Saat sabahın yedisi. Yedi mahkûm, yedi muhafızla, yedi kat aşağıdaki avluya inerken her katı yedi basamakla geçti.
Beyefendi, bir gün sinirlendi, korktu ve paniğe kapıldı
“Ben ki Setüros’un efendisiyim
Yerle göğün arasında
insanla hayvanın, ağaçların
Ve hatta yerin dibiyle, göğün görünmez katının ilahi gücüyüm
O 7 Bilgeyi getirin ki
kaderlerini tayin edeyim.
Güneşle ısıttığım tuğlaların arasında
Gözlerini alayım, ellerini yakayım!
Uzun bacaklarını kırayım, toynaklarını keseyim
Yelelerinden kendime elbiseler yapayım! ”
Setüros Diyarı; Yedi Bilge’nin temellerini attığı, tarlaları, çiftlikleri ekin veren, suyu bereketli, kurdun kaplumbağaları öldürmediği, boğaların kırmızı hastalığı kapmadığı, çocuk öldüren domuzların bilinmediği, ormanlara çekirge sürülerinin dadanmadığı, tarlaların yılanlarla, farelerle sarılmadığı bir yerdi. Temizdi, aydınlıktı. Yedi bölgesinin parıldayan zenginlikleri baş döndürücüydü. Setüros’un bereket suyunu içmeye civar ülkelerden gelirlerdi. Bütün hudutları delip geçecek bilgilerle donatılmış, en yüksek, en sağlam ve en geniş kütüphanesiyle medeniyet aleminde itibarı kuvvetliydi. Bakmayın böyle milattan önceki bir medeniyet tarifi yaptığıma. Bugüne ait yaşamda ne varsa hepsi-bilgisayar, cep telefonu, otoyollar, araçlar, sıkışan trafik, insan yığını kaldırımlar…- en sıradanlığı ile akışta vardı. Ancak, toprağın belleğinin, yeri geldiğinde yüzeye çıkmak gibi bir huyu vardı.
Beyefendi’nin emrinin uygulanmasının hemen ardından Setüros toza bulandı. Önce kasvetin sükuneti sardı Setüros’u, sonra uzun ve korkunç toz hortumları. Her şehrinin sokaklarında huzura başkaldıran bir öfkeyle ilerledi. İnsanlar şimdi korunaklı metal yığını meskenlerinden kafalarını dışarıya çıkaramıyorlardı. Meydanların neşeli görüntüsünün yerini toz tepelerinin kasveti sarmıştı. Sınırları kilometrelerce çevreleyen, ardıç ardıç yükseklikteki polikarbon levhalar dahi Setüros’u tozdan sakınmaya yetmemişti. Beyefendi bu durumdan garip bir hoşnutluk duyuyordu. Kanla bulanmış paltosundan çiğ et kokusu yayılıyordu. Tapınağa depolanmış gıdalar gün be gün eksilirken, su kaynakları kururken, görünüşe göre Beyefendi geçmiş savaş ganimetlerinden nemalanmaya devam ediyordu. Yaptığı her şey körü köründeydi.
“Ben ki Setüros’un ete kemiğe bürünmüş haliyim
O halde
Egemenliğim sonsuza dek sürecek!”
Bilgelerin kaderlerinin tayin edileceği üçgen binanın piramitlerden farkı; en üst katının düz ve tepesinde bir tapınak olmasıydı. Bilgeler bu tapınağa hapsedilmişti. Setüros’un heybetli, yedi tepeli şehri Tunsibal’ın en yüksek tepesine inşa edilmişti. Toz hortumlarından henüz nasibini almayan tek yer şimdilik burasıydı. Halkın girmesi, girmeye teşebbüs etmesi, hatta bunu düşünmesi yasaklanmıştı. Toz kalkana kadar kendisi de bilgelerle beraber burada kalıyordu. Beyefendi’ye göre bilgeler kalleşlik sarmalına düşmüştü. Yaşanan tüm olumsuzlukların sebebiydiler. Gerçi çok iyi bildiği gibi anadan üryan olan tek şey onun yalanlarıydı.
