Savaşa karşı barışı savunan, siyasal düşünceleri nedeniyle roman ve öykü kitapları Nazi iktidarında yasaklanan ve meydanlarda yakılan Ernst Glaeser, 20. yüzyıl Alman edebiyatının önemli yazarlarındandır. Sayısız dünya diline çevrilen ve Türkçeye ‘1902 Doğumlular’ olarak çevrilen romanı en bilinen eseridir. Pek çok ülkede hakkında sayısız yüksek lisans tezi yazılan ‘1902 Doğumlular’da savaş çocukların gözünden anlatılır.                                                             

 ***                                               

Ergenlik yılları yaklaşan çocukların cinselliği keşfetmeleri, dostlukları, Yahudilere yönelik nefret söylemi, çocukların bakış açısıyla anlatılan olaylar. Romanın başında bölümler halinde karakterler tanıtılırken anlatılır içine girilen süreç.                                                             

Okullarda öğretmenler, sıradan insanlar, üniversite profesörleri Almanların savaşmasından yanadır. İşçiler başlangıçta savaştan yana değildir ama enternasyonalizm ile Alman milliyetçiliği arasında sıkışan sosyal demokratlar da savaş başlayınca coşkuyla cepheye koşacaktır.

 ***                                                   

Savaşın başladığı günleri, İsviçre Alplerinde bir sayfiye otelinde, birbirlerinin dilini bilmeyen ancak birbirini çok iyi anlayan ve dost olan biri Fransız diğeri Alman 12 yaşındaki iki erkek çocuğun dostluğunun büyükleri tarafından sona erdirilişini anlatarak başlar Glaeser. Avusturya İmparatorluğu Veliaht Prensi Ferdinand’ın Saraybosna’da öldürülmesinden sonra başlayan savaşı, otelde çoğunluğu oluşturan Fransız müşteriler, hep birlikte Marseillaise marşını söyleyerek karşılayacaktır. Artık savaş başlamıştır; Alman anne oğul otelden ayrılarak, trende, Almanya dönüş yolundadır. Alman çocuğun aklında Fransız çocuk Gaston’la kurduğu dostluk, trendeki kompartımanda ise yavaş sesle savaş propagandası yapan yaşlı profesör vardır.                                 

***                                                         

Profesöre göre Alman ulusunun yeryüzündeki varlığının büyük hikmetini göstereceği gün gelmiştir. Şimdi Almanya’nın ulu amaçları için ölmeye hazır olmak zamanıdır. Savaş, ortalığı arıtan kurtarıcı bir şimşektir. Yeni Alman ulusu savaşı kazanarak, insanlığı sığlıktan, yozlaştırıcı maddiyattan, Batı demokrasisinden, duygusallığın yol açtığı uyuşukluktan kurtaracaktır. Üstün insanların egemen olduğu, yönettiği bir dünya kuracaktır. Güçsüzler ezilecektir. Savaş insanlığı kötü öğelerden arıtacaktır; yarın güçlülerindir…                             

Garda indiklerinde bekleme salonu tıklım tıklımdır. Profesörün konuşmasından etkilenen anne dahil herkes savaş türküleri söylemektedir. Çocuk sabah ayrıldığı arkadaşı Gaston’u düşünmektedir; “Acaba, o da onlarla savaş türküleri söyler miydi?” Profesör yeniden konuşur: “Savaş eşsiz bir estetik ve haz kaynağıdır.” Almanya, Rusya’ya kardeş Avusturya için savaş açmıştır.                                                     

***                                                           

Yollar, savaşa asker ve cephane, malzeme taşıyan askeri trenler için ayrılmıştır. Arabalar yeşil dallarla, bayraklarla süslenmiştir. Askeri bando marşlar çalmaktadır. Herkes, “Deutschland deutschland über alles” (Almanya her şeyin üstünde Almanya) diye bağırmakta, askerlere selam durmaktadır. Savaş türküleri söylenmektedir. Öğrencilerin söylediği savaş türküsünün sözleri: “Düşman kurşunuyla gelendir, ölümlerin en güzeli…” Anne ve oğul da karşılaştıkları bu sahnelerin etkisiyle coşmuştur…                                                                       

***                                                           

İstasyonda baba ve hizmetçi beklemektedir; çıkışa yürürler, hizmetçi sevinç içinde, soluk soluğa elindeki bavullarla arkalarından yürümektedir. Tüm şehir bayraklarla süslenmiştir. Baba, “Fransızlarla her an savaşa girebiliriz. Herkes bir kurtuluşu bekler gibi Fransızlarla savaşa girmemizi bekliyor…” der.                             

