“Hasretinden Prangalar Eskittim“, “Ay Karanlık”, “Sevdan Beni”, “Suskun” ve “Akşam Erken İner Mapushaneye” gibi çok bilinen şiirler dâhil on dört şiiri bestelenmiş, onlarca kişi onun şiirlerini seslendirmiş, dilden dile söylenir olmuştur. “Hasretinden Prangalar Eskittim” kitabındaki bütün şiirleri kendi sesinden albüm haline getirilmişti, dilendiğinde aynı coşkuyla bıkmadan usanmadan yeniden dinlenilen.

Çünkü Ahmed Arif şiirinin kökleri, elli bin yıllık kadim Mezopotamya sözlü anlatı mirasının üzerine kuruludur. İlk yazılı kültürel mirasın, yazının bulunduğu toprağın, kan damarının üzerinde yükselmiştir. Dünyanın ilk şiirinin yazıldığı kil tablet – İstanbul Arkeoloji Müzesindedir- Ahmed Arif  şiirinin kadim adresi dediğimizde çok yanılmayız. 5000 yıl önce yazılmış, dünyanın ilk edebi eseri olarak ele alınan “Gılgamış” destanı, Diyarbakır burçlarına çıkılıp görülebilen topraklara ait bir destandır. Çarpıcı mitolojilerin üst üste yığılıp dillere düştüğü Mezopotamya’nın şairidir Ahmed Arif. O coğrafyanın üzerinde yeşillenmiş Türkçe şiirin zirvelerinden biridir.

Ahmed Arif  biyolojik annesi Sare Hanım’ı iki yaşında kardeşinin doğumu sırasında kaybeder. Dedesi dönemin din bilginidir ve tehlikeli bulunup öldürülmüş bir Kürt’tür. Ahmed Arif’i büyüten, emziren, yedirip içiren, eğiten Arife anasıdır. Zazadır. Babası Kerküklü Arif Hikmet, Türkmen Çerkes karışımı bir ailedendir. Büyük büyük babalar Rumeli’den göçmüştür.

Çocukluk hayallerinden toplumda yaşanan gerçekliğe geçişini kendi ağzından duymak için Leyla Erbil’e yazdığı bir mektuba göz atalım. 1954 yılındayız, ay gün belirtilmemiş. [1]

Sonra Leylâ bazen neler düşünüyorum bilsen, bütün bu bağlardan kurtulup başka yerlere kaçmak, çocukken rüyalarımı çalan sıcak iklimlere doğru uçmak istiyorum… Amma yine de biliyorum ki Leylâm, bu imkânsız.

Çocukken ne iyiydi Leylâ, 5 arkadaştık biz. Bu yekûn zaman zaman değişirdi. Ekseriya üç kalırdık. Bütün günlerimiz, Antalya kıyılarının o sıcak ve hattı-ı istiva iklimi bizi cenup beldelerine çektikçe, hayaller kurmakla geçerdi. Neler düşünmez, cenup denizlerinde ne şirin adalara sahip olmazdık. Bu hayaller hakikat olsaydı ve sağ bir de Robenson olsaydı eminim ki kıs­kançlığından çatlardı.

Ama bütün bunlar cemiyet içine girmeden, sosyoloji okumadan evvelki zamanda idi. Sonra cemiyet içinde çalışan insanları, çalışmayan insanları, açları, tokları, mesut olanları, mustaripleri gördük, büyük küçük  şehirlerde gözlerinde ümit parlayan, bazen dizlerinde derman kalmayan insanları gördük. Hikâyeler dinledik Leylâ. Kan kusanların hikâyelerini, altın kusanların hikâyelerini ve daha neler gördük Leylâ, daha neler dinledik bu şehirde. Kitaplarda okuduklarımız da caba.

