Geldi, gelecek, off ne zaman gelecek diye hayıflandığımız, geldiğinde de off, bu ne ya! Hiç çekilir gibi değil diye söylendiğimiz yaz mevsimi gene hiç beklemediğimiz bir anda gelivermişti işte… Tüm maymun iştahlılığım ve olanca yüzsüzlüğümle şikayetçi moduna geçsem de, gene de ağzım kulaklarıma varıyordu doğrusu mutluluktan! Yaz gelmişti yaz… Öyle severdim ki yazı, sevdiğim yaz mıydı, yoksa getirdiği özgürlük hissi miydi bilmiyordum ama seviyordum işte… Yaz gelince kanım kaynıyordu elimde olmadan, deniz mevsimi geliyordu, aşkın mevsimi… Sabahın köründe erkenden kalkıp koşmalar, akabinde denize dalmalar, kahvaltı, derken öğleden sonra denize varmalar, sevgiliyle vuslat vakti… Oynaşmalar denizle çocuk gibi, kendini dalgalara vurmalar, balık gibi olmalar… Tenini suya boğmalar, su ile bir olmalar.
Bütün bir yıl yaz mevsimini bekleyip de ona kavuşunca hala doyamamalar, gecenin kör karanlığında bile içerilere girememeler, sahilde ateş yakmalar, şarkılar söylemeler, yakamozlarda ışıldamalar, aşık olmalar… Hoş geldin gönlüme ey aşk, ey yaz… Diyordum demesine de bu yaz biraz daha mı az seviniyordum ne, zaman akıp giderken kaybettiklerim geliyordu aklıma, hüzünleniyordum. En güzel çağları yaz mevsiminin bence okul çağlarıydı, işe girdikten sonra kayboluyordu o büyü… Hele yazlıkta bir eviniz varsa bu büyü daha da uzun sürebiliyordu… Yaz mevsiminin haricindeki bütün hafta sonları, tatiller, bayramlar da yaz mevsimi gibi yaşanırdı, kış mevsimi içinde olsanız dahi… Yazı siz yaratırdınız çünkü, millet pardösü ile şaşkın şaşkın bakarken yağmur altında denize girmeler, çıkınca şömine karşısında sıcak kakaoları yudumlamalar… Yazı her daim ayni heyecanla yaşamalar…
Kahkahalarla dolu güzel bir hayattı yaz bizler için… Biz her daim çocuk, her daim ruhu genç kalanlar için. Ama yazlar geçtikçe bizden geçiyordu hayat ne yazık ki… Ama her yeni gelen ilk defa keşfetmişcesine yaşıyordu mekanı ve yazı… Bizse yüzümüzde hüzünlü bir gülümseme, geçmişi yad ederek hatırlıyorduk yazı sessizce. Bizim iki mekanımız vardı yaşamak için yazı… Marmara denizinin üst köşesinde yazlığımızın bulunduğu yer ile karşı kıyısında yer alan Erdek… Erdek’le olan mazimiz yazlığımızdan bile çok eskiydi, nerdeyse doğduğumuzdan beri iç içeydik Erdek’le… Önce onları ziyaret eder, gönüllerini alır, sonra Erdek’e geçerdik… Ama geçmeden önce de birkaç gün Bandırma ile Erdek arasındaki köprü noktası Balkız’da günü birlik denize giderdik…
“Balkız” ya da “Belkıs” diye anılan bu yer adını aslında “Kyzikos Harabeleri”nden alıyordu. Bandırma ile Erdek arasında, Marmara’nın güneyindeki en büyük yarımada “Kapıdağ”ın boğazında, ana kara ile bağlandığı dar noktanın güneyinde yer alan, şimdilerin Ölü Denizi gibi güzel bir kumsal ve zeytin ağaçlarıyla çevrili Belkıs bölgesi, sayfiye yeri olan Erdek’e göre daha sakin ve bakirdi. Daha çok geçerken güzelliğine dayanamayıp yüzme molası verdiğiniz güzel bir mola yeri… Gözle görülen küçük bir kumsaldan sonra Erdek’in başlangıç noktası olan “Dilek Tepesi”ne kadar donuk buz yeşili renkleriyle zeytin ağaçları kaplamıştı her yanı, artık Erdek’e kadar sahili uzaktan görürdünüz, arada tek tük evlerden sonra, resmi kuruluşların sözde eğitim ama aslında tatil köyleri başlardı…