Yüksek tuğla duvarlı, devasa kare avlu, her sabah yedilinin heybetiyle dolar, seremonileriyle coşardı. Bedenlerini saklayan, yerleri süpüren mor rengi elbiseleriyle gölge gibi yürürlerdi. Kutsallık, hayal gücü ve alçakgönüllülük onlarla avluya doluşurdu. Muhafızlar korku imparatorluğunun köleleriydi. İçlerinden biri göreve bu sabah başlamıştı. Tapınak içine yapılan hücrelerin kapıları birer birer açılırken, acemi olan, anahtarı titreyen ellerinden kaydırdı. Yerden alıp kilidi açması biraz zaman alırken, heyecanını bastırmak için bedenini sıkarak güç aldı. Muhafızların yasaklı olduğu pek çok şey vardı: Onlara uzun uzun bakamaz, konuşamaz, konuşurlarsa dinleyemez, bedenlerine çıplak elle dokunamazdı. Kalın ve dayanıklı iri eldivenleri üniformalarının ayrılmaz parçasıydı. Kulaklıkları, pamuk gibi kulak deliğine tıkalıydı. Bilgelerin boyu, posuna erişilmesi imkânsız olsa da muhafızlar şehrin en uzun, en geniş cüsseli, güçlü, kuvvetli erkeklerinden seçilmişlerdi. Çömez olana düşen bilge, bir nevi simyacıydı. Yarı kahindi. Kehanetlerini gerçeklere dayandırıyordu. Tam bir kısraktı. Rengi gri, ismi Kır’dı.
Koyu gri takım elbisesi Beyefendi’nin üzerinde jilet gibiydi. İki eli pantolonunun cebinde cam ekranlara dikkatlice baktı. Tapınağın her yerine yerleştirdiği kameralarla bilgelere saklanacak hiçbir yer bırakmamıştı. Gölgelerini dahi izleyebildiği bu ekranların karşısında aylardır düşünce ishaline tutulmuştu. Cebinden tarağını çıkardı. Yana ayırdığı saçlarını taradı. Saçlarının arasından geçen her diş uzun bedenini rahatlatıyor, düşüncelerini aralıyordu. Bıyıklarının üzerinden geçmeyi de atlamazdı. Yine atlamadı. Birden durdu. Anahtarı düşüren muhafızı yakın plana aldı. Kaşlarını çattı, kalın dudaklarını sarkıttı. Doğrulan muhafızı izlerken parmaklıklara yaklaşmış Kır’la göz göze geldi. Kır’ın gözleri büyüdükçe büyüdü. Meydan okuması tüm ekranı kapladı. Elindeki tarağı tek elle kırdı. Bu kırılan kaçıncı taraktı kim bilir. Dişleri avuç içinin derinlerine kadar battı. Teker teker parçaları çekerken, canı yanmadı, tek bir damla kan akmadı.
“Gücüm tükenmeyecek
Ta ki sizi yok edene kadar!”
Bilgeler ayakta uyuyabiliyorlar, nadiren yatarak da uyumaya ihtiyaç duyuyorlardı. Pek derin uyudukları söylenemezdi. Derin uyku onlar için ölüm demekti. İçgüdüleri tehlikelere karşı en büyük uyaranlarıydı. Ayakları yere basan dünyevi güçlerle ruhani güçlerin birleşiminin simgesiydiler. Burun delikleri geniş, gözleri büyük ve canlıydı. Küçük kulakları çok iyi işitiyordu. Gür kıllı yeleyle kaplı boyunları uzun ve oldukça kuvvetliydi. Alınlarındaki beyaz leke bilgeliklerinin nişanıydı. Oldukça uzun ve kuvvetli bacaklarına göre küçük sayılabilecek ayakları tek parmaklıyken, parmak uçları toynakla kaplıydı. Aralarında birbirlerine haset yerine gıpta etme huyları vardı. Birbirlerine imrenerek daha çok çalışmak ve hizmet ederek öne geçmek istiyorlardı. Sonuç genelde beraberlikle bitiyordu. Cesur, atılgan ama yabani atlar kadar da itaatkârsızlardı. Güç, asalet, sadakat, onur, zafer ve keşifler kimliklerinde yer bulmuştu.