 ***                                                 

Şehirde, avcılar bayramı kutlamaları vardır. Baba oğluna bayram kutlamasına yetişmek için acele etmesini söyler. Kutlama için dev bir çadır kurulmuştur; orkestra neşeli şarkılar söylemektedir. Daha birkaç hafta önce hakları için direnen ve grevleri jandarma-savcı-patron iş birliği ile sona eren, sendika temsilcileri tutuklanan işçiler de, grev günlerinde kırmızı karanfil taktıkları yakalarına bu kez kızıl-ak-kara kurdeleler takmıştır. Sosyal demokrat sendika önderleri, “Şimdi Almanya için savaşma zamanı…” demektedir. Bira bardakları Almanya’nın zaferi içi kalkar. Yoldaş konuşmasına devam eder: “…Demek istiyorum ki; Almanya savaşı kazanırsa, sekiz saatlik iş günü, seçme hakkı, ücret artışı, grev hakkı gibi belirli isteklerimizde direneceğiz.” Bardaklar üçüncü kez kalkarken, greve önderlik ettiği için tutuklanarak konulduğu cezaevinden yenilerde çıkmış olan sendika temsilcisi sözlerini tamamlar: “…Savaş bizim için en iyi iştir, burjuvazi bizi gereksiyor, onlarla sonra pazarlığa oturacağız… Şimdi Fransa ile savaş zamanı…” İşçiler hep birlikte “Kahrolsun Fransa!” diye bağırır. “Kahrolsun!” Çadır gümbürdemektedir.                                                                                       

 ***                                                                       

Sosyal demokrat milletvekilinin konuşması da etkileyicidir. “Halk yoldaşları!” diyerek sözlerine başlar. “Bu günlerde ufak tefek kavgalarımızı unutalım. El ele verelim. İşçiyle burjuva, köylüyle işçi. Hep birlikte elele, Kayzerimiz için, onun adına and içelim. Söz verelim, parti kavgası yok! Yalnız Almanya için mücadele edelim, savaşalım…” Tüm çadır ellerini kaldırır. “Ant içiyoruz!” Orkestra şükran duasını çalarken and için eller havada kalır. Sonra orkestra Alman milli marşını çalmaya başlar. Çocuk sevinçten ve içmesine izin verilen biradan dolayı sarhoş olmuştur.

***                                                                                                           

Alman orduları Fransa’nın içlerine sarkmıştır. Tüm şehirlerde zafer şarkıları söylenmektedir. Paris’in 14 gün içinde düşeceğini hesaplayanların sayısı oldukça çoktur. Pek çok Fransız asker esir alınmıştır. İlk tutsaklar şehirlerine getirilince çocuk da arkadaşlarıyla görmeye gidecektir. O günlerde yeni bir haber duyulur. Ruslar Almanya sınırındadır. Herkes aynı şeyi düşünmektedir: Düşmanlar Almanya sınırına bir karış bile sokulmamalıdır. Kiliselerde Almanya’nın zaferi için dua edilmektedir.  Fakat… Savaş cephelerde sürmekteyken romanın anlatıcısı olan çocuğun sevdiği Yahudi çocuk uzun süren hastalığının ardından ölür. Cenaze töreninin ardından eve dönen çocuk, sulh yargıcı olan babasının yazı masasındaki gazetede, İngiltere’nin Almanya’ya savaş açtığını okur. Kimse İngiltere’den böyle bir “alçaklık” beklememektedir. Sulh yargıcı baba, “Çok düşman çok şeref getirir” der ama gizli bir kaygısı var gibidir. Bir süre sonra o da askere alınacaktır.

  ***                                                             

Tüm çocuklar okulda düzenlenen törene çağrılır. Okul müdürü de yüzbaşı olarak askere çağrılmıştır. Törende, “Öldür, seni yargılayacak güç yok…” sözleri olan şiir, bu sözler şehvetle vurgulanarak okunur. “Artık barışın uyuşukluğu bitmiştir…Neymiş o? Tüm halklar kardeşmiş, barışmış, hümanizmmiş… Artık savaşmak zamanıdır, Tanrı onların yanındadır. 250 öğrenci, bir yıl önce Sedan Bayramı için ezberlediği şiiri pürüzsüz okur: “Paris nerede? İşte burada! Parmağımızı üstüne koyar, alırız Paris’i”

***                                                                     

Çocuklar da büyükler gibi merakla okumaktadır savaş-zafer haberlerini, Belçika alınmıştır, Paris kasabanın dışındaki çiftlik evi kadar yakındır, artık… Bir zaman geçer, şehirde hiçbir çocuğun babası kalmamıştır, trende yavaş sesle savaş propagandası yapan profesörün aralarında olduğu 93 akademisyen, sanatçı savaşı destekleyen bir açıklama yapar, sanatçılar Alman askerlerine moral vermek için cepheye giderler. Kiliselerde dualar edilmekte, Almanların Tanrının sevgili, ölümsüz kulları olduğu söylenmektedir. Ancak Ekim sonlarına doğru savaşın Noel’den önce bitmeyeceğini söyleyenler çoğalır. Paris’in de Paskalya Yortusundan önce alınamayacağı söylenmektedir.