Biz de bayılırdık Balkız’a. Anneannemlerde kaldığımız günlerde mutlaka ya Balkız’a ya da Tatlısu’ya giderdik. Erdek ile Tatlısu Kapıdağ yarımadasının iki karşılıklı köşesinde, soldan giderseniz Düzler’den geçip Erdeğe, sağdan giderseniz de Tatlısu’ya erişirdiniz. Aradaki geçiş bölgesinin başı Düzler’dir. Aynı denizi ayıran bir incecik boğazdır Kapıdağın başlangıcı. Aslında eskiden bir ada olduğu söylenir Kapıdağın. Balkız’ın efsanesinin de işte o incecik boğazdan gelir. Tatlısu’ya gidiş motorlarla olurdu, Balkız’a ise Erdek’e giden minübüslerle kolaycacık ulaşabilirdiniz. İki yeri de çok severdim, çünkü zeytin ağaçları denizin içine kadar inmiş, ağustos böcekleri öğleninizi şenlendirmiş, altın renkli kumlarında bulutlar üzerinde uçarcasına yürürken, o muhteşem dokunuşlarıyla deniz sizi sarıp sarmalamıştır sevgiyle. Hâlâ o günlerin hayaliyle yaşarım deniz özlemimi ben. Bandırmaya gelen çoğu insan direk Erdek’e geçmeyi yeğlerdi, çünkü orası zamanın Bodrum’u gibiydi. Biz de bayılırdık elbette, güzel bir meydanı ve meydanla sahil arasında boydan boya çay bahçeleri, girişlerinde rengarenk takıcılar, dondurmacılar, pidecileriyle tam bir cümbüş yeriydi Erdek. Ama gene de sakinlik için Balkız’da vakit geçirmeden geçmezdik Erdek’e. Yöre halkının “Düzler” de dediği Balkız, gerçekten de düz bir yerdi, bir uçtan bir uca her yeri görebilirdiniz, hemen sol köşesinde yüksek tepelerin üzerinde kurulu Edincik’te yaşayan Cavit amcaya göre bu bölge zamanında çok büyük bir deprem atlatmış ve her yer dümdüz olmuş, hatta o yüzden yöre halkı tepelere çekilmişmiş.


Genelde Temmuz ayında giderdik tatile, anneannem bizi özlemle kucaklar, kokumuzu içine şöyle bir çeker ve Ohhh ne çok özlemişim sizleri derdi… Onu çok sever aynı zamanda da çekinirdik… Her zaman ya mutfakta ya da namazda olurdu… Bize durmadan dualar öğretir, sonra da kontrol ederdi öğrendik mi diye. Dedemse ya İzmir’den gelirdi, ya da arkadaşlarının yanından. İzmir’den geliyorsa dünyalar bizim olurdu, zira tren şefiydi dedem ve evlerine yaklaşırken trenin düdüğünü çalar yavaşlardı, bizse yolun sonundaki küçük toprak yokuştan çıkar, rayların kenarında kuş gibi durur, yavaşlayan trene bizi ustaca almasını beklerdik, sonrasında tren tekrar hızlanır Bandırma’ya kadar olan kısacık mesafede bize dünyaları verirdi. Onun için çok severim tren yolculuğunu, ne zaman trene binsem rahmetli dedem gelir aklıma ve onun bol dumanlı ve sesli kara treni…
Eğer görevli değilse gelişini sokaktaki çocuk seslerinden anlardık ve biz de fırlardık sokağa hemen, arkamızdan anneannem seslense de duymazdık onu durun evladım, kaybolursunuz, pek bilmiyorsunuz buraları sözlerini… Kim takardı ki kaybolmayı, zaten küçücük bir kasaba, üstelik gelen dünyalar tatlısı dedemiz. Bırak Melek hanım, çocuklar nerden bulacaklar böyle özgürce gezmeyi kasvetli şehrin sokaklarında, bırak oynasınlar, koşsunlar. Anneannemin üçlü ahretlikleri hep bir ağızdan koyverirdi sözleri. Servet, Mesrure ve Havva hanım teyzeler, ne tatlı şeyleriydiniz sizler çocukluğumun. Her gelişimizde gelip genç kızların işlediği el örtülerinden çeyizlik