Kapısı açılan Kır, acemi muhafızına baktı. Değişen dokuzuncu muhafızdı. Diğerlerinden pek farkı yoktu. Altı bilgeyi kapıları açılırken başıyla selamladı. Hücre dışında olmak güzeldi. Diğer katlarda sıralanmış gözlemci muhafızları izledi. Toz tufanına baktı. Düne göre daha inceydi. Tunsibal’ı zor da olsa seçebildi. İki adım attı. Daha iyi görmek istedi. Muhafız, mesafesini koruyarak önüne geçti. Durması için elini kaldırdı. Silahının ucuyla göğsünden itekledi. Kır, geri çekildi. Bilgeler aralarında kendi diliyle sessizce mırıldandı.
“Akıl almaz bazı şeyler
Fikir yoksa insan neyler
Bazıları gönül eyler
Hazzedemem utanırım” *
Hayatın devamı ve yeniden doğuşun simgesi olarak biliniyorlardı. Sebzeyle beslenir, çok yemeyi tasvip etmezlerdi. Şekere bayılırlardı. Soğukkanlılardı. Harp meydanlarında, halk gösterilerinde, yürüyüşlerde, yarışmalarda, göçlerde, üretimde, tarımda her sahada en önde onlar oluyorlardı. Hizmet etme kabiliyetleri büyüktü. İfadeleri yumuşak ve çekici olmasına rağmen, güldükleri hatta gülümsedikleri pek görülmemişti. Aynı anda oturup kalktıkları, aynı anda adım attıkları, aynı anda düşündükleri, aynı anda aynı şeyleri söyledikleri çok oluyordu. Aralarında tuhaf bir dil kullanıyorlardı. Kimselerin anlamadığı, şifrelerini çözemediği. Toplantıları bir ayin havasında geçiyor, ritüellerinin dilini anlayabilene rastlanmıyordu. Zaten anlayan olabilse, namları yedi cihana salınmış yedi bilge olmazlardı. Halk arasında gökten indiklerine, eğer bir gün ölürlerse de uçarak göğe çıkacaklarına inanılıyordu. Üçü erkek dördü kadındı. Herkesten önce uyanmayı, herkesten sonra uyumayı çok seviyorlardı. Yaşama ilişkin planları hiç bitmezdi. Sanatın her dalının yakasına yapışmış yetenek dehaları her zaman başka bir alemde gibiydiler. İletişim ve haberleşmede uzman olmalarının yanında iyi öğrencilerdi demek yanlış olmaz. Kapsamlı zekalarıyla politikanın felsefesine, detaycılık ve mantığına sahiplerdi. Yasa koyucu ve toplum asayişini düzenlemenin ağırlığında ezilmezlerdi. Deyişleri Setüros’u sarmıştı.
“Vicdanım var sorgularım
Gerçekleri vurgularım
Zarar vermez kurgularım
Yoz kültürden utanırım” *
Yıllarca itibar görmüş, işlerinin üstadı olarak anılmış bu kimseler kilit arkasında olmalarına rağmen; Beyefendi tarafından azılı ve tehlikeli teröristler olarak addedilmiş, yandaşları kaosa sürgün edilmişti. Resmi suçlama şöyleydi: “Bilgeler, Beyefendi’nin orantısız gücüne kafa tutuyor, yeni icatlarla gücünü zayıf göstermeye çalışıyor, halkı yoldan çıkarıyordu.” Cezaları her ne kadar ölüm olsa da, Beyefendi onların ölümsüz olduklarını biliyordu. Tapınakta kilit altında tutarken, onları yok etmenin ya da kendisine itaat etmelerinin yolunu bulacaktı. Toz ortadan kalkmadan, insanlar metal binalardan çıkmadan önce ve daha önemlisi olabilecek en kısa zamanda yapmalıydı.
Bilgeler, firar etmenin yolunu kolayca bulabilirdi ancak Beyefendi’yi haklı çıkarmak istemiyorlardı. Mutlak özgürlük, sabır ve doğruya sadakatle gelecekti.