Ahmed Arif, babasının memur olması sebebiyle doğduğu Diyarbakır’dan Siverek’e gitti. Ortaokulu Urfa’da, liseyi yatılı olarak Afyon’da okudu, Türkçe yanında Arapça, Zazaca ve Kürtçe dillerine hâkimdi. Ortaokuldayken Faruk Nafiz hayranıydı, Çoban Çeşmesi şiirini ezbere okurdu. İlk şiirini İstanbul’da basılan Yeni Mecmua’ya bu sıralarda gönderdi. O yıllarda Halkevleri kütüphanelerine tüm dergiler geliyor ve özellikle edebiyat dergileri merakla okunuyordu. Ayrıca her ilin Halkevi dergisi farklı adlarla çıkıyor, diğer illere dağıtılıyor ve tüm ülke şairleri ve yazarları birbirinden haberdar oluyordu. Erken Dönem Cumhuriyet’in “İnkılap Edebiyatı” çabaları çoğu şairi olduğu gibi Ahmed Arif’i de etkilemiştir. İkinci etken belli başlı şehirlerin liselerinde hem geleneğe hem Batı Edebiyatına hakim edebiyat öğretmenlerinin gençlerde açtığı yeni ufuklardır.   

Afyon Lisesi’nde yatılı olarak öğrenim gören Ahmed Arif’in edebiyata ilgi ve sevgisinin artmasında bu dönemde aynı okulda öğretmen olarak çalışan Gündüz Akıncı etkisine gelelim. Kendisi lise edebiyat ortamını Refik Durbaş’a  şu cümlelerle anlatır:[2]

Edebiyat hocası Gündüz Akıncı’dır. Bizim için Gündüz Akıncı büyük bir şanstı. Bize ders kitabından çok roman okuturdu. Lisede ben André Malraux’yu, Max Beer’i, Dostoyevski’yi, Tolstoy’u, Gustave Flaubert’i özellikle de Emile Zola’yı okudum hep. Gündüz Hoca bir karar aldırmıştı öğretmenler kurulunda. Her çocuk gece mütalaalarında roman okuyabilir diye. Nöbetçi hocalar karışmazlardı. Ama roman okuyan mutlaka bir özet çıkarırdı. Gündüz Hoca takip ederdi. Diyeceğim liseye bir Faruk Nafiz hayranı olarak geldik, bir edebiyat hazinesine düştük.

O dönemde bir yandan Behçet Necatigil, Ahmet Muhip Dıranas, Cahit Külebi, Nâzım Hikmet şiirlerini okurken bir yandan da kendi sesini bulmaya çalıştı Ahmed Arif. Defterler dolusu şiir yazdı. Her gece 8-10 sayfa şiir yazıyordu.  1942 yılında Afyon Halkevi’nin yayın organı olan “Taşpınar”da çıkan “Gözlerin” başlıklı şiir, arayış döneminden geçen Ahmed Arif şiirinin özelliklerini yansıtan bir örnektir:

GÖZLERİN 

      Gözlerin maviliğin ruhudur,

      Fecirlerin tebessümünü içer.

      Berraklığında İlâh çocukları uyur

      Ve emer sükûtu beyaz gölgeler.

      Gözlerin bir masal dünyasıdır,

      Meyveleriyle beslenir ruhum.

      Gözlerin Allah’ımın bâkir aynasıdır

      Sonsuzluğundan ışık içiyorum.

Ahmed Arif’in erken döneminden diğer şiiri ise 1944 yılında Dikmen dergisinde yayımlandı:

SELÂM

-En çok sevdiğime-

Issızlığında bu esmer bahçelerin

Bekler bir uzağın sevgilisi.

Ve terk edilmiş bir delikanlının

Akşamlar sonu melânkolisi.

Yeşil ötesinde malihulyanın

Cennetlere hicret… Duâ ve ilham,

Kirpiklerimi ıslatan lâhzanın

Karanlık ruhundan ebede selâm!

Ve yorgun eriyişinde bulutların

Kimsesiz bâkirelerin yası…

Sıcak yarasıyla bir çocuk kalbinin

Bakır cehennemlerde sızlaması…”

[Ahmet Arif, Dikmen, S. 41-42, 1 Mayıs 1944, s. 2.]

