Birkaç yıl önce Google’a “Dünyanın en güvenli şehri neresidir?” diye sorduğumda “Kopenhag” cevabını aldım. Emekli olduktan sonra ömrümün geri kalanını orada geçirmeye karar verdim ve şehir hakkındaki tüm araştırmalarımı mavi klasörde topladım. Klasörüme göre güzel bir hayat beni bekliyor.

Uzun süredir bir  akıl hastanesinde çalışıyorum. Günde üç kez delilere yemek servisi yapıyorum. Gerçi başhekimânım onlara deli denilmesine çok kızıyor. Kendisine başhekimânım dememize de. Onun adı Mazhar001, başhekim de diyebiliriz; benimkisi Mazhar007, yemekçi de diyorlar. Burada hepimizin adı Mazhar ile başlıyor ve oda numaralarımız sonuna ekleniyor.

Başhekimânım, aman pardon Mazhar001 çok iyi biridir. Aklına estikçe bizleri büyük salona toplar; açıklamalar yapar, eskilerini çöpe atıp yerine yeni kurallar koyar ki akla yatkın bulmasak bile çıtımız çıkmaz uyarız. Her zaman doktor önlüğünün düğmeleri boynundan aşağıya doğru sıkıca iliklidir. Sadece yüzü, elleri ve tombul bacakları açıktadır. O konuşurken gözlerim bacaklarına takılı kalır, hayatımda bu kadar güzel bacak görmediğimi ve önlüğünün altına hiçbir şey giymediğini düşünürüm. Eminim hastanedeki herkes bunu ara sıra düşünmüştür. Ona olan saygımdan ve sevgimden artık öyle şeyler düşünmemeye çalışıyorum. Bacaklarına hiç bakmıyorum. Sadece o güzel yüzü… Fakat bir hatamı yakaladığında o kadar çok bağırıyor ki, özellikle ağzımdan yanlışlıkla “deliler” kelimesi çıktığında,  öyle hiddetleniyor ki o zaman onun sadece el, bacak ve kafadan ibaret bir yaratık olduğunu fark ediyorum. Beyaz önlüğünün altında gizlenen midesi, ciğerleri, dalağı, safra kesesi ve bir kalbi olup olmadığını merak ediyorum. Önlüğün düğmelerini koparıp içine bakmak istiyorum fakat orada bulacağım boşluğun, hiçliğin içinde kaybolmaktan korkuyorum, bazen de o boşluğa dalıp kaybolmayı arzuluyorum.

Aslında bu kadar kızmakta haklı; geçen kış karların lapa lapa yağdığı bir akşamüstü doktorlardan biri odasından fırlayıp koridorda kartopu savaşı yapanlara “yeter yav, bahçeye hadi, hadi bahçeye, deli herifler!” diye kükreyince; başhekim hepimizi büyük salona toplamıştı; hastaları, hastabakıcıları, hemşireleri, diğer meslektaşlarını, temizlikçileri, baş aşçıyı, aşçı yamaklarını ve beni.

Bundan böyle “deli” kelimesinin yasaklandığını,  kullanılmayacağını kendisi dâhil herkesin oda numaralarını esas alan bir ad ile çağırılacağını söylemişti. Hastanemizin kurucusu büyüğümüzün adını gururla taşıyacak hepimiz küçük birer Mahzar olacaktık. Tahtaya şemalar çiziktirmiş, konuyu uzun uzadıya anlatmıştı, hatta bir ara Mazhar kelimesinin etimolojisine girmişti. Üstelik hepsini en ince ayrıntısına kadar not almıştım.  Bu tür toplantı notlarını kavuniçi klasörde toplarım.

O gün toplantıda en ön sıradaydım ve elimi kaldırıp söz aldım.

-Sayın Mazhar001 bildiğiniz gibi benim bir odam yok, yemek arabam var, hani şu asansöre zor sığdırdığım, her seferinde yağladığım halde tekerlekleri hep cızırdayan, beş tepsi sola beş tepsi sağa on tepsilik yemek arabası, işte biliyorsunuz. Beni bu işe aldığınız gün siz söylemiştiniz “çok önemli bir iştir açları doyurmak.” Sabah kahvaltısını bir kerecik geciktirsem Allah muhafaza isyan çıkarırlar. Evime gidemiyorum bu sebepten. Zamanımın çoğu koridorda, yemekhanede geçiyor. Uykum gelince dostum Deniz’in odasında uyuyorum. Ben yemekçiyim. Unuttunuz mu beni yoksa? Görev tanımıma bakmak ister misiniz?

