanıp konuşmak, gelen trenleri izlemek,
memleketten en son gelen haberleri öğrenmek, dönüş yolculuğunun başlayacağı günü
beklemek. Yazara göre; bu göç değerli bir ekonomik kaynağın, insan emeğinin yoksul
ülkelerden zengin ülkelere aktarılması anlamına gelir. Bir göçmen işçinin yirmi yaşına kadar
yetişmesi ve bakımının kendi ülkesine bir maliyeti vardır ve dış ülkeye giden her göçmen
işçiyle az gelişmiş bir ekonomi, gelişmiş bir ekonomiye bu miktarda yardımda bulunuyor
demektir. Fakat sanayileşmiş bir ülkenin yüksek yaşama düzeyi yüzünden orada on sekiz
yaşında bir işçinin yetişmesinin maliyeti, geri kalmış ülkeye göre en az 4 en fazla 8 kat daha
yüksektir.
Bu sistemin savunucuları, bu durumdan iki tarafın da karşılıklı olarak yararlandıklarını
ileri sürerler. Ancak Berger‘e göre; bu savın gerisinde şu gerçekler de vardır: “Kendi
kuşaklarının en girginleri olan bu işçilerin emeği kendi ülkeleri ve yöreleri için bir kayıptır,
gittikçe tenhalaşan köylerde toprağın işlenmesi daha da kötüye gitmektedir. Bu işçiler nitelikli
işçilere dönüşmemekte, yurtlarına döndüklerinde fabrikalar kurulmamış olmaktadır. Ayrıca
az gelişmiş ülkeler gelişmiş ülkelere borçlu durumdadırlar ve işçi dövizlerinin yatırıldığı

bankalar bu paraları kredi olarak yeniden gelişmiş ülkelere verirler. Dövizler bankalardan
çekildiği zaman, bu paranın büyük bir kısmı gelişmiş ülkelerden alınan mallara harcanır.“
Kitabın ikinci bölümünde ise ‘İş‘ kavramı üzerinde durulur. Göçmen işçilerin üçte ikisi
sanayi kesiminde, bina ve öbür yapı işlerinde çalışırlar. Yabancı işçiler Almanya‘da plastik,
kauçuk ve amyant sanayi gibi en tatsız ve ücreti düşük işlerde yoğunlaşmışlardır. Kendisiyle
sözleşme yapan firma, işçiye bir odada yatacak bir yatak sağlar, göçmen işçilerin yarısından
fazlası şirketlerin onlara bulduğu kira evlerinde veya barakalarda kalırlar. Berger‘e göre
göçmen işçinin günlük döngüsünde kendisine söylenen şeyi, yapılması gerektiği gibi
yapabilecek kadar yer vardır; bunun dışında, ancak yatağında istediği gibi hareket edebilir.
Yazar, bu bölümde Avrupa ülkelerine kaçak olarak girmiş işçilerin durumundan ve maruz
kaldıkları dolandırıcılıklardan da bahseder. Örneğin, göçmen işçilere en kötü odaları
kiralayanlara ‘uyku simsarları‘ denmektedir. Berger, Marx‘ın (1867) şu sözlerini de hatırlatır:
“Fabrikada işçinin dışında cansız bir çark dönmektedir; işçi bu çarkın sadece bir parçası
durumundadır… Ayrıca, fabrikada çalışmak sinir sistemini son derece yorar, kasların değişik
hareketlerini kısıtlar, insanın bedensel ve düşünsel etkinliğini en küçük zerresine kadar
özgürlükten yoksun bırakır.”
Henry Ford (1922) ise, “Tekrara dayanan çalışma düzeninin insan sağlığına zararlı olduğu
konusunda hiçbir kanıta rastlamış değilim, bizim araştırmalarımızın sonucu bunu
göstermiyor,” demiştir.
Bulundukları ülkelerin yerel halkı ise göçmen işçiler konusunda pek de iyi şeyler
düşünmemektedir: “Buraya geliyorlar, neye geliyorlar sanki? Kazanabilecekleri kadar para
kazanıp sonra bu parayı yurt dışına göndermek için. Hiçbir şeye ilgi duydukları yok. Yalnız
para. Hep aynı hikâye. Paralarımızı alıyorlar, işlerimizi alıyorlar, evlerimizi alıyorlar,
ellerinden gelse, bırakacak olsak, her şeyimizi alacaklar.“
Kitapta, göçmen işçilerin birçok yerde Zigeuner (çingene), Lumpenpack (paçavracı
takımı), Kameltreiber (deve sürücüsü), Zitronenschüttler (limon sıkıcısı) ya da
Schlangenfresser (yılan yiyen) adlarıyla anıldığı da belirtilir.
Batı Avrupa‘daki işçi eksikliği aslında nüfus azlığının bir sonucu değildir. Bu özgül bir
üretim sisteminin yarattığı özgül bir eksikliktir. Yazara göre, bu ülkelerde verilen düşük
ücretlerle el emeği gerektiren işleri yapmayı kabul edecek sayıda işçi bulunmamaktadır. Bu
tarz işlere büyük ücretler ödeyip, çalışma koşullarını da düzelterek ülkesinin insanlarını bu
işlere çekmeye çalışmak da iş hayatındaki kazançları düşüreceği ve ekonominin ücretler
dengesini de alt üst edeceğinden; Batılı ülkeler, bu konuda göçmen işçi çözümünü tercih
etmiştir.
Göçmen işçi artık lüksün ne olduğuna tanıklık ettiği bir şehirde yaşamaktadır, gördüğü
şeylerin bazıları onu irkiltir, bazıları da etkiler. Yoksulluğun süprüntüleri ile bolluğun
süprüntüleri arasında, sömürüldüğünün siyasal bilincine varmadan, hayatını değiştirebilmek
için çalışmaktadır. 1973 yılının başında Cenevre‘de tünel inşaatında çalışan dört İspanyol
işçisi daha iyi çalışma koşullarının sağlanması için yarım günlük grev yaparlar ancak akabinde

