Gideceğimiz yeri aramak zorunda kalıyorum, neredeyse yüzyıllardır burada yaşıyorum ve gideceğim yere komşuyum oysa. Duygu odaklı yürüdüğüm ya da kafam binlerce şeyle dolu olduğu için genelde binalara, isimlere dikkat etmem. Tekrar tekrar bakıyorum ve yine unutuyorum. Ne zor isim, Mustafa Necati. Ve tabelada “huzurevi” yazısını okuyunca ensemden bir ürperti hissediyorum.
Aslında bu olaya karışma nedenim şu an için boş vaktimin olması ve oraya kitap getirmeyi üstlendiği halde sürekli olarak bu tür etkinliklerimizde bir şey taşımak zorunda olan Filiz’e kıyamamam.
Huzurevi ziyareti? …Evet ama bu benim hep istediğim bir hayaldi sadece, kendimi hiç hazır hissetmediğim. Yetimhaneleri ziyaret etmek istemem gibi. Ne yaparım? Ne söylerim? Nereden başlarım? Birbirimize bakıp oturacak mıyız öyle dakikalarca? Hele benim için, söze nereden başlayacağını bilemez, her başlangıca kafasında bir kulp takıp vazgeçen birisi için.
Kâh bir gazete haberi, kâh yeşil alanlara ani bir kepçe darbesi vesilesiyle yüz aşinası olduğum insanlara, Validebağ Savunmasıyla yazarlık atölyemizin Öğretmenler Gününde ortak huzurevi ziyareti bu.
Benim gibi insanlara alışması zor, aşama aşama yaklaşan birinin ilk karşılaştığı kişi Hatice Hanım oluyor. Saçlarına taktığı uzun parlak süsle dikkatimi çeken ama kırk yıllık dost gibi sıcaklığının arkasına saklandığım bu bıcır bıcır kadınla giriyoruz içeriye. Ve benim için şoklar zinciri başlıyor…
Müthiş şıklar… Erkeklerde takım elbise, kravat. Mis gibi traş olmuşlar. Dimdik oturuyorlar koltuklarının üzerinde. İçeride kasvetli bir hava, yılların üst üste birikmiş boğucu kokusu yok, olsa olsa traş losyonu kokusu. Kadınlar bir içim su, gözlerinde mavi kalemler, dudaklarında kırmızı rujlar, en güzel kıyafetlerini giyinmişler. Ağır bir eda var üzerlerinde, sanki hep birlikte bir dost sofrasına oturmuşlar. Yoo hemen o sofraya yanaşamıyoruz öyle. Sonra ayın 15’inden beri -ki bugün ayın 24’üdür.- sürekli insanların onları ziyarete geldiklerini söylüyorlar, bugün biz beşinci grupmuşuz. Utanıyorum onları ziyaret ettiğimiz için, lütuf zannediyordum kendimi, eziyet olduk bir anda.
Diğer gruplar gidince masada bize yer açılıyor, oturuyorum öylesine, yanımda yazarlık atölyesi arkadaşım Yasemin var. Kulağına eğilip, “Ne kadar güzeller, şu halimize bak, sanki biz huzurevindeyiz, onlar bizi ziyarete gelmişler” diyorum. Küskün küskün yüzüme bakıp, “abartma” diyor.
Yanımdaki kadınla konuşmam lazım, nereden başlasam? Elini şefkatle tutup, “bugün gelen beşinci grupmuşuz, yorduk sizi diyorum” “Evet” diyor “oturmaktan bacaklarım epey ağrıdı.”
Onlara öykü kitabımızı götürmüştük, Atölye olarak iki öykü kitabı çıkardık şimdiye kadar. Atölyemizin kütüphanesine ben baktığım için, kitapları ben getirmiştim. Karşımdaki kadına kitabımızı gösterip, ‘‘kütüphaneniz var mı?” diyorum “hayır, ama bir tane kitaplığımız var” diyor. “Size getirmiştik” diye uzatıyorum kitabımızı. Kitabı karıştırmaya başlıyor ve kitapta her birini bir arkadaşımızın yazdığı öyküleri atölyemiz hocası Nükhet Hanım’ın yazdığını zannedip “Bardacık” diyor, “bardacığı Nükhet Hanım nereden biliyor acaba? Ama ben bilirim.” Donup kalıyorum.- “Bardacık” benim ilk öykü kitabımdaki öykümdü- aptal, aptal yüzüne ve kitaba bakıyorum, yanlış kitap getirmişim. “Bardacık benim öyküm” diyorum. “Ben İzmirliyim” “Ben de İzmirliyim” diyor, “Beni şu anda memleketime götürdünüz.”