***                                                                                                       

Savaşın o kış bitmeyeceği anlaşılınca anneler suskunlaşır, kendilerini günlük işlere verirler, cephedeki kocalarına, oğullarına paketler hazırlarlar, boyun atkıları hazırlarlar, savaş onların işlerini artırmıştır, daha çok çalışmaları gerekmektedir. Savaşın şenlik olmadığı sezilmeye başlanmıştır. Savaş bir işti, artık… Savaşı övenler, savaşın coşkun savunucuları yeni kazanç yolları araştırıyordu, savaşın sırtından zengin olmak istiyorlardı.                                         

***                                             

Savaş sürüp gitmektedir. Artık babaların cepheden gönderdiği mektuplarda kahramanlıklardan pek söz edilmemektedir, birliklerinden o gün ölenlerin sayıları vardır. “Bugün de sekiz ölü verdik…” Babaların mektuplarında ayrıca yurt özlemi vardır. Kiliselerdeki rahiplerin konuşmaları da değişmiştir. “Savaşta ölmek ölümlerin en kutsalıdır, ölümün böylesi Tanrı katında yücelmektir…” Çocuklar babalarının cephede sürdürdükleri savaşı desteklediklerini göstermek için, babalarına gönderdikleri mektupları “Senin Alman oğlun…” diye bitirmektedir. Oyunları farklılaşmıştır. Herkes birbirine kardeş demektedir. Ancak herkesin kardeş olduğu savaş oyununu anlamsız bulurlar. Oyunları için “düşman” gereklidir. Okuldaki yoksul, çirkin, kendilerinden biraz büyük bir çocuğu düşman askeri yaparlar. Onu dövmek, onu silahla vurmak, onu aşağılamak kolaydır… Oyunda kurşuna diziliyor, süngüleniyor, gömülüyor, tutsak ediliyor, kaçarken vuruluyor, ölü gibi yatıncaya kadar dövülüyordu.                                     

Pfeiffer (düşman yapılan çocuk) iyi bir insandır. Babası ancak çok borçlu köylülerin iş götürdüğü küçük bir terzidir. Savaşın en başından itibaren cephededir. Terzinin geride bıraktığı beş boğazı, karısı gazete dağıtarak, çamaşır yıkayarak doyurmaktadır. Pfeiffer de tüm okulun uşağı gibi çalışmaktadır. Biyoloji öğretmeninin istediği böcekleri toplayan, öğretmenlerin eşyasını taşıyan, evrak götürüp getiren, verilen her işi yapan bir çocuktur. Pfeiffer’in annesi karlı bir kış günü, gazete dağıtırken, takır takır buzda düşmüş, karanlıkta ancak saatler sonra inlerken bulunmuştur. Karısının ölüm döşeğinde olması üzerine terziye üç gün izin verilmiştir. Terzi karısının cenaze törenine katılmadan birliğine dönmek zorundadır. Geride üçü küçük biri 14 yaşında aç çocuk kalmış olması bir şeyi değiştirmez. Savaş koşulları acımasızdır.                           

***                                                           

Savaş sürüp gitmektedir. Artık şehir kadınların egemenliğindedir Kadınlar konuşmadan anlaşmaktadır. Şehre ölümün ağırlığı çökmüştür. Postacılar ve rahipler ölüm ulağı gibidir. Mahalleye girdiklerinde ortalık sessizleşmekte, her döndükleri köşede evleri geçilenlerin yüreklerine su serpilmektedir. Demek ki; ölen, komşunun oğlu ya da kocasıdır. Bir gün rahip, bir işçi evinde oturan anaya biricik oğlunun ölüm haberini getirir. Rahibin ayrılmasından sonra yaşlı kadın tamtakır odanın döşemesine gazyağı döküp evi yakar. Kadın yanarak ölmek istemektedir. Ancak üç beş ihtiyar adam yetişip kadını kurtarır.  Kadın kendini evden çıkarmak isteyen yaşlı jandarmanın karnına vurduğu için yargılanır. Baş yargıçla iki üyenin yaşlarının toplamı iki yüzü geçmektedir. Yaşlı kadına devletin otoritesine karşı koyduğu için beş ay hapis cezası verilir. Yaşlı kadın sonunda hapishanede kendini asarak canına kıyar. Komşuları çıldırdığını söyler. Öyle ya; oğlu öldüğü için kendisine iyi bir maaş bağlanacak kişi çıldırmış olmasa böyle davranır mıydı?                                       

