Servet-i Fünun’un kurucularından ve Tanzimat Edebiyatının son romancılarından olan Nabizâde Nâzım, 1862 yılında İstanbul’da doğmuştur. Şiir, anı, hikâye, roman türlerinde ve bilimsel konularda eserler veren Nabizade Nazım, ilk Türkçe gerçekçi köy romanı olarak kabul edilen Karabibik’in ve Türk edebiyatındaki ilk psikolojik roman denemesi olan Zehra’nın yazarıdır.

“Zehra” romanının protagonisti Suphi, bütün varlığını kaybettince tulumbacılara katılır. Dönemin önemli mesleğini Nabizâde’nin anlatısından öğrenmek heyecan vericiydi. Edebiyatın aynasında 130 yıl öncesini yansıtan satırları aşağıda paylaşmak, geçmişin gerçeklerini romanla çoğaltmak amacıyla paylaşıyoruz.

” Artık Suphi’nin yaşayışı tam serseri, tam yersiz yurtsuz kimselerin durumuna dönmüştü.

Firuzağa tulumbacı kahvelerine dadandı; on beş yirmi gün içinde tulumbacılarla içli dışlı oldu. Arkadaşlarının baskısı üzerine tulumba sandığına “omuzdaş”‘ yazılmaya karar verdi. Reis ince Hasan’a baş vurdu. Arnavut hanındaki yatağı orada birine satmış, yani yataksız kalmış olduğundan, kefaletsiz omuzdaş olamayacaktı. Arkadaşlardan üç kişi, çapkınlık etmeyeceğine, yakışıksız davranışlarda bulunmayacağına kefil olarak hele Suphi’yi koğuşa teslim ettirdiler. Suphi’ye bir kat yeni tulumbacı giysisi verdiler. Gündüzleri kahvede hizmet ederek para kazanmaya başladı. Aslında, kahve parası sandık parasından çıkacaktı. Hasta olursa … ya da kazayla kodese girerse, sandık parasından beslenip tütün içeceği de bir avuntuydu. Reis, Suphi’yi artçı” olarak atamıştı. Fakat daha ilk olayda, Suphi’nin bu görevin üstesinden gelemeyeceğini kestirdi. Öncülük; denemesinde de başarılı olamadı. İnce Hasan, içinden kızıyordu. Suphi cılızlığı, çelimsizliği nedeniyle ne hortumcu olabilecekti ne de borucu. Çaresiz kökenci Dursun’u artçılığa alıp Suphi’yi kökenci yaptı. Suphi’nin görevi elverişli olmuşsa da tehlikesi artmıştı. Çünkü borucuy­la birlikte damlara çıkmak, ateşe herkesten yakın bulunmak zorundaydı. Bir gece koğuştakiler bir idare kandilinin hafif aydınlığı içinde horul horul uyuyorlarken köşklü narayı atarak uyandırdı: Tatavla’da yangın olduğunu haber verdi. Suphi gözlerini uğuşturarak kalktı: başı, beyni kazan gibiydi. Omuzdaşlar giyinmekte, öteye beriye seğirtmekteydi. Suphi çaresiz, giyinmek zorunda kaldı. Tam dizliğini çekiyorken ikinci reis, Suphi’ye dedi ki:

  • Haydi bakalım kökenci… fırla bakalım, reize; haber ver de sandık kaldıralım.

Suphi homurdanarak yemenileri çekip fırladı. Hava pek soğuk, rüzgâr şiddetli. Sokaklar karanlıktı. Uyku sersemliğiyle reisin evini güç bela buldu. Reise “bir oğlu olduğunu”‘ haber verip döndü. Sandık, koğuşun önünde hazırlanmış, hortumcu yola çıkmış, fenerci fenerini yakmış, takımlar toplanmış, nazıra hayvan gitmişti.

Suphi de köken ipini omuzladı.

İnce Hasan geleli. “Hazır ol zeybek!” Zeybek takımı “Alesta!”” diye bağırdı. Reis sonra “Yakın gel!” emrini verdi. Takım kollara yanaştı. Al zeybek! Komutasında öncülerle artçılar bir elde sandığı omuzladılar. Fenerci öne düştü. Suphi omuzdaşlar arasında gidiyordu.