 Sarı klasörümü uzattım hemen. Böyle toplantılara mutlaka iki dosya ile gelirim; kavuniçi olanında toplantı notları, sarıda ise görev tanımım vardır.

-Sayın Mazhar001 ilk sayfada yaptığım işin tanımı açıkça yazılıdır, diğer sayfalarda işe başladığım günden itibaren hangi odaya saat kaçta hangi yemeği bıraktığım, bu yemeklerin kim tarafından yenildiği veyahut yenilmediği nedenleri ile birlikte not alınmıştır.

 -Ah, yemekçi, seni nasıl unuturum? Daha dün  koridorda selamlaşmadık mı? Deniz’in odasında kaldığına göre sana da o odanın numarasını vereceğiz. Tasalanma.

Böylece adım Mazhar007 oldu, 007 tıpkı James Bond gibi.

Bu sabah Mazhar001’in yanına çıktım.

– Sayın Mazhar001 yarın emekli oluyorum.

– O zaman bütün Mazharlara haber vermelisin, ayrıca senden sonra görev alacak olan yeni Mazhar007 ile tanıştırmalısın onları.

– Baş üstüne efendim.

Yemek arabası ile girdiğim her bir odadaki Mazharlara durumu açıkladım. Farklı tepkileri oldu; umursamayan, umursamaz görünen, endişelenen, sevinen, inanmayan, benimle gelmek isteyenler oldu. Kimisi haklı olarak bana küstü ve konuşmadı, kimisi ise beni özleyeceğini söyledi.  Onların gösterdikleri tepkileri bir dosya kâğıdına yazıp beyaz klasöre taktım.

En son Deniz’in odasına girdim. O,  Mazhar olmayı reddederek “Deniz” olarak kalmakta ısrar eden ve bunu Mazhar001‘ e kabul ettiren tek kişidir. K2 bloğuna ağır vakalar kabul edilir. Tedavilerinin büyük kısmı ilaçla yapılır. Dolayısıyla hastalar yemek ve ilaç saati dışındaki zamanlarını uyuyarak geçirirler. Hastane personelinin ise işi başından aşkındır. Şöyle ağız tadıyla kimseyle sohbet edemezsin,  Deniz hariç. O her zaman uyanıktır,  çünkü asla ilaç içiremezler. Hastanenin en kıdemlisidir ve Mazhar001’den sonra en sevdiğim kişidir.  Kendisine sorarsanız “asırlardır buradayım”  der hatta burada doğduğunu iddia eder. Fakat bu doğru değil; onu iş görüşmesi için geldiğim gün görmüştüm. Hastane koridorunda, banklarda karşılıklı oturmuş, bekliyorduk. Onun iş görüşmesine gelmediği belliydi. Çünkü sağ tarafında her an çantasından bir havlu çıkarıp onun sırtına koyacakmış gibi endişeli bir kadın; sol tarafında ise aniden bağırıp çağırmaya başlayacakmış gibi duran kel başlı bir erkek oturuyordu. Onlarla hiçbir ilgisi yokmuş gibi tavana bakmasından anne ve babası oldukları sonucunu çıkardım. Görüşme odasına önce onlar girdi. Yaklaşık yarım saat sonra çıktılar. Onlar çıkınca görüşmeye ben girdim. Oda beyaz önlüklü kadın ve erkeklerle doluydu. Doktorlar kuruluymuş. Önce beni deli sanıp koğuşa göndermeye çalıştılar. Başhekimi gözüme kestirmiştim, ona; “Efendim bir yanlışınız var. Ben ünlü Yüksek Mimar Haluk İnce’nin yakınıyım. Hepinize selamı var, çok acil yemekçi arıyormuşsunuz,  rica etti, kıramadım. Zor durumda kalmayın diye, yoksa benim işim var ama Haluk İnce’nin hatırını kıramadım. Hani şu yemekçi ilanı vardı ya ondan söz ediyorum.” dedim. Sezgilerim beni yanıltmaz, doğru kişiymiş, hemen Haluk İnce’yi tanıdı.

– Sen onun nesi oluyorsun?

– Akrabasıyım, efendim. Kendisi abim olur.

– Aa, hımm, evet, evet iyi ki geldin, çok zor durumdayız, hemen işe başla. Şimdi buradan çık, koridordan sağa dön, dümdüz ilerleyince bir merdiven var, o merdiven yemekhaneye iner,  orada aşçıbaşını bul, kuruldan gönderdiklerini söyle,  o sana ne yapacağını anlatır. Hadi bakalım, hayırlı uğurlu olsun.

