HALK ÖĞRETMENİ

Gençliğe yaşlılıktan çok hürmet etmeliyiz.

                                             Victor Hugo

Ah bu öğrencilerin omuzlarındaki yükler ne zaman iner bilinmez. İlkokulun 5 yıl okunduğu zamanlarda ortaokula giriş sınavları vardı,  isteyen girerdi o sınavlara. Şimdilerde zorunlu eğitimin 8 yıla çıkmasıyla lise sınavlarına girmek mecburi oldu. Tabii okuyabilene ve okutabilene. İmkânları elvermediği için okuyamayanların durumu hep kanayan yara oldu ülkemizde. Çoğu ülkede farklı sınav sistemleri uygulanırken bizim ülkemizdeki nota dayalı sistem, bilgi ve beceriye dayalı eğitime dönüşür mü? Meçhul. Öğrencinin yetenek ve ilgisine göre meslek sahibi olacağı şekilde okuması, eğitimde eşitliğin sağlanacağı günler ülkemizde de olur mu?

Sen de lise sınavlarına hazırlanırken binlerce rakibin vardı ve yarış atı gibiydin. Özellikle 7.sınıfta başladı senin hummalı çalışmaların. Bazı arkadaşların dışarda oynarken sen test kitaplarınla adeta bütünleştin. En büyük tutkun voleybol bile hayatından çıktı o zamanlar. Okul takımındaydın,  takım kaptanı olacakken sınavlar yüzünden en sevdiğin toptan da vazgeçmek zorunda kaldın. Sinemaya gidemediğin için hiç değilse kafa dağıtayım der bilgisayardan film izlerdin ancak. Kimi zaman annen masa başında uyur bulurdu seni. Sınava yaklaşan günlerde, odandaki pencerenden gelen baharın müjdecisi kuş cıvıltıları içini coştursa da önceliğin dersti hep. Rüyalarında test kitapları kovalarken uçsuz bucaksız kaçardın onlardan. Elbette arada bir çıkıyordun nefes almaya ama her çocuk kadar değil. Yüreğin onlar gibi olmak isterdi mantığın ise; otur test çöz derdi. Bıktığın, artık çalışmayacağım, dershaneye gitmeyeceğim diye isyan ettiğin zamanlar da oldu.

Çok sıkıntı çektin ama disiplinli ve kararlı çalışman seni buralara getirdi. Daha o zamanlar koymuştun kafana; ilerde benim gibi sıkıntı yaşayan çocuklara ışık tutabilirsem mutlu olacağım diye. Onlara destek olmak için hep hayalinde Rehber Öğretmen olmak vardı. Üniversite de PDR bölümünü derece ile bitirdin ama bu sefer KPSS sınavı çıktı karşına. İstesen özel okullarda öğretmenlik yapardın fakat sen devlet okullarını istediğin için gece gündüz demeden çalışarak onu da kazandın. Çocukluk,  gençlik çağları hep sınavlara hazırlanmakla geçiyor diye hayıflanmakta çok haklısın.

Öğretmen adaylarının yıllarca atanmayı beklediği bir düzende senin şansın yaver gitti. Kurada; atamanın, stajyer olarak çalıştığın ortaokula çıkması senin için biçilmiş kaftan oldu. Artık mesleğinde çiçeği burnunda rehber öğretmensin. Öğrencilerine danışmanlık yapmanın zaten görevin olduğunu bilsen de, okuldaki odana gelen her öğrenciye ayrı ihtimam göstermek ayrıca ilken oldu. Özellikle sınava hazırlanan öğrenciler senin için önem taşıyordu. Hatta geçenlerde, durakta beklerken oğlunun durumunu sormak için arayan öğrenci velisine uygun olmadığını söyleyip kapatacakken kendi yaşadıklarını hatırladın bir an. Üstelik senin bire bir görüştüğün öğrenci olmasa da sürdürdün konuşmayı. Çünkü velinin endişeli ses tonundan desteğe ihtiyacı olduğunu anladın. Konuşarak bindiğin otobüsten okulun durağında inerken hala telefon elindeydi. Hattın diğer ucundaki veliye öğrenci ile ders çalışma planı yapacağını söylüyordun. Kendine söz vermiştin ya, sınava hazırlanan çocuklara destek olacağım diye, o yüzden kimseyi geri çeviremezsin sen.  