Sandık koyun ayağı gidiyor, şuradan buradan konuklar geliyordu.

Fenerci “Yalama var!” diye haykırdı. Takım dikkatli yürümeye başladı.

Bozahane yokuşunu bu gidişle çıktılar. Suphi hem koşuyor hem Ürani’yi düşünüyordu. Boğaziçi’ndeki, Beyoğlu’ndaki yaşayışıyla şu tulumbacılık ömrünü karşılaştırmaktaydı. Kılığından utanıyor, eski anılara yazıklanıyordu.

Taksim alanında takım değiştirildi. Geriden, Beyoğlu caddesinden bir sandık söktü. Herkesi bir çarpıntı aldı. Reis takım açtırdı. Sandık kuş gibi uçuyordu. Neferlerden Bıçkın Salih “Yaman gider Beyoğlu Pevruzağalım'” diye bir nara attı. İş kızışmış. Arkadaki sandık izlemeye başlamıştı.

Suphi bu gidişe hiç alışkın değildi. Bacakları güçten düşmekte, soluğu soluğuna yetişmemekte geri geri kalmaktaydı. Oysa arkadaki sandık ateş gibi geliyordu. Heyecanı artmış, tehlike yaklaşmıştı. Koca Firuzağa sandığının gebe kalması düşüncesi hepsini titretiyordu.

Suphi’nin artık gücü kuvveti kesilmişti. Fakat arkadaki sandık gelip çatmak üzereydi. Şimdiki misafir takımı reisi kızdırıyor idiyse de bu durumda takım değiştirmek tehlikeliydi. Reis kırbacı havada şaklatarak sövüyor, herkes kavgaya hazırlanıyordu.

Bıçkın Salih, Suphi’ye dedi ki:

 – Tetik davran omuzdaş … Sandığa dikkat et.

Bu hızla Meşatlık’ın önüne kadar gelmişlerdi. Arkadan gelen sandık kaybolmuştu. Bu durum, Firuzağa sandığı için daha büyük tehlike demekti. Çünkü kaybolan sandık arka sokağa sapmıştı ki ileride önüne çıkabilirdi. Bu durumsa sandık için bir aşağılanma olup kesinlikle bir kavgayı gerektirirdi.

İnce Hasan biraz soluk alarak takım değiştirdi. Keçekülah’a takım açtırdı.

Suphi sanki yığılıp kalacağını sanıyordu. Oysa sandığı bırakamazdı da. Pangaltı’ya geldikleri halde bile, arkadaki sandık ortaya çıkmamıştı. Artık tehlike geçmiş, sandık koyun ayağına yatmıştı. Suphi solumaya başladı.

Yangın yeri dar bir sokak içinde, ahşap bir evdi. Ateş alt kattan çıkmış tavana kadar sarmıştı. Yandaki evin saçağı ufaktan tutuşmuştu.

Sokak hıncahınç dolmuş, ortalık bağırışlar, çığlıklar içinde kalmıştı. Tatavla sandığı işe başladı. Bir yandan sakalar su taşıyor, bir yandan şuraya buraya eşya taşınıyordu.

Sandık indi; hortum takıldı, borucu bir ev aşın bir dama çıktı. Suphi köken ipini açıp bir ucunu kökene bağladı. İpi kangalladıktan sonra fırlatıp yukarı borucuya attı. Kendisi de hemen dama çıktı. İkisi birlikte ipi tutup hortumun ucunu yukarı aldılar. Suphi kökenden hortumu tutmaya çalıştığı sırada, borucu Ali boruyu iki eliyle kavramış, sağ elinin baş parmağıyla borunun ağzını tıkayarak su bekliyordu.