“Beş paranın altındasın
Değerin yok ederin yok
Sen bir çukur katındasın
Yüreğin yok kederin yok” *
Genç muhafız, ilk heyecanını bastırdıktan sonra geçtiği eğitimlerin hakkını verecek şekilde görevini yapmaya devam etti. Merdivenden süzülen mor elbiselerin arkasından ilerlerken, ahmakça bilgeleri süzdü. Onları bu kadar yakından hiç görmemiş, dokunmamıştı. Çaresizce bir şey hissetmeye çalıştı. Kare avluya indiklerinde, diğer muhafızlarla geri çekildi, bir kat yukarı çıktılar. Olması gereken mesafelerde avluyu her açıdan görebilecekleri şekilde yerleştiler. Baş bilge Kır ortada, diğerlerinin üçü kuzeye, üçü güneye doğru sıralandılar. Birbirlerine yaklaşıp uzaklaşırken hareketleri zaman zaman mekanik, sert, zaman zaman ise ruhani ve yumuşak. Eşzamanlı. Konuşmaları melodik. Theremin’i den çıkan sesler gibi. Aklı toy muhafız bir acemilik daha yaptığını anladı. Kulaklığın ses ayarını tam olarak kısmamıştı. Artık her şey için çok geçti. Çuvallamıştı. Bu noktada hareket etmesi yasaktı. Duyduğu sesin büyüsüyle bedeninden boşalan ter siyah parlak botlarının içine süzüldü. Çorapları ıslandı. Korku soğukluğu baştan ayağa bedenini sardı. Arası kısalan solukları yetmez, sancılı, puslu kafasını taşıyamaz oldu. Yine de gözlerini Kır’dan alamadı. Yedi sesin arasından onun sesini ayırt edebiliyordu. Bu dilin mucidinin hangisi olduğunu düşündü. “Sus, sus!” dedi kafa sesi. Susturamadı. Kulağından içeriye giren her ses dalgasının büyüsüyle titredi. Titredikçe yüzü kızardı, kızardıkça düş kırıklığı yerini kısa zamanda dehşete bıraktı. İçine bir ürküntü düştü. Alay edileceğini, aşağılanacağını hatta ağır bir ceza alabileceğini biliyordu. Eninde sonunda bedel ödeyecekti. Bu bedel ölümden daha korkunç olabilirdi. İnsan müsveddesine dönüşebilirdi. “Buraya kadar!” Başı döndü. Dermansız avluya bıraktı kendini. Kulağında bilgelerin mırıltısı.
Bilgeler, birbirlerinin pelerininin ucundan tuttu. Adeta çarşaf gibi gerdiler başlarının üzerinde. Toynaklı iki ayakları, parlak tüylü bedenleri, kadın olanların tüylerinin arasından memeleri, erkeklerin fallusları çıkıyor ortaya. Geriye attıkları başlarıyla arkada salınıyordu yeleleri. Muhafız, sırt üstü düştüğünde bir milim olsun esneme olmadı bez parçalarında. Eşzamanlılık burada da devam etti. Onu ağır ağır yere indirdiler. Elbiseler bu defa da perde görevini gördü. Diğer altı muhafız yanlarına gelene, aklı toy olanı çekip alana kadar yüzüne dokundu Kır. İri gözleriyle muhafıza ayna oldu, saçını okşadı. Etrafları sarılırken eldivenin birini hızlıca çekip çıkardı, çıplak ellerinden tutup kaldırdı. Ağırlaşmış bacaklarına rağmen ayağa kalkarken başına geleceklere razı, büyük bir arzuyla Kır’ın bedenine dokundu. Artık titremiyor, rengi atmıyor, ifadesi vahimleşmiyordu. Bir ayinin zihnini saran sükunetinde, zamanda sıkışmıştı. Bilgeler bedenlerini tekrar örterken; Kır, muhafızın eline eldivenini bir çırpıda taktı. Diğer muhafızlar orada olup bitenlerden habersiz, aklı toy muhafızı yaka paça aralarına aldı. Beyefendi, yanında onlarca muhafızla avluda belirdi. Acemi muhafız ıskartaya alınırken yerine birisi geçti.
Bilgeler ve muhafızlar yedi kat yukarıya çıkarken, çömez muhafız kollarına yapışmış iki meslektaşıyla zindana doğru yürürken, yeri göğü inleten tebessümüyle başını kaldırdı.
Özlem Budak
*Habip Kaymak