Günlerden pazartesi, atölye buluşmamıza gidiyorum. Ağustosun sıcağından çok insanı nem bunaltıyor, yapış yapış yapıyor. Bindiğim araçta çalan oyun havasından dolayı erken inip sıcak da olsa yürüdüm. Neyse ki Koşuyolu Mahalle Evinin bahçesi püfür püfür esiyor da birkaç saat rahat nefes alıyoruz. Bahçeye vardığımda, haftalardır aynı masayı mesken edindiğimiz arkadaşlarım oturuyorlardı. Yaz döneminde artık açık havada yapıyoruz buluşmalarımızı. Herkes toplanana dek güncel konulardan bahsediyoruz, hayat pahalılığı popülerliğini koruyor maalesef. Kiraların fahiş artışından mutfaktaki yangına kadar eleştirip, iyi insan bulmak zor kanısına varıyoruz. Mevcut kiralarını üç dört misli artıran ev sahipleri için de iyi insan bulmak zor oldu diyoruz. Yazar o yıllarda bunu fark etmiş ya da her daim var olan bir konu.
Sonra çöp ev olarak adlandırılan bir evden konu açılıyor. Emekli öğretmen anne ve emekli avukat babasına bakan 40 yaşındaki oğullarının da zamanla anne baba gibi çöp biriktirmeye başladığını duyuyoruz. Hatta onları uzaktan görenler yanlarına gelince maskelerini takmadan konuşamıyor diyor arkadaşımız. Dominant kadın olan annenin dediğinden çıkmayan oğul ve baba üçgeni için bizim gotiğimiz olarak yazılabilir fikri doğuyor birden. Güney gotiğini inceliyoruz ya…
Yasemin Hanım’dan sipariş ettiğim kendi yaptığı vişne reçelini alırken, doğal ürünler konusu açılıyor ve doğa severler ve kent severler muhabbetinin içinde buluyoruz kendimizi. En çok da arkadaşımızın balkonunda besledikleri solucanların alt komşulara inmesi ilgimizi çekiyor. Işık Hanım meyve sebze atıklarını kompost olarak biriktirdiklerinden bahsediyor. Benim gibi bazı arkadaşlar da doğayı sevip koruma dışında uzun süre sessizlik içinde yaşamayı tercih etmeyenlerden. Hatta çalıştığım yıllarda uzun süren izinlerimde; deniz kenarında güneşin tadını çıkaracağıma, İstanbul’un kalabalığını ve işimi özlediğimi anlatıyorum. Doğayı elbette hepimiz seviyoruz ancak sürekli yaşam anlamında herkesin tercihinin farklı olması da mümkün tabii.
Doğa demişken, Validebağ Korusu’na sabahın 5’inde gelip kuru otları makinelerle biçmeye çalışan belediye görevlilerinin adeta baskın tavrından hepimiz rahatsızız. Otların arasında yaşayan börtü böceklerin düşüncesizce katledilmesini eleştirmeden edemiyoruz. Doğa düşmanlarına karşı devam eden koruma nöbetlerinin olmayacağı günlere en kısa zamanda erişmeyi umuyorum.
Bu haftaki öykü incelememiz; güney gotiği örneği olarak Flannery O’Connor’ın; içinde on ayrı öykü barındıran “İyi İnsan Bulmak Zor” adlı kitabındaki dördüncü öykü olan “Talih kuşu”
Öykü aslında mekân olarak başından sonuna dek apartmanın içinde, katlar arasındaki merdivenlerde geçiyor. Ana karakter Ruby adlı kadının elindeki yükleri taşıyamaması ve eşinden yardım istemesiyle başlıyor. Ruby eşi ile yaşarken askerden gelen kardeşi de onlarla yaşamaya başlar. Merdivenlerde tıkanıp göğüs ağrısı yaşayan fakat sağlıklı olduğuna inanan kadın, katlar arasında sık sık durup dinlenmek ihtiyacı hisseder. Okurda ilk önce yaşlı kişi izlenimi bırakıyor ancak yazarın sık sık Ruby’nin yaşını 34 olarak belirtmesiyle durum farklılık kazanıyor.
Öyküde genel olarak annelik, yaşlılık, kardeş temaları işlenmiş.
Karnının şişliğinden ve arada gelen sancılarından şikâyet etse de kendini hamile olarak düşünemez. Hamilelik korkusu var, bebeğin kan ve ilik emen varlık olduğuna inanıyor.
Ruby kendisini, sık sık annesinin 34 yaşındaki yaşlı, saçları beyazlamış çökük görüntüsü ile kıyaslama durumunda. 4 yaşındayken annesinin doğum sancıları, bağırmaları onda travma yaratmış durumda. Ayrıca annesinin 8 çocuk doğurması da hafızasında. Kimi karnında ölmüş, kimi doğduktan sonra, o yüzden annesinin çabuk yaşlandığını düşünüp onun gibi olmama çabası içinde. Çok çocuk sahibi olmayı kara cehalet olarak adlandırıyor. O yüzden bebek istemiyor olabilir.
Çocuklara gizli düşmanlığı olduğu komşu oğluna kızgınlığından anlaşılıyor. Tabancasını merdivenlerde unutan komşu çocuğun babası oğlunu talih kuşu olarak seviyor. Diğer komşusu yaşlı adam, sokaktan her geçene tarih sorusu soruyor, bilemediklerinde de kızıyor, okurken dedemi hatırlattı bana. Dedem ayaklı tarih kütüphanesi gibiydi, bizlere arada bir yoklama yapardı, padişahlarda kim kimin oğludur kimin babasıdır diye sormadan edemezdi.
Öyküde sıkça kara kelimesini kullanılması; karamsarlık işareti gibi, yazarın kendi iç dünyasından etkilenmiş olabileceğini düşündürüyor.
Dut karası, kara lahana, kara basamak, kara kurunun yanında ayakkabıyı çekirge yeşili diye betimlemesi renk katmış.
Falcı kadın, bir hastalık sonrası başına talih kuşu konacak derken, Ruby bahçeli eve sahip olup taşınma hayalindedir. Öykü boyunca defalarca kendi yaşındaki annesinin halini düşündükçe ısrarla onun gibi olmak istemediğini hatırlatıyor kendine.
Hasta kadının hikayesi gibi başlayıp sonu kötüye gidecek derken sürpriz sonla bitiyor olmasına hepimiz şaşkınız.
İyi insan bulmak zor…
Özlem Gemici