Aşağıdaysa, sandık ağız ağıza dolmuş, işlemeye başlamıştı. Ali suyun basıncını duyup da parmağını çekince, hışım ve şiddetle, çatlaya çatlaya parmak kalınlığında bir su fışkırmaya başladı. Bu su evin içine girer girmez buharlaşıyor; ateş üzerinde hiçbir etki gösteremiyordu. Suphi bu manzarayı ömründe görmüş değildi. Beş altı arşın yakınında şiddetli bir ateş, yalım yalım alev salarak kıvrıla büküle havalanıyor, ucundan yoğun siyah bir duman sütunu çıkıyordu. Hava insanı bunaltacak derece kızmış, borucuyla Suphi buram buram ter dökmeye başlamıştı. Alev bunlara vuruyordu. Rüzgâr biraz yatışmış, her yerden tulumbalar üşüşmüş olduğundan yangının söndürülebileceği bekleniyordu. Çevre damlardan hep yangın alevlerine doğru beş on boru sıkılmaktaydı. Suphi gözünü alevden ayırmıyordu. Dumanlar içinde milyonlarca kıvılcımlar uçuşuyor. Üzerlerine kıvılcım yağıyordu. Alev yeniden yeniye tahtalara alıştıkça önce kıvılcım halinde ortaya çıkan ateş büyüye büyüye alevleniyor: böylece yangın azıp genişliyordu. Ali, en çok bu noktalara dikkat ediyordu. Nerede yeni bir ateş görürse, boruyu oraya yöneltmekteydi.

Suphi sıcaktan bunalacak durumdaydı. Yüzü gözü cayır cayır yanıyordu. Arada sırada hortumun dikiş deliklerinden fışkıran suyla yüzünü gözünü ıslatmaktaydı.

Ateş gittikçe ilerliyor, bu yana doğru yürüyordu. Aşağıdan İnce Hasan avaz avaz bağırıp (onları) aşağıya çağırmaya başladı. Karşıdaki büyücek evin sahibi Firuzağa, sandığını evine istiyordu. İnce Hasan buradan beş on mecidiye umuyordu.

Ali boruyu sökmüş. Suphi ipi kökene bağladıktan sonra saga sağa hortumu aşağıya bırakmaya başlamıştı.

Borucu damdan inmiş, Suphi yalnız başına kalmıştı. Hortum aşağı inmiş ve artık Suphi de serbest kalmıştı. Oysa hiç kimse farkına varmadığı halde, bu evin arkasındaki saçak epey zaman önce ateş almıştı.

Suphi damın bacasına seğirtti. Fakat ateş tavanı sardığından alevlerin içinden geçmek zorundaydı. Suphi tavan arasında duman içinde kalmış sağını solunu şaşırmıştı. Oraya buraya saldırıyor idiyse de bir türlü yolu bulup da çıkamıyordu. Feryadın da hiç yararı yoktu: çünkü aşağıdaki kargaşalık gürültü patırtı arasında feryatlarının işitilemeyeceği apaçıktı.

Suphi hala çabalayıp duruyordu. Fakat soluması da güçleşmiş, başı dönmeye başlamıştı. İnce Hasan, Suphi’nin gecikmesinden kuşkulandı. Neferlerden ikisini çatı arasına çıkardı.

 Bunlar da göz gözü görmeyecek derece yoğun bir duman içinde kaldılar. “Supi! Supi! Supi!” haykırışlarına pek boğuk bir sesle “Aman yetişin, boğuluyorum!” cevabını aldılar. Durumu ve bulunduğuu yer pek tehlikeliydi. Bir yandan da alev sarıyordu. Suphi artık hayatından umudunu kesmişti. Şu umutsuzluk ve tehlike durumunda bile Ürani’yi düşünüyordu. Sevdiğinden böyle acı bir şekilde, sonsuza kadar yoksun kalacaktı. Gözünün önüne Ürani’nin hayali gelmiş, kendisine acıyan gözlerle bakıyordu. Fakat zavallı kızı da bir alev sarıyordu. Uzun kara saçlarının uçları tutuşmuştu bile. Suphi kendi durumunu unutup sevdiğini kurtarmaya can attı. Fakat ne yazık, her yan alev, her yer ateş. Ürani yanıp kül olmuş, dünyayı korkunç bir ateş sarmıştı. Suphi kendisini kaybederek bayıldı.”

Kaynak: Zehra, Nabizâde Nâzım, Bordo Siyah Yayınları 2003,