***                                                         

Bu olay 1916’da olmuştur. Bir Alman birliği Verdun önünde savaşı sürdürmektedir. Gazetelerde her gün Verdun’da ölen Alman askerlerine ilişkin haberler yer almaktadır. Bu haberleri okuduktan sonra çocuğun annesi piyanoda hüzünlü halk şarkıları çalmakta, çocuk da ıslıkla annesine eşlik etmektedir. Çocuk birden ıslık çalmayı keser; önünde okuduğu yerel gazetenin son sayfası kapkaradır; sayfa dörtgenlere ayrılmıştır. Her dörtgende bir haç basılmıştır. Sayfada elli kişinin adı yazılıdır. Ölüm haberlerine yer vermek için kilise haberlerine bile yer verilmemiştir. Çocuk, savaşı anlamadığını düşünür. Madem savaş böyle bir şeydi; erkekler savaşa giderken niçin gülmüşlerdi? Kadınlar kocalarını ve çocuklarını düşündükçe niçin ağlıyorlardı?                                                     

***                                                                                                                        

Ernst Glaeser’in ‘1902 Doğumlular’ romanında, en baştan savaşa karşı çıkan nadir insanlardan biri, “Emekçilerin uluslararası dayanışması her savaşı önler!” diyen milletvekili Hoffmann (Hoffmann savaş başlayınca şimdi Almanya için birlik zamanı diyerek Kayzer’in yanında olma çağrısı yapacaktır) ile çocuğun en iyi arkadaşı Ferd’in babasıdır.                                          

Ferd’in babasına “kızıl binbaşı” denilmektedir ama sol görüşlü değildir eski binbaşı. Dünyayı gezip görmüştür, çok kitap okumuştur ve savaşa karşıdır. Savaş başladıktan sonra babasından öğrendiği sözlerle savaş karşıtı sözler eden Ferd’i okul arkadaşları taşlarla kovalayacak, kafasını kıracaktır.                                                           

***                                                             

 Şehirdeki savaşa karşı konuşan bir diğer kişi yüzbaşı olarak askere alınan okul müdürünün yerine atanan kambur botanik (bitkibilim) öğretmenidir. Alman ordusunun en küçük başarısından sonra dahi okulda düzenlenen törenlerde inanmadığı konuşmalar yapmaktan usanmıştır. Sonunda bir gün ders işlenirken, Vaux’un Alman ordularınca alındığına ilişkin bilgi notu gelince, tören düzenlenmesi için talimat vererek dersi bitirir. Aylardır birahanede savaş “zaferlerini” kutlayan eski askerlere, yaşlı adamlara karşı çıkan konuşmalar yapan kambur botanik öğretmeni, hem herkesin nefretini kazanmış hem de yetkililerce takip edilen kişi olmuştur. Törende zafer şarkıları söylenirken hiç durmadan başını sallayan müdür vekili, konuşma yapmak için kürsüye çıktığı zaman cebinden bir kâğıt çıkararak Verdun Savaşı’nda (21 Şubat 1916–18 Aralık 1916) ölen şehirlilerin ismini okumaya başlar. Okur, okur, okur… Ansızın öğrencilerden Becker bağırır, babasının da adı okunmuştur. “Vaux” der okul müdür vekili. “Vaux…” “Yendik… İşte karşılığı” der. Ölenlerin listesini yeniden okur. Kambur bitkibilim öğretmeni etkili sesiyle, sararan öğretmenlere, şaşıran öğrencilere bakarak konuşmasını sürdürür. Artık kendisi için zafer şenliklerinin bittiğini, burada kendisine emanet edilen körpecik çocuklara karşı savaşın türküsünü söylemeyeceğini, savaşın yıkıcı etkisini görmek için sokaklardan şöyle bir geçmenin yeteceğini söyler. “Hayır! Hayır!” diye bağırır. “Artık yapmayacağım! Hesap ettim, bugüne kadar Verdun önlerinde 100.000 ölü verdik.” Kürsüden iner, müdür vekili çocuklara bağırır. “Siz de yapmayın.” Beden eğitimi öğretmeni koşarak gelir, müdürün kolundan çekerek onu döve döve kapıya götürür. Müdür disiplin kurulunca görevden uzaklaştırılır, ruhsal durumunu araştırmak için hastaneye kaldırılır. Zafer şenliğinin daha sonra yapılacağı duyurulur. Ama zafer şenliği hiç yapılmaz. Çünkü, Vaux gene Fransızların eline geçmiştir.                                                                                     