O günden beri aynı işi yapıyorum. Aşçıbaşının pişirdiği yemekleri tabldotlara koyuyor, sonra sırayla yemek arabasına yerleştiriyorum. Yemek arabası ile beraber servis asansörüne biniyorum, asansör iki kat yukarıda Mazharların kaldığı koridora çıkıyor. Eskiden asansörden iner inmez arabanın tekerlek sesini duyan Mazharlar kapılara vurarak “yemekçi geldi, yemekçi geldi“ diye bağırırlardı. Şimdilerde Mazhar 007 ya da James Bond geldi diye bağırıyorlar. İşimi çok ciddiye alırım, kesin kurallarım vardır. En önemli kural tepsinin boş olarak teslim edilmesidir. Aksi takdirde ertesi öğünde asla yemek vermem. Siyah klasördeki kâğıtlara not alırım. Tabii bunun için geçerli bir sebep bildirirlerse o başka…

Deniz’in odası koridorun sonundadır. İlk işe başladığım gün odasına girdiğimde, yatağının ayakucunda oturmuş, birbirinden uzaklaştırır uzaklaştırmaz yan yana getirdiği ve gelir gelmez tokuşturarak tekrar uzaklaştırdığı çıplak ayaklarına bakıyordu.

– Kahvaltınızı getirdim.

– Sen kimsin?

– Yemekçi.

Askerine emir veren komutan gibi haykırmıştı;

– Yemekçi! Söyle! Buradan nasıl kaçılır?

Gayriihtiyari, boş bulunup karşımda komutanım varmış gibi tekmil vermiştim.

– Bilmiyorum efendim! Burada ilk günüm!

Ayağa kalkıp elini omzuma koymuş, bu sefer kelebek kanadına benzeyen  bir sesle konuşmuştu.

– Ne tesadüf benim de ilk günüm,  demişti.

Ayakları tokuşmuyordu ama hala çıplaktı. Sesi yumuşacıktı. O yüzden ben de fısıltıyla konuşmuştum.

– Biliyorum, koridorda birlikte beklemiştik.

– Ben seni görmedim?

– Tavana baktığınız için beni görmemiş olabilirsiniz.

“Eğer bir akıl hastanesinde, anne ve babanın arasında oturuyorsan sürekli tavana bakmalısın.” demişti. Ona hak verdiğimi söylemiştim. Buna çok sevinmişti, yıllar sonra yeniden karşılaşmış kundak arkadaşları gibiydik.

– Annem babam artık gelmez, beni bırakıp gittiler. Ama ağabeyim var, o gelecek. Söz verdi. Yine de belli olmaz, birazcık gecikebilir. Gelse beni buradan çıkarır ama benim fazla zamanım yok. Onu bekleyemem. Acilen kaçış planı yapmalıyız.

– Ben burada çalışıyorum kaçmak istemem, yoksa işsiz kalırım.

– İş evet iş, beni bekleyen projeler var, gitmem gerekiyor.

Koğuşun kapısına yönelmişti.

– Hastaneden dışarıya çıkamazsınız çünkü ayaklarınız çıplak.

Geri dönerek şöyle demişti:

– Kahvaltı etmeliyim…

O günden itibaren yemek arabamın tekerleklerinin gürültüsü onun odasının önünde bir süreliğine dinleniyor, koridor ıpıssız oluyordu. Deniz yemeğini bitirince sohbette bitiyor yemek arabamın tekerlek sesi koridora çıkıyordu. Bütün koridor “yemekçi gidecek, yemekçi gidecek” diye bağırmaya başlıyordu taa ki en baştaki koğuş “yemekçi gittiiii!” diye bağırıncaya kadar…

Akşamları, arabamı yemekhaneye bıraktıktan sonra Deniz’in kaçış planına yardım etmek için hastaneyi dolaşıyor, bütün mimari detayları ezberliyordum. Burada akşam saat 9: 30 da bütün ışıklar söner. Sadece acil çıkış lambaları açıktır. Mazhar001 ve tüm Mazharlar uyurlar ya da uyuyor numarası yaparlar. Deniz çoğunlukla gece yarısına kadar uyumaz, karanlıkta kâğıtlara yazar da yazar. Ne yazdığını hiç bilmem. İlk günlerde sorardım “ne yazıp duruyorsun?“ diye, cevap vermezdi, o yüzden sormayı bıraktım. Onun yerine ben de el lambam ile yorganın altına girip, ezberlediğim bilgilere göre hastanenin eskizlerini çıkarırım. Eflatun klasöre itina ile istiflerim. Deniz balkabağına dönüşmekten çok korktuğundan gece yarısından önce mutlaka uykuya dalarız. Ona yazdıklarını koyması için kırmızı bir dosya aldım. Dosya aramızda sırdır ve bana dahi elletmez.

