“Günaydın Kemal abi” dedi tezgahın üzerinde mallarını düzelten orta yaşlı adama, “hayırlı kazançlar!” Adam gülümseyerek baktı, “sana da hayırlı kazançlar olsun oğlum.” Etraftaki esnaf bildik hareketlerle ama uykulu gözlerle dükkanlarının sağını solunu temizliyordu. Sahurdan sonra uykuya dalmaya yetmeyecek kısa zaman aralığını da yataklarında sağa sola dönerek harcamışlar, erkenden yollara düşmüşler, alışkın ayakları onları işyerlerine getirmiş, tecrübeli elleri beceriyle malları düzeltmeye, etrafı toparlamaya başlamıştı ama ah birazcık daha uyuyabilselerdi! “Bu akşam yapıyor muyuz güveçte türlüyü? ” diye sordu ama Kemal ağabey cevap vermeden fırlama çırağı atıldı, “yapmaz mıyız abi! Malzeme listesini verdiler, öğleden sonra gidip alıcam, et de Mehmet abiden, en güzel yerinden ayıracaktı.”

Geçen seneki gibi, Ne türlüydü be! Of şimdiden canım çekti deyince Kemal ağabey atıldı, “oğlum dedi, daha sofradan yeni kalktık, daha akşama kaç saat var, böyle giderse sen akşamı edemeyeceksin!” Haklıydı, umutsuzca dükkana girdi, hesapladı, iftara tam olarak 12 saat vardı. Fırından yeni çıkmış türlünün kokusu burnundan gitmiyordu. Daha fokur fokur kaynıyordu, sanki kömür ateşinden yeni çıkmış gibi. Patatesler tam kıvamında pişmişti, ne sert ne dağılmış, şöyle ağızda eriyen cinsten. Fasulyeler kendi içlerindeki suyla pişmişti, patlıcanlar hafif pembeleşmişti, domateslerin kabukları ateşe teslim olmuş gibi hafifçe kıvrılmıştı, bol etli. Gidip o almalıydı fırından türlüyü. Of!… Etli. Tavuklu mu, kuzu etli mi? Dükkandan çıkıp Kemal abiyi aradı gözleri, abi dedi ‘’kuzu etli olacak de mi? Şöyle piştikten sonra birazda tereyağı atarlar üzerine.’’ Kemal ağabey bir şey söylemeden başıyla onayladı. Dükkanına döndü, vakit geçmek bilmiyordu. Radyoyu açtı, haberleri merakla dinledi ama yine bildik şeyler vardı. Başka zaman olsa bu saatleri çayla, poğaçayla geçiştirirler, sabah mahmurluğunu atarlardı. Biraz ortalığı toparladı, etrafa bakındı. Öğlene doğru birkaç kadın geldi züccaciye dükkanına. Dükkandaki her şeyi evlerine tıka basa doldurmuş olmanın bıkkınlığı, ruhlarına iyi gelecek, değişik ama fiyatı uygun bir şeyi almanın umuduyla gözleri rafları taradı ama yoktu işte! Her geçen gün ihtiyaç bulmak zorlaşıyordu artık. Yeni çıkan bir iki şeyi sordular, komşuda görmüşlerdi. “Biz de yok dedi, belki yan komşuda vardır.”

Etrafı izlemeye daldı. Önünden sırtında ağırlığının en az iki katını taşıyan yetmiş yaşlarında bir adam geçti. Bu yaşta adam niye bu kadar ağır işte çalışır, neden hamallık yapar acaba, tam da evinin keyfini sürmesi gereken zamanda diye düşündü. Kim bilir ne derdi vardır. Sıkışık sokakta Kuru Kahveci Mehmet Efendi’den kahve almak isteyen grupla, Mısır Çarşısı’na inmek isteyen grup birbirine girmiş, balıkçılar çarşısından alışverişini yapan grup diğer taraftan saldırıya geçmişti. Gülümsedi, bu kalabalık buraya ne kadar yakışıyordu.

Tam insan selini seyretmeye dalmışken telefon acı acı çaldı, karısıydı arayan. Annem dedi, ‘’bu akşam iftara çağırıyor, mantı açacakmış.” “Sen çocukları al git’’ dedi, güvecin kokusu burnunda. ‘’Ben arkadaşlara söz verdim, şimdi ayıp olur!” Oysa verilmiş bir sözü falan yoktu, daha malzeme parası bile toplanmamıştı. O gitmese nasılsa yerine birisini bulurlardı. Etraftaki işhanlarında denizdeki kumdan çok insan vardı. Buralarda kaç yıllık esnaf olmasına rağmen yine de bazen girdiği bir hanın merdivenlerinin açıldığı bilinmeyen katlar kendisini şaşırtır, büyüklüğünün asla tahmin edilemeyeceği, imkansız kelimesinin asla kullanılamayacağı bu garip dünya onu her seferinde hayretler içinde bırakırdı.