   ***                                                                     

Şehirde ölüm kanıksanmıştır artık, yıl 1917 olmuş ve savaş sürmektedir. Kilisede rahipler savaşta ölenler için övgüler düzmeyi sürdürmektedir. Dul kadın görmeye alışılmıştır. Artık cephede yaralanan askerler, ölmedikleri için sevinç duymaktadır. Savaşın kötü bir hastalık olduğunu söyleyenler alabildiğine çoğalmıştır. Yeni askere çağrılanlar askere gitmemek için her çareye başvurmakta, vücutlarına zarar vererek askere gitmemeye çalışmaktadır. İnsanlar yiyecek bir lokma ekmek bulamamaktadır. Bulabildikleri birkaç kilo patatese, İngiliz ordusunun tutsak edilmesinden daha çok sevinilmektedir. Yiyecek deposunun yöneticileri, ekmek karnesi dağıtıcıları ile tarlaları sürerek buğday eken köylüler en saygın kişilerdir. Ernst Glaeser’in romanını ayrıntılı olarak anlatırken savaşın nasıl sonuçlara yol açtığını göstermeye çalıştım. Şehir halkı artık zaferi unutmuştur. Hiç olmazsa ateşkes olsun, yeter diye düşünenler büyük çoğunluğu oluşturmaktadır. Kadınların duası bile değişmiştir. Önceleri “Tanrım, sen yiğitlerimizi koru” derlerken şimdi, “Tanrım, sen evimizin direğini yıkma…” diye dua etmektedirler. Şehirdeki Silberstein (ölen Yahudi çocuğun babası) mağazasına yeni bir bölüm eklenmiştir: “Yas Giysileri!”.                                                                                       

 ***                                                     

 Askere gitmek istemeyen ellisine varmamış erkekler içinde parası olanlar, askerliğe elverişli olmadıklarını kanıtlayan raporu almak için uzmanlara büyük paralar ödemektedir. Askere gitmemek için hırsızlık yaparak tutuklananlar artmıştır. Şehrin en saygın kişisi hekim yüzbaşı olmuştur. Kocalarına rapor verip geri hizmetlerde kalmasını sağladığı için kadınların en güzel şarapları armağan olarak sunduğu yüzbaşı. En büyük sorun açlıktır. Sofralara konulan ekmek çamur gibidir. Evlerde yenilen yemekler her gün aynıdır. Çocuğun evindeki hizmetçi, hafta sonu köye gidip ana- babasının evinden aldığı tereyağını, tereyağlı çörekleri jandarmaların aramasından gizlice kaçırma yolunu bulmuştur. ‘Uzun yün donunun içine’ koymaktadır. Savaşın utanmazlığı, jandarmaların kadınların donunu arayabileceği kerteye gelmemiştir.                                                                                       

***                                                         

Artık, şehirde savaş konuşulmamaktadır; çocuklar ailelerini doyurmak için hırsızlık yapmaktadır. Açlık şehirdeki birliği bozmuştur. Kadınlar kocalarının ölümünden çok çocuklarının açlığını konuşmaktadır. Gizlice ele geçirilmiş yarım çuval patates ya da yarım kiloluk tereyağı, ordularının kazandığı zaferden daha önemli hale gelmiştir. Çocuk arkadaşı Agusta’lar köyde çalışmaya başlar. Köyde hiç olmasa karınları doymaktadır. Şehirde belediyenin önünde kadınlar çocuklarının incecik kollarını kaldırarak, “Ekmek! Ekmek!” diye bağırmaktadır. Savaşın ne zaman biteceğini kimse bilmemektedir. Kış gelmeden bitse çok sevinilecektir; çünkü, yakacak kömür yoktur.                                             

***                             

Yıl 1918’e yaklaşmıştır. Çocuğun babasının Rusya cephesinde olmasına sevinci vardır. Alman ordusu kadar perişan bir diğer ordu Rus ordusudur. Sulh yargıcının bulunduğu Litvanya cephesinde bazı günler tek bir silah sesi bile duyulmamaktadır. Baba yazdığı mektupta oğlunun Hümanistlik Lisesi’ne gitmesini istediğini yazar. Çocuk liseye yazılır, 16 yaşındadır, okula giderken bindiği trende çalışan Anna’ya âşık olur. Ama savaşın bu aşka oynayacağı oyun bitmemiştir.                                       

Tahir ŞİLKAN