Yaptığım yanlışlığa gülümsüyorum, buluşmaya geç kalmayayım diye kütüphanenin ışığını yakmadan o kitapları çekip almışım. “Biz size ikinci kitabımızı da getiririz diyoruz, hem sizleri görmek için bahane olur.”
Mustafa Necati’den bahsediyoruz. Aklımda tutmakta zorlandığım ismin, 35 yaşında ölen eski bir Kuvâ-yi Milliyeci, milletvekilliği ve bakanlıklar yapmış bir siyasetçi, harf devriminde herkesin yararlanabileceği kitapları ücretsiz dağıtmak için devlet matbaası açan Milli Eğitim Bakanı, Validebağ Sanatoryumu ‘nün kurucusu olduğunu öğreniyorum. Tam da o dönemi araştıran yazarlık atölyemizde, buradaki öğretmenlerle bir araştırma mı yapsak? Bu akşam dağılıp dağılıp gidiyorum.
Ve sonra Baran Bey çıkıyor sahneye. Müzik ne kadar kutsal bir şey. Filiz’in dediği gibi -az önce buraya geliş amacımızı anlatan kısa ve ciddi bir konuşma yapmıştı- o ciddi konuşmadan sonra ortada oynayanın ben olduğuna inanamıyorum. Benim sahne olarak kullandığımız boş alana atılma nedenim de Çingene havasını oynarken, oradaki huzurevi sakinlerinin bir an için nasıl oynayacaklarını bilememeleriydi. Karşımda oturan İzmirli kadın da kalkıyor, bastonunu bırakıp oynuyor benimle. Bir ara bana “yüzün buğulandı sanki” diyor, “bir şey mi oldu?” “Hayır” diyorum, “sadece duygusal bir gün.”
Bizim yazarlık grubumuz beyin fırtınaları ile ünlüdür, oynamazlar yani. İki ayda bir dergi çıkarırlar, ama bir halay çekmek onlara başlı başına zahmetli bir iş gibi görünür. İki saat kaldık orada, Savunmadaki yeni arkadaşlarımla. Bir sürü şeyler yapmışlar, yedik içtik, bir öğretmen duygulanıp şiir okudu, bir müzik öğretmeni şarkı söyledi. Müthiş eğlendim, güldüm, duygulandım. O anda İstanbul’un hiçbir yerinde bu denli anlık gelişen olayların ve anlam yüklü böyle bir mekânın olamayacağını düşündüm. Akşam öğretmenler günü için yemeğe gideceklerdi, nerdeyse o saate yakın kalktık biz de. Arada bir arkadaşlarımın yanına gidip, “kalksak artık, zaten yorgunlar” desem de misafir ve ev sahibi tarafından kimse ciddiye almadı sözlerimi.
Yanımda oturan öğretmen kadın 400 şiiri olduğundan bahsetti, 7 tanesini şarkı yaptıklarından. Ama bastırdığım şiir kitabından sadece ikisi kaldı dedi. Söylemedim ama bana sanki atölye olarak biz bastırabiliriz gibi geldi.
Sonra kalkıp karı koca dans ettiler,
Huzurevi yalnızlık mıdır?
Ne göreceli kavramlar.
Eşi şiir okurken, öğretmen olan diğer bey ayağa kalkıp “lütfen” dedi “eşim şiir okurken sessizlik istiyorum.”
Huzurevi varlığının unutulması mıdır?
Benimle dans eden bey “Off!’’ Dedi, ‘‘Çok sıkılıyorum, şimdi yemeğe gideceğiz, sizler de gelseniz?” Elleri ateş gibiydi.
Orada duygular körelir mi?
Çok tatlı bir kadın sarılıp, sarılıp bir diğerini öpüyordu. Onu da ben öptüm, “siz ne kadar tatlısınız diye.” Öpüp durduğu kadın annesiymiş.
Orada bırakılanlar unutulur mu?
Offf ne bileyim ben, bu gece her şey darmadağınık, tepetaklak. Vur patlasın, çal oynasın… Baran Bey hiç yorulmadan çalıyor. Akordeon sesi merdivenlerden, koridorlardan geçip kılcal damarlar gibi yayılıyor huzurevine.
Şaheser M. YILMAZ