getirirlerdi bana, daha minicik yaşlarımdan itibaren, severlerdi beni, bizi, kıyamazlardı bize. Evin girişindeki taş basamaklara oturup, horoz sesleri, at kişnemeleri, marangozhanede kesilen tahtalardan uçuşan talaş tozları ile birlikte üstümüz başımız bulanırken odun kokusuna, bir yandan uzaktan çocuklarla güle oynaya gelen dedemi izlemek, bir yandan da ceketinin iki cebinden çıkardığı şekerleri ve leblebi tozlarını çocuklara dağıttığını görmek bizi mest ederdi. Sadettin amca geliyor, maaşı gene çocuklara yatırmış derlerdi komşular pencerelerden seslenerek, çocuklar gene bayram edecek… Biz de koşar, bize de bize de diye ceketini çekiştirirdik. Bizi gören dedemse her şeyi unutur, bizi havalara kaldırır, dört döndürürdü. Seviyordum tatili, anneannemle dedemi…
Gene bir Temmuz, aynı maceraları yaşayarak yerleştik anneannemlerin evine. Bir hafta burada kalacak sonra Erdek’e geçecektik. Ertesi sabah istikamet “Balkız”dı. Anneannem geceden o çok sevdiğimiz ve meşhur olan köfte patateslerini hazırladı, pişirdiği çiğ börekleri ve poğaçaları, haşladığı yumurtaları ve erik hoşaflarını bir güzel paketledi, yaygıları da bir güzel denkledi ve bizleri erkenden yatırdı… Evde modern yataklarda yatamayan bizler, tahta yatak üzerinde konulmuş eğri büğrü şilteler ve denklikten çıkarılmış naftalin ve lavanta kokulu yorganların içinde öyle bir güzel uyurduk ki…. Onun keyfini hala bulabilmiş değilim bu yaşta, Her neyse, sabahtan maaile çıktık yola, minibüs hemen kalktı çünkü zaten biz doldurmuştuk her yeri… Güle oynaya 15 dakikada vardık zaten. Koy çok sessizdi, en ufak bir kıpırtı bile yoktu denizin üstünde… Biz de doğanın sessizliğine saygı gösterip sessizce yerleştik denize kadar inen zeytin ağaçlarının gölgesine. Annemler kahvaltılık bir şeyler hazırlarken ben ve kardeşim yaygıların üzerine uzanmış, tepemizde hışır hışır bize “merhaba” diyen zeytin ağaçlarını ve aradan görünen minik bulutları seyre dalmıştık bile. Farklı bir yeşildi zeytin ağaçları, önceleri donuk ve mat gelen bu yeşili pek sevmezdim, şöyle sıcak bir yeşil olsaydı keşke derdim ama sonradan onun bu buğulu rengini çok sevdim ve ne zaman bu rengi görsem zeytin ağaçları gelir oldu aklıma…
Zaman ilerlemiş, denizle vuslat vakti gelmişti… Kahvaltının ardından birbirimizi ıslatarak denize giriş, kendini denizin yumuşak kollarına terk ediş… Bundan güzel, bundan şefkatli bir duygu olabilir miydi acaba. İnsanlar da ufak ufak gelmeye başlamışlardı ama tek tük. Minibüsle geçenlere el sallamaktan ve oradan oraya koşuşturmaktan, sonra gene denizde oyunlar oynamaktan öyle yorulmuştuk ki öğle vaktinin gelip de geçtiğini bile fark edemedik, çok acıkmıştık… Bizimkiler yemişti bile, ama anneannem tabii ki bizim hakkımızı ayırmıştı, oh o güzelim köfteler, patatesler… Bir yanda küçük kelekler, salatalıklar, domatesler, bir yanda bol köpüklü ayran ve koruklar. Ohhh misss… Hayat ne güzeldi. Derken tekrar oyun vakti, kumdan kaleler yapıyor, birbirimizle yarışıyorduk kardeşimle. Annemlerse ağacın altında bir öğleden sonra uykusu mutluluğunu yaşıyorlardı. Bizi de zorlamışlardı ama laf dinler miyiz, nerde hareket orda bereket hesabı oradan oraya koşuşturmaktaydık.