işlerine son verilir. Artık işleri olmadığı için İspanya‘ya dönmek zorunda kalırlar, İsviçre‘deki
iş sendikaları bu işçileri korumak için hiçbir girişimde bulunmazlar. Sonrasında bir heyet
tüneldeki koşulları denetler ve elverişli olduğuna karar verir. Aynı yıl içinde orada iki işçi
ölür, birçoğu da kaza geçirir.
Berger‘in; kitabında, geçici bir süre için yurdundan ayrılan göçmen işçinin kendisini,
duvarları olmayan bir zindanda hapis cezası çeker gibi hissettiğini yazması bana Michael
Ende‘nin ‘Özgürlük Hapishanesi‘ öyküsünü çağrıştırmıştır. Oradaki kahraman, parlak beyaz
duvarını sıra sıra kapalı kapıların çevrelediği muazzam bir salonda bulur kendisini. Salondan
kurtulmak için bir kapıyı seçip açması yeterlidir ancak yanlış kapıyı açtığı taktirde,diğer
kapılar bir daha açılmamak üzere kilitleneceklerdir. Her geçen günün ardından salondaki
kapıların sayısı azalır ancak o yine de hiçbir kapıyı açamaz çünkü insanın bilinemeyecek
sayıda olasılık arasında seçim yapmasıyla sadece iki olasılık arasında seçim yapması aslında
aynı kapıya çıkmaktadır ve imkânsızdır. Tek bir kapı kaldığında ise artık orada kalmayı
seçmiştir ve sonraki uyanışında salonda hiç kapı yoktur.
Berger‘in eserinin son bölümü ‘Dönüş‘, yine bir şiirle başlar:
“Yalnızlığı yağmurda demir gibi / avuçları pastan kızarmış / sınırı ayıran nehrin / öteki
kıyısında / karanlıkta / ölülerle birlikte / (yaslanmış ranzasının teline) / ıslıkla kayığı çağırıyor.
/ Çağırıyor ki / Kanunî Süleyman gibi / yolda ölen Albuquerque / ya da Büyük İskender gibi
/ bir fatih olarak / karşıya geçsin / ve işitsin söz edildiğini / yurduna dönen yolcudan.“
Göçmen işçilerin geldiği altı Avrupa ülkesinden beşi, eskiden ülkeler fetheden ve koloniler
kuran birer devlettir. Gurbette, bir aileyi geçindirecek ve bir evin yapılması için gerekli
malzemeyi alacak parayı biriktirmek için yaklaşık tarifeyle, beş yıl yurt dışında çalışmak
gerektiğini belirtir yazar. Bu esnada, göçmen işçi kendi ülkesinden daha büyük bir hızla
değişmiştir. Onun yurt dışına gitme konusunda karar vermesine yol açan ekonomik koşullar
düzelmemiş, belki daha da kötüleşmiştir.
Temelli dönüş masal gibi bir şeydir, Berger‘e göre. Anlamsız olabilecek bir şeye anlam
katar bu masal havası. Hayatta olduğundan daha büyük bir olaydır bu son dönüş, özlem ve dua
konusu bir olaydır. Hayal edildiği için, hiç gerçekleşmemesi bakımından da masalsı bir yanı
vardır son dönüşün. Çünkü son dönüş diye bir şey yoktur aslında.
Köy hiç değişmese de, o artık köyü bir daha hiçbir zaman eskiden gördüğü gibi göremeyecektir. Ona nasıl başka gözle bakılıyorsa, o da gördüklerini başka bir gözle görmektedir.
Yurduna dönmüş başarılı bir göçmen işçi olarak kazandığı saygınlık oldukça önemli olmakla
birlikte, eğer köyün değerlerine açıkça karşı çıkmaya kalkarsa, elde ettiği bu saygınlık bile
onun bir bozguncu olarak suçlanmasını önleyemez. Artık onun kendi köyünde istediği gibi
kalacağı bir yeri yoktur.
“Yurtsuz olmak adsız olmak demektir. O, adı sanı olmayan bir göçmen işçi.“

Gökhan Yesari

Papirüs Edebiyat dergisinin 18. sayısında yayımlanmıştır. (Eylül- Ekim 2016)