Deniz’e de söyledim, emekli olacağımı ve yarın buradan ayrılacağımı.  “Beni de götür“ dedi.  

– Kahvaltıdan sonra konuşuruz

– Aç değilim.

– Yemezsen siyah klasöre not alacağım.

– Umurumda değil. Kahvaltıma zehir koydun değil mi?

– Biz dostuz neden böyle bir şey yapayım?

– Seni çok iyi tanıyorum. Arkanda acı içinde ve giderek daha çok delirecek bir dost bırakmak istemezsin.

Eflatun klasörü yatağımın altından çıkarıp gösterdim.

– Bak projeyi tamamladım, artık ben emekli olup gittiğim gün sen de buradan kaçabilirsin.

Yerinden kalkıp, eşyalarını toplamaya başladı.

– Kırmızı klasörünü almayı unutma. Ben sadece maviyi alacağım. Diğerleri işime yaramaz.

– Madem vedalaşacağız o zaman istersen kırmızı klasörüme bakabilirsin. Hepsini okuyabilirsin ama sonra hemencecik unut yoksa geceleri rüyalarına girer, korkarsın.

Kucağıma getirip bıraktı. İdam, intihar, kaza, tecavüz, cinayet haberlerine ait gazete kupürleri ve el yazısı ile yazılmış notların ataçlandığı dosya kâğıtları ile doluydu.

Sorulması gereken soru; dünyanın en güvenli yeri neresidir?

Şiddetin her türlüsünden korkmalıyız, hele gözlerin oyulmasından çok korkmalıyız.

Gözler oyulunca neler olur? Düşünme! Düşünürsen başına gelir. Yanarak ölmeyi düşünürsen yanarsın, boğulmayı da düşünme sakın,  gözlerinin oyulmasını asla düşünme, o en kötüsü, hayatta kalsan bile kör oluyorsun, en berbatı kör olmak, projeleri kim çizecek o zaman, peki ya dilimi keserlerse konuşmadan yaşayamam ben, yok en kötüsü gözlerinin oyulması. Onlar düşündüğü için mi başlarına geldi? Yazık değil mi onlara? Canları ne kadar çok yanmıştır? Onlar kim? Kurbanlar. Ben kurban mıyım? Yok değilim. Fakat ya bir gün kurban olursam, olmazsın, kim garanti ediyor? Neden onların başına gelen benim başıma gelmesin? Gözlerimi oyarlarsa. Kimler? Deliler mi? Onlar burada göz oymaz onlar. Dışarıdakiler, onlardan uzak durmalı. Burada öyle şeyler olmaz, evet, burası çok güvenli. Bir başka insanın gözlerini nasıl oyabiliyorlar? Kabak bile oyamam ben. Onlar nasıl yaptı? Çıkardıkları gözleri nasıl ellerine alabildiler? Korkmadılar mı? Akıllarına kendi gözleri gelmedi mi?

Dışarıdan Mazhar001’in ayak sesleri geliyordu,  kırmızı klasörü saklayamadan içeriye daldı.

– Ne yapıyorsun, o elindeki ne?

– Zorla verdi, ben almak istemedim.

– Kim?

– Deniz, Deniz zorla gösterdi.

– O zaman bana da göster birlikte bakalım.

– Olmaz, Deniz çok kızar. Yalnız ben okuyabilirim onun dosyasını.

– Benimle böyle inatlaşırsan bir daha koridorda yemek arabanı sürmene izin vermem ama.

– Amaaan bütün dosyalar sizin olsun. Araba da sizin olsun. Ben emekli oldum.

Mahzar001 yatağa oturdu, bana da oturmam için işaret etti. Yanına oturdum. Çok yumuşak sevgi dolu bir sesle konuşuyordu.

– Aa bak senin emeklilik klasörün de buradaymış. Gel birlikte bakalım, hay Allah! Bak şu işe, görüyor musun?  Bu sene de emeklilik müracaatını kaçırmışız. Mart 2017 tarihinde başvuruda bulunmak gerekiyordu.

– Hangi aydayız

– Mayıs 2017 ‘deyiz. Gelecek Mart’a kadar beklemen gerekiyor. Bir dahaki seneye inşallah.

Çok rahatladım. Kopenhag’a giderken başıma yolda bir kaza gelebilirdi. Mesela yanıma oturan yolcu birden bıçağını çıkarıp gözlerimi oymaya kalkabilirdi.

Ayşenur Baran Turan