Kumdan kalemizi deniz kabuklarıyla süslemeye gelmişti ki sıra, birden olanca ağırlığıyla yaşlı bir teyzenin kalemizin sağ tarafındaki kulelerin üzerine kapaklandığını gördük çığlık attığımızı bile fark etmeden. Aman tanrım, kadıncağız düşmüştü, hem de kalemizi yıkarak. Kendisi bir yana, elindeki sepet ve içindekiler bir yana savrularak kumların üzerinde öylece yatıyordu. Hem acıyarak hem de kalemizi yıktığı için içten içe söylenerek ama daha çok üzülerek kadıncağızın yanına koştuk. Zorlukla nefes alıyordu teyze, kardeşimle ben güç bela doğrultabildik teyzeyi ve sonra annemlere bağırarak yardım istedik. Hemen koştular bizimkiler, teyzeyi hemen zeytin ağaçlarının altına çekip bir güzel ferahlattılar, soğuk su içirip Bandırma’nın meşhur zambak kolonyası ile her yanını ovdular, ayaklarına deniz suyu döktüler, sonra biraz çay ve börek verip karnını doyurdular… Hepimiz teyzenin başına toplanmış merakla onu izliyorduk… Biraz dinlendikten sonra teyzenin yolun arkasındaki, bugüne kadar hiç gitmediğimiz, hatta merak bile etmediğimiz yolun arkasındaki yeşilliklerin içinde bir arazisi olduğunu, daha çok meyve yetiştirdiğini ama kendisine yetecek kadar her şeyi bulunduğunu, artık kimsesi kalmadığını ve geçimini sağlamak için yazın bahçesindeki meyveleri kumsala gelen turistlere sattığını öğreniyorduk böylece… Ama yaş ilerlemiş artık zorlanır olmuştu. Bayılmadan önce de pişman olmuştu öğlen vakti sahile indiğine ama gözü yememişti geri dönmeyi ve sonra bildiğimiz üzere bayılıvermişti, hem yaşlılıktan, hem yorgunluktan hem de susuzluktan…
Ah be teyzem, bu yaşta, bu sıcakta senin ne işin var buralarda, senin kimin kimsen yok mu?
İlk defa bu kadar yakından bir köylü kadını görüyorduk. Daha önce sadece bir kez köye gitmiştik ama orda uslu uslu misafircilik oynamış, evden dışarı çıkmamıştık, onlar da bu kadar köylü değillerdi doğrusu, konak sahibiydiler, o yüzden bu teyze bizim için bulunmaz bir nimetti. Annemler rahat ettirmeye çalışırken biz de onu inceliyorduk. Başına çattığı bir örtü vardı, çatkı derlermiş onlar bu örtüye, önce başının etrafına gelişigüzel doladığı bir eşarpla saçlarını yala çalap örtmüş, sonra teyzemin migreni tuttuğunda alnını sıkarak bağladığı bez gibi bağlamıştı çatkısını örtünün üzerine. Altından, evvelden sarı olduğu ama şimdilerde kırlaşmış örgülü saçları gözüküyordu. Gözkapaklarının çöküklüğü hayattan bezmiş bir ifade veriyordu ona sanki. Gözlerinin ucundan yanaklara, burnunun kenarından ağzına doğru inen çizgiler son derece keskinleşmiş, kırışıklıklar nerdeyse her yanını kaplamıştı. Zaman pek acımasız davranmıştı bu teyzeye. Bir annemlere bakıyor, bir de teyzeye bakıyorduk, anneannemin cildi bile o kadar yaşlı olmasına rağmen, bu teyzenin ki kadar kırışık değildi. Cildi hem çok kararmış hem de çok derin kırışıklıklarla kaplanmıştı. Daha sonra anneannem açıklamıştı, köyde yaşam kolay değildi, bütün gün güneş altında, toprakla çalışmak insanın cildini çabucak ihtiyarlatıyordu. Ama öyle güzel bir gülüşü vardı ki, biraz mahçup biraz tedirgin, biraz çocukcasına bir gülüş. Üstelik güldüğü zaman gözleri de gülüyor, insana sanki ailesindenmiş gibi bakıyordu, sevmiştik gözlerinin içinin gülmesini…Garip bir bakış vardı teyzenin gözlerinde, sanki asırların ötesinden bakıyor gibi flu, bulanık, buğulu, sanki içine girsem çok uzaklara gidiverecekmişim gibiydi, baktıkça bakası geliyordu insanın.