Ya bu akşam sayıları fazla olursa? Genelde cömert bir insandı ama bu akşam yemeğini kimseyle paylaşmak istemiyordu. Evde de dedi, böyle taş fırında piştiği gibi olmuyor ki. Dışarı çıktı, Kemal ağabeyinin dükkanına girdi “abi dedi şu işi herkese duyurmayalım.” Kemal ağabey şaşkın, “hangi işi ?” diye sordu “Güveç işini” dedi, ama der demez de Kemal ağabeyinin sinirli bakışlarıyla karşılaştı, oğlum dedi, ‘’böyle oruç tutulmaz, ikimizi de günaha sokuyorsun.” Koca adam fırça yemişti işte, bi güvece yenik düşmüştü. Dükkana geri döndü yok böyle olmayacaktı saate baktı bir şeylerle oyalanması lazımdı. Öğle namazı saati yaklaşıyordu, sağa sola bakındı, hem dönüşte tatlı alırım dedi, yemekten sonra arkadaşlarla yeriz, iyi gider. Biraz oyalandı, dükkanı kapattı, giderken Kemal ağabeye seslendi, adamın sinirli bakışını görünce, “malum konu değil abi’’ dedi, ‘’namaza gidiyordum da gelir misin?” Kemal ağabey gelemem dedi, ‘’işim var.”

Namazını kıldı, daha çok zaman vardı. Ölmüşlerine dua etti, sonra hanımınkilere, sonra kaybettiği komşularına. Rahmetli Fuat ağabey ne iyi insandı. Saate baktı ne yani hepsi 10 dakika mı sürmüştü? Camiden çıktı, tatlısını aldı, yolda bir hanutcunun turistle İngilizce muhabbetini izledi biraz. Burası böyleydi işte, sanki asırlara sinmiş bilgelik nefes alır gibi insanın kanına, beynine işliyordu. Eğitim yoktu, okul yoktu ama buradaki insanlar yaşamın, insanın kurdu olmuşlar, iki insan arasındaki evrensel bütün dilleri öğrenmişlerdi.

Dükkana girdi, tatlısını ufak buzdolabının üzerine koydu. Ve farkında olmadan Kemal ağabeyin çırağının hareketlerine odaklandı, onu elinde poşetle alışverişten dönmüş görünce de rahat bir nefes aldı. 5 saat kalmıştı, …4 saat… 3 saat 25 dakika…

İftara 1 saat kala güveç fırına gönderildi. Keyfi yerine gelmişti. Erkenden sofrayı kurmaya başladılar, biraz da onunla oyalansınlar diye. Aslında 10 dakikalık işti herkesin dükkanından kaptığı masayı sandalyeyi getirmesi, ama olsun. Bir kişi de pideleri almaya gitti, sıcak sıcak!

Masalar birbirine ekleniyor, rengârenk sandalyeler, tabureler neşeyle etrafını çevreliyordu. Birden etrafı siyah bir bulut kapladı, bu koku? Bir şeyler yanıyordu, aynı anda bir çığlık duyuldu. Birisi koşarak bağırıyordu, “yetişin, yetişin!” Hemen sokağa daldılar, telaşla sağa sola bakındılar, Agop Efendinin dükkanından yayılan siyah is sokağı kaplamıştı. Çarşı esnafından toplanan insanlar hiç düşünmeden yüzyıllık köhne hana daldılar. Koşa koşa yukarı çıkıp yıllara meydan okuyan dükkanın içinden yaşlı adamı sırtlayıp çıkardılar.

Bu sırada radyodaki ses boş dükkanlara sesleniyordu. İstanbul için iftar vakti! Allah kabul etsin.

Agop Efendi yerde, esnaf arkadaşları başındaydı. Bir kısmı da ufak terzi dükkanından kalan öte berisini kurtarmaya gitmişlerdi. Yaşlı adam gözlerini korkuyla açtı ama yanında arkadaşlarını görünce rahatladı, “Allah razı olsun sizden” dedi. Artık camından dışarı siyah dumanlar çıkmıyordu ama yanık kokusu havada asılı kalmışdı. Agop Efendinin koluna girip onu hanın pis tuvaletine götürdüler. Elini yüzünü yıkadılar. Allahtan adamcağızın az biraz malı fazla zarar görmemişti. Neden sonra fark ettiler iftarın olduğunu.

Türlü? Ne olmuştu türlüye? Birden aklı başına geldi, saatine baktı, iftar olalı bir saati geçmişti, ben fırına gidiyorum dedi bir koşu. Fırında arkadaşı neşeyle karşıladı onu, çoktan yemeğini yemiş, şimdi üzerine çayını içiyordu. “Nerde kaldınız?” dedi “Agop… Dükkanı yanıyordu ama yetiştik, iyi şükür!” Arkadaşı “sizin türlüyü fırının kenarına aldım’’ dedi, ‘’hala sıcak, üstüne de tereyağı attım!” Güveç kabını sıkıca kavradı, sıcak türlünün kokusu burnuna vura vura arkadaşlarının yanına geldi, yatsı namazına çağıran ezan dalga, dalga bütün İstanbul semalarına yayılmıştı. Toprak kabı masaya bıraktı, bir kenarda oturan Agop Efendinin yanına gitti, arkadaşlarına seslendi, “masaya bir tabak daha koyun!”

Yanlarından geçenler bu keyifli kalabalığın neşesini mi kıskansınlar, yoksa is kokusunun yerine buram, buram havaya sinen tereyağlı türlünün kokusunu mu bilemediler.

Ama zamanın o anında o masada olmak istediler.