Nihat Behram, Şubat 1975’de Militan dergisi için Ahmed Arif’e soruyor: “Dağlar Paşası Rüstemo”nun altındaki tarih 1948. Siz 1927 doğumlu olduğunuza göre 1948’de 21 yaşındaydınız. O günlerinizle ilgili bir şeyler söyler misiniz?

Ahmed Arif- Bu şiiri 1947 yılında askerdeyken yazdım. Varlık dergisinin yıllık antolojisinde bazı sözcükleri değişik ya da yumuşatılmış olarak yayımlandı. Attilâ İlhan’ın yardımı ve ısrarı olmasaydı bu şiirin yayımlanması olanaksızdı elbette.

    RÜSTEMO

    Modan yaylasına eşkin almadan

   Maktela üzerinde sağımız

   Karbeyaz Çermik Dağları

   Solumuz kan kırmızısı Fırat’tır

   Dört mevsim yeşildir orman

   Ve toprak çetin

   Baharları aşiretler iner Dersim üstünden       

   Sürü otlatır.

   Odunda

   Kömürde

   Pamukta

   Gönlü bir akarsu gibi alıp götüren

   Irzdan ve ekmekten yana

   Bir kara sevdadır

   Yeşil murattır

   Ve bundan ötürü tutmuş dağları

   Ve almış yürümüş sulardan öte

   Kıl çadırlarda maceramız

   Yasak bundan böyle zulüm;

   Ve öşür

   Ve haraç

   Ve angarya

   Ve katil

   Ve şirkat

   Ve talan

   Ve küfür kıza kısrağa

   Yasaktır, emreder Dağlar Paşası

   Elinde, affetmez Fransız üçlüsü…

Nihat Behram– Bu şiirin anlamını kısaca yorumlamak gerekseydi ne derdiniz?

Ahmed Arif- Namus uğruna, zulme karşı dağa çıkan sayısız yiğitlerden herhangi birinin, yaralı iken ve üzerine büyük kuvvetler gönderilmişken, Köroğlu ya da Dadaloğlu gibi halini arzedişidir.

Şiir, Ahmed Arif’in hayattayken yayımlanan tek şiir kitabı “Hasretinden Prangalar Eskittim” de yayımlanmıyor,  2003 yılında oğlu Filinta Önal tarafından hazırlanan “Yurdum Benim Şahdamarım” (Everest Yayınları) kitabına alınıyor.

1947 yılında,  askerlik sonrası Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nin Felsefe Bölümüne başladı Ahmed Arif. Faşistler Togliatti’yi 1947‘de  vurdular. Komüntern’de görev almış, sürgünde kalmış bir İtalyan komünisti Palmiro Togliatti, dünya barışı ve sosyalizm adına. Ahmed Arif onun için bir şiir yazar, müsveddedir henüz, ceketinin cebine koyar, şiir cebinde dolaşır. Sonra biri çalar şiirini cebinden ve 80 kopya kadar çoğaltır, Ankara’da yazdığı bu şiir yüzünden ağır işkencelere uğrar.

TOGLİATTİ

Palmiro, Palmiro şanlı işçi
Sıcak yaralarındaki barut kokusu
kesik, anaların sütü
Ve kaçmıştır bebelerin uykusu
Koku katedrallerinde yarımadanın
Gün görmüş meydanları Roma’nın
Bizimledir
Mavi mavi eser deniz meltemi
Sicilya’nın güneşli kalçaları
Bizimle kartpostal dalgınlığında Napoli bahçeleri
Bizden yanadır hava
Bizden yanadır su
Bizden yanadır Sinyor de Gasperi’nin
Ve bütün sinyorların korkusu
Ürkmüştür manastır fareleri.

1948’de çıkarılan Meydan dergisi için Abidin Dino,  imzasız gönderilmesini istediği şiirlerin arasından onun şiirini tanır. Ahmed Arif’in imza atmasına gerek yoktur, onun şiirleri kendini her zaman belli eder. Dino’nun yayımladığı şiir:

BİR AKŞAM ÜSTÜDÜR ŞARABİ

Bir akşam üstüdür şarabî

Bahçeler ve dağlar üzre hükümran;

Tam dünyayı dolaşmak saatindesin.

Ay ışığı su içer birazdan.

Kızarmış kalçalarını çanlar

Alabildiğine vurur.

Sen çocuk tulumunda

Matbaa mürekkebi

Rüsva olmuş ellerinin emeği,

Manşetlerde kilometre kilometre yalan

Sallanır durur.

Bir akşam üstüdür katil, muhteşem

Alıp götürmüşler dost dediğini

Almış rüzgârlar içini,

Ümide benzer, sevdaya benzer…

Soğuk bir namludur kör ve pusuda

Ense kökünde zulüm,

Ve sermiş cânım sofrasını dört başı mâmur

Burnun dibine hürriyet.

Seviyorum mümkün değil;

Aranızda kurşun, yasak bölge var

Sen genç, sevdan ölünecek kadar güzel

Kanunu yapanlar ihtiyar.

Ahmed Arif, Zahir Güvemli’nin 1950’de Hürriyet gazetesinde çıkan bu konuyla ilgili röportajını okumuş ve bundan çok etkilenip “Otuzüç Kurşun”u bir ağıt olarak yazar. Klasik ağıt. Türkçedeki sözlü ağıtlar gibi kaleme alır. Yayımlanmaz, dilden dile dolaşır. Yayımlanmayan şiir kovuşturmaya uğramıştır. Ahmed Arif’i alıp götürenler “oku” demişler, şair inat etmiş ve “ölürüm okumam” cevabını vermiş ve sonrası sabaha kadar süren dayak.

Hürriyet gazetesinde okuduğu olay neydi? 1943 yılının Temmuz ayında Van’ın Özalp ilçesinde 33 kişi, 3. Ordu Komutanı Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın emriyle kurşuna dizildi. Cumhuriyet tarihinde yapılan yargısız infazların en büyüklerinden biriydi.

2 Mayıs 1954 tarihinde Bismil’de sürgünden Leyla Erbil’e gönderdiği mektubunda şunları yazar Ahmed Arif:

Benim Lâmbo’da başladığım şiir, ne oldu biliyor musun? Hem de birdenbire ve yarı gece. Şimdi elli mısrâdan çok. Daha bitmedi. Ah, seninle beraberken bitebilir ancak! Elbette ki senin harikûlâde zevk ve anlayış sansüründen geçecek. Pasajlar hep “yeşil” diye bitiyor. Benim ve senin ne varsa, ikiz ruhumuzda ne varsa her biri birer hafif parıltılı taşla, kompozisyona giriyor. Kahrın, bulunmaz ve yaratılamaz güzelliğin, dost ve kahraman ve çırılçıplak samimiliğin, büyüklüğün, namluların yivlerinde fışkıran güller, birer nilüfer dizisi olmuş prangalar. Spartaküs’ün bukağısı, kol bağları. Kısır kadının anne oluşu ve çok uzak, kimselersiz bir yıldızda inleyen bir stradivarius. Dünya çarşılarının en küçük meyhanesi. Ve biz, milyarlarca, aşkın, yalanın, alçaklığın, kahramanlığın; kapıları, kapakları, kuş uçurmaz uzaklıkları ve ayrılıklarıyla, kahrolası yasaklarıyla, bu acayip kaos karanlığında, biz ikimiz! İki müthiş hasret, iki parça can…

“Suskun” şiiridir yazdığı. Hâlâ onlarca müzisyenin yeniden yorumladığı şiirdir.

Rüya bütün çektiğimiz / Rüya kahrım, rüya zindan / Nasıl da yılları buldu / Bir mısra boyu maceram. Bunları dinleyenleri Ahmed Arif’in ilk şiirlerine de göz atmaya davet ediyorum.  Umudum mısralar boyu uzanıyor.

Nükhet Eren


[1] Leylim Leylim, Ahmed Arif’ten Leyla Erbil’e Mektuplar, İş Kültür Yayınları, Şubat 2014

[2] Ahmed Arif Anlatıyor: Kalbim Dinamit Kuyusu, Refik Durbaş, Cem Yayınevi, 1990