Yok evladım, kimim kimsem yok. Ezelden beri yalnızım. Hem sandığınız kadar da yaşlı değilim haaa, sadece hayat yoruyor işte insanı.
Üzerinde rengarenk küçücük mavili kırmızılı çiçek desenli ve ağ kısmı yerlerde kocaman bir don vardı ki sonradan bunun adının “şalvar” olduğunu öğrenmiştik… Üzerinde ise solmuş mavi renkte bir yelek ve içinde yeşil bir mintan… Ayağındaki siyah lastikten ayakkabıları ise, ki onun da adına mes deniyormuş oralarda, pek garipsemiştik ama sevmiştik bu teyzeyi… Bizim için bulunmaz bir hazineydi o, şehirde nerde böyle teyzeler… Bu arada kardeşim, teyzenin elindeki sepetten yere düşenleri toplayıp getirmişti, baktık ki bir sepet dolusu “siyah incir”
Aaaa ne kadar da severim siyah inciri deyivermişim…
Teyze de, al kızım, madem çok seviyorsun, al ye demez mi!
Annemin ama en çok da anneannemin kaş göz işaretlerine rağmen bir tanecik aldım ama aldığıma pişman olarak. Sonradan açıklayacaklardı bana, kadıncağız o incirleri satarak geçimini sağlıyormuş, öyle hepsini almak olmazmış, haklıydılar ne diyeyim, nerden bilebilirdim ki ben! Çocuktum en nihayetinde… Ama teyzem de anlamıştı beni, gelin bakayım buraya diye çağırdı bizleri, Ne şeker şeylersiniz siz bakayım, çok mu seviyorsunuz inciri, o zaman sizi benim bağa götüreyim de doya doya yiyin e mi! deyiverdi bir çırpıda…
Ellerimizi deliler gibi çırparak n’olur, n’olur gidelim diye tempo tutturduk, tamam dedi anneannem, o zaman çocuklar gitsin, başınıza da dayınızı alın yalnız, öyle yalnız olmaz deyip izni verdiler… Şehirde karşımızdaki bakkala bile yalnız göndermeyen annemin sessiz kalmasına şaşırmıştım ama dayım sonradan izah etti tabii. Buralar sizin o korkutucu şehrinize hiç benzemez yeğenim, bura insanı gördüğün gibidir, hele bu teyzelerimiz yok mu, onlar toprağın emekçileridir, anneanneniz bilir, tanır onları ama yine de tedbiri elden bırakmaz, beni de katık eder yanınıza deyip gülüverdi kıkır kıkır.
Teyzenin adı “Durdu” idi, ne kadar garip bir isim, niye bir çocuğa Durdu ismini koyarlar ki diye düşündüm çocukça aklımla. Neden? Durdu teyze oflaya, puflaya oturduğu yerden kalktı, Gelin bakayım iki yanıma, bana destek olan çocuklar diye yanına çağırdı bizi, biz de büyük bir iş yapabilmenin gururuyla hemencecik koştuk Durdu teyzenin yanına ve çıktık yola… Oturduğumuz yerin hemen arkasındaki asfaltı geçip yeşil ormana dalınca baktık ki etrafta minik minik bir sürü patika, birine daldık, hafif meyilli, başladık çıkmaya. İlk defa böylesine büyük bir ormana giriyorduk. Her yer zeytin ağacıyla kaplıydı, o kadar iç içe geçmişlerdi ki güneş ancak ağaçların izin verdiği aralıklardan toprağa bir sülün gibi süzülüyor ve etrafa büyülü bir hava veriyordu. O büyü Durdu teyzeyi de etkilemişti galiba, sahilde yorgun argın, yaşlı görünüşlü teyze gitmiş, yerine cıvıl cıvıl sohbetiyle, insanı sımsıcak saran bir genç kız sesiyle, canlı ve esnek hareketleriyle bambaşka biri gelmişti sanki. Bir yandan hayretle onu izliyorken, bir yandan da aklıma gelen Hansel ve Gratel masalını kafamdan uzaklaştırmaya