İşine bu kadar bağlı olman belki de atalarından geliyordu senin. Dedenin babası 1920’lerde köyünden okuluna her gün 8 km yürüyerek gidip geliyormuş. O yıllarda ülkemizde okullarda yeni yeni Fransızca okutulmaya başlanmış. Büyük deden her gün Fransız Maslahatgüzarının evinin önünden geçermiş. Bir gün kapılarına gidip evlerinde çalışmak istediğini söylemiş, amacı hem Fransızca öğrenmek hem de okuluna daha rahat gidip dönebilmekmiş. Onlar da ailenin ufak tefek işlerini yapıp bahçelerindeki kulübede kalmasına izin vermişler. Bir yandan da şimdinin Öğretmen Okulu, o yılların Muallim Mektebine giriş sınavlarına girmek istiyormuş ama kaldığı kulübenin elektriği olmadığı için sokaktaki elektrik direğinin altında ders çalışırmış büyük deden. Daha Köy Enstitüleri bile yok o zamanlar. Yıllar sonra Muallim Mektebini bitirip öğretmen olmuş, aynı zamanda Fransızcası da iyi derecede olduğu için noterde mütercimlik yaparmış.

Giresun’da öğretmenlik yaptığı yıllarda ise kitap kırtasiye dükkanı açmış. 15 günde bir çıkan Varlık Dergisini ve cep romanlarını İstanbul’dan vapurla getirtirlermiş o yıllar. Şaştın değil mi o yıllarda okunuyor muydu? diye. Aynı okuldaki meslektaşı Türkçe Öğretmeni Rıfat Bey istermiş özellikle Varlık Dergilerini. Okul çıkışlarında Rıfat Bey bir grup öğrencisiyle uğrarmış mutlaka. Öğrencileri kendi harçlıklarını birleştirip derginin farklı sayılarını alırlarmış ki değiştirerek daha çok okusunlar. Düşünsene 1950’lerin başında nasıl da okuma hevesi içindeymiş çocuklar, tabii Rıfat Bey’in teşvikiyle.

Ellili yılların ikinci yarısında İstanbul Bakırköy’e geldiklerinde büyük deden yine kitapevi açmış. Büyük deden okuldayken deden dükkânda dururmuş. Kitaba ilginin az olduğunu görünce dükkânın bir köşesinde mini kitap okuma köşesi yapmışlar, hem kitap okumaya teşvik olsun hem de satışları artsın diye. Öğrenciler okul çıkışlarında uğrayıp kitap okumaya başlamışlar. Fakat Varlık Dergisinin cep romanları Giresun’da ki satışların çok altında olunca anlamışlar tılsımın Rıfat Bey’de olduğunu.

Deden anlatırdı, büyük deden çok kültürlü bir öğretmenmiş, radyonun daha tek tük evde olduğu dönemlerde ajans saatlerinde ev halkını susturup pür dikkat kesilirmiş. Haftada iki gün klasik müzik yayını yapılırmış radyoda. O saatlerde de ev halkını susturup dinlemelerini istermiş dedenin babası. Anneannen de öğretmendi ya, bir gün okul çıkışında almaya gitmiş ve sürpriz olarak AKM’de İdil Biret’in piyano resitaline götürmüş. Sen bunları daha yeni duyuyorsun, belki bu idealist yapın büyük dedenin genlerindendir.

Hep Köy Enstitülerini merak ederdin. Deden onu da anlatmıştı sana. Köy Enstitülerindeki öğrencilerin her yıl 25 klasik roman okumaları istenirmiş. Enstitü bitince sadece öğretmen olmakla kalmaz hayata dair birçok dalda bilgi sahibi olurlar ve halka eğitmenlik yaparlarmış. Ziraat, balıkçılık, arıcılık, terzilik öğretilen faaliyetlerden birkaçıymış sadece. Hatta dedenin arkadaşlarından biri öğretmen olmak yerine okulda aldığı arıcılık eğitimiyle meslek olarak arıcılığı seçmiş,  uzun yıllar bal ticareti ile geçimini sağlamış. Fakir Baykurt gibi tanınmış edebiyatçılar da Köy Enstitülerinden mezun olmuşlar. Baykurt,

…“Kâh testi elinde pınar yolunda bizim mahalleden geçer görürüm.

 Kâh bir kuşluk vakti serçeler gibi aşkımın dalında konar görürüm.”…

Dizeleri olan “Fesleğen Kokuluma”  adlı ilk şiirini Enstitüde yazmış. O zamanın dergilerinden Türk’e Doğru da yayımlanmış.

Büyük dedenin arkadaşlarından biri Hasanoğlan Köy Enstitüsü mezunuymuş. Bir araya geldiklerinde anlatırmış anılarını. Onların müzik derslerinde saz eğitmenliğini Âşık Veysel yaparmış. Veysel’in çağrıldığı başka Enstitülerde de saz çalmayı öğrettiğini duyarlarmış. İşinin ehli insanlar eğitim verirmiş. Sanki başka ülkeden bahsediyoruz değil mi? Şimdilerde liyakat diyorlar ya. O yıllarda layığı ile yapılıyormuş eğitim ve öğretim. Hatta mezuniyet törenlerinde Anton Çehov’un “Temsil” adlı oyunu sergilenirken, başka senelerin mezuniyet kutlamalarında da Moliere’in “Zoraki Takip” ve “Kibarlık Budalası”, Gogol’un “Müfettişi” ve Shakespeare‘in “Bir Yaz Gecesi Rüyası” sahneye koymaları sanata verilen değerin göstergesi değil mi?

Bu topraklarda yetmiş seksen yıl öncesinde Köy Enstitülerinde sanatla, doğayla, hayatın içinde öğretmenler yetiştiyse ve o öğretmenlerin yetiştirdikleri birer nefer oldularsa sen niye yapamayasın ki. Yıllar önce okuduğun, Finlandiya’nın gelişmesi ve cehaletten kurtulması için, önceliğin eğitime verilmesini anlatan Beyaz Zambaklar Ülkesinde kitabındaki Fin eğitim sisteminin öncüsü halk öğretmeni Snellman ne çok etkilemişti seni. Hatta bu kitap; ülkemizde de Atatürk’ün isteği ile özellikle askeri okullarda ve öğretmen okullarında bir süre okutulmuş yıllar önce. Şimdilerde de okutulsa mutlak faydalı olacağına inanırsın sen de. Gezip görmek istediğin ülkelerin en başında, ilk sırada Finlandiya senin için artık.

Doğan Cüceloğlu’nun  “Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur.” sözü sık sık gelir hatırına. Onun için mutlu bireyler yetişmesinde senin payın olsun istersin. Mesleğinle  ilgili nerede seminer, eğitim var, sen ordasın zaten. Şimdi tüm biriktirdiklerini çocuklara aktarma zamanı geldi işte. El ve zihin becerilerini geliştiren, isteyen çocuğun spor yaptığı,  resim ve heykel atölyelerinin olduğu, eğlenerek öğrendikleri ve eğlenerek de mesleklerini yapacakları nesiller yetiştirmek amacın oldu. İlerde çalışma hayatında mesleğini hobi gibi yapanlara hep imrenirdin sen de öyle oldun bak. Çünkü yaptığın iş sana keyif veriyor. Senin kafandaki projelere şimdilerde bedel ödeyerek ulaşanlar var tabii ancak asıl önemli olan çocuk yaşta çalıştırılan, okula gidemeyen, zor şartlarda okuyanlara ve hatta sokak çocuklarına ulaşabilmek.

Her şeyden önce kendi ayakları üzerinde duran ve eşit eğitim haklarına sahip bireyler yetiştirmenin, senin ve meslektaşlarının başlıca görevi olduğunun bilincindesin ya önemli olan bu. Senin gibi düşünen meslektaşlarınla yeni ufuklara yelken açtın artık. Yolun açık olsun Halk Öğretmeni.

“Yaşamdan korkmayın çocuklar. İyi doğru bir şey yaptığınız zaman yaşam öyle güzel ki.”       Dostoyevski

Özlem Gemici