çalışıyordum, ya kaybolursak?! Ama sonra Huckleberry Finn geliyordu aklıma, tekrar neşeyle sohbete dahil oluyordum. Bazen duyduğum bir çıt sesi ile irkilip kardeşime ilerdeki ağaçların ardından kurt var mıdır acaba diye sorsam da, yok o ayıdır, ayı cevabını alınca da ne yapacağımı bilmeden Durdu teyzenin dibine giriveriyordum. Öyle sohbet ettik ki yolumuz bitmeyecekmiş gibi, öyle çok güldük ki ne çabuk vardık der gibi geldi bize yolculuğumuz, bir bakmışız ki gelmişiz. Sonunda kırılmış dalların bir araya getirilmesiyle yapılmış derme çatma bir kapıdan geçip teyzenin arazisine vasıl olduk. İlerde tek katlı, kerpiçten yapılmış, damında sazlar atılı evin önündeki asmadan çardağın altına Ohh deyip atıverdik kendimizi cumburlop. Aman Allahım neydi bu güzellikler! ikimiz de aynı anda basmıştık çığlığı… Çardaktaki asmayı görseniz… Neredeyse oturduğumuz yerden yiyebilecektik üzümleri. Sonrası malum, incir ağaçlarının yerini gösterdi teyzemiz, biz ağaca tırmanırken o da soğuk ayranları ve haşladığı mısırları servis etmişti bile… İncire tırmandığımızda görmüştük asırlık kara dutu da. Off ya, burası cennet olmalıydı, Durdu Teyze de bir melek! Kadıncağız fakirdi fakir olmasına ama gönlü zengindi işte, elindekini bizle paylaşıyordu…
Karnımız, gözümüz ve gönlümüz doymuş vaziyette tekrar uzandık çardağın altındaki sedire en sonunda, bu arada akşam olmaya başlamış, hava hafif hafif kararmaya başlamıştı, canımız hiç gitmek istemiyordu, Durdu teyze öyle hoş sohbetti ki…
Beğendiniz mi buraları bakayım gı? diye sordu Durdu teyze. Buralar sihirlidir, ormandaki her canlı sizi dinler, size eşlik eder, sizin kalbinizi görür, ona göre cevap verir. Bu topraklar kadim topraklardır bilir misiniz?
Nasıl yani? Kadim de ne demek?
Tabii nerden bilecek bu gariban şeerli kızanları kadimi madimi. Gıı hiç mi anlatmaz ananız, babanız size bu toprakların tarihini, geçmişini. Yazık pek yazık…
Derin bir iç çekti, soluğunun sesinden sessizliğe durmuş ağaçların yaprakları titredi… Tekrar bir iç çekti, gözlerini yere dikti, duydunuz mu erenler, nasıl olacak bu iş, nasıl duyuracam ben sesinizi! diye toprağa nefesini verdi. O nefesle toprak canlandı, göle düşen bir taşın yarattığı dalgalar gibi bir dalga yerden yükselip saçımızın dibine kadar içimden geçti, öyle bir titredim ki, dişlerim tıkırdadı. Biraz evvel hiç görmediğimiz köylü kadını gitmiş, dedem gibi derin derin konuşan, konuştuklarını da anlamadığımız garip biri gelmişti yerine. Hem şaşırmış, hem de tedirgin olmuştum. Kimle konuşuyordu acep? Tam da o sırada gözlerinde garip bakışla Durdu Teyze döndü, öyle bir baktı ki bana, zaman durdu, ben durdum, o durdu… Ağaçların arasından süzülüp gelen bilmediğim bir dilde söylenen fısıltılar gelip alnımın ortasından bedenime, oradan kalbime indi. İner inmez bir ışık parladı gözümün önünde, baktım yerdeyim. Kızım n’oldu sana, birden çığlık atıp yere düştün derken dayım, bir yandan da korku dolu gözlerle ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Bilseydim söylerdim, söylemez miydim yoksa?
Gııı niye düştün sen bakayım sedirden, az kıpraşma bir bakayım orana burana, çizilmesin bir tarafın, sonra anneannenden azar işitmeyelim. Hoop iki adım ileri, bir adım geri… O ahretlik teyzeler gibi bilge kadın yine kaybolmuş, tatlı, sevimli köylü kadını geri gelmişti. Yok bir şeyim, korktum galiba, kadim madim deyince…
Evladım, sen yaşayanlardan kork. Ne varsa hep onlarda var, onca kötülük, onca yalan, onca vefasızlık. Kalbi kara bağlamış, gözü para hırsıyla dönmüş insanlardan kork esas. Bu topraklarda asırlarca önce yaşamış insanların ruhları yaşıyor. Onların evlerinin üzerine örtülmüş narin bir yorgan gibi bu topraklar, kök salmış bu ağaçlar, yeşermiş, yükselmiş. Onlar artık edebi uykularında, yuvalarındalar, korkma. Onlara kulak verir, onların ruhlarını incitmezsen onlar da sana doğanın en cömert halini sunarlar merak etme. Bak siz de onların böğründe yetişen meyvelerle canınıza can, kanınıza kan kattınız. Sizi kabul ettiler, ne mutlu size, herkese nasip olmaz böylesi.
Hani bugün sizin denize girdiğiniz, benim de gelip önünüze boş bir çuval gibi serildiğim kumsalın sağ tarafında, yani yolun bu tarafında bir zamanlar Thessalia’dan göç ederek buraya gelen Dolionlar tarafından kurulan Kyzkos Antik Şehri bulunmaktaydı. Thessalia, yani Yunanistan, sen sormadan söyleyeyim. Antik çağda Miletoslar tarafından Mysia bölgesi denilen burada kurulmuş Kyzikos kenti, yani üzerinde oturduğumuz şu kalıntılar. Argonautlar efsanesinde yer alır. Büyük İskender bile gelmiş buralara.
Aaa…Teyze sen nerden biliyorsun bunları, tarih kitaplarımızda yok bunlar… Dayım merakla sormuştu.
Yaşadığınız yeri tanımadan, bilmeden nasıl buralıyım dersin kızanım, ne eksiklik. Her şey unutulur kızanım. Bu dünya kaç günlük bir dünya sanıyorsun. Nice medeniyetler, nice insanlar gelip geçmişler. Bu topraklar kaç kat tarihle beslenmiş, üzeri örtülmüş. Bu güzel şehir de bir zamanlar çok önemli bir şehirmiş. Döneminde altın paralar basıldığını, üzerine de 200’den fazla simge vurulduğunu, üzerlerinde de en çok şehrin simgesi olan Ton Balığının ile Herakles, Nike, Zeus, Gorgon başı, Athena başı, Satyr gibi belli başlı simgelerin yer aldığını bilirim. Helenistik Çağ’da ve Roma zamanında, sanatta ve mimaride özellikle de heykeltıraş alanında erişilmez bir seviyeye ulaştığını da. Zeytinyağı, şarabı ve parfümleri ile de oldukça meşhurdu burası. Ah o parfümler, kokusunu unutmak mümkün mü!
Şaşkın şaşkın Durdu teyzeye bakar olmuştuk. Karşımızda sanki TRT televizyonundaki spikerlerden biri vardı, öyle bir konuşuyordu ki sanırsın profesör. Hem nerden bilebilirdi ki kokusunu parfümlerin ya da şeklini altın sikkelerin? O ise muzip muzip bizlere bakarken birden ciddileşmiş ve yüzünü kederli bir hüzün sarmıştı. Derin bir iç çekti, etraftaki zeytin ağaçlarınn yaprakları tir tir titredi sanki. Öyle bir sessizlik oldu ki, kara incirlerin altından süzülen incimsi beyazlıktaki sütlerin, toprakla buluştuğu anın yansımaları toprakta dalga dalga yayıldı, gelip içimize ince bir sızı sapladı.
Ah dedi teyze, Ah…. Öyle depremler yaşadı ki bura halkı, o güzelim şehri terk etmek zorunda kaldı halkım en sonunda. Çoğu Erdek’e göç etti, bizi de kendi kaderimize terk etti. Şu anda fakirhanemin de bulunduğu ve üzerinde oturduğunuz bu kadim toprakların, etrafımızı sarmış olan bu zeytin ormanının, bu yeşil denizin altında aslında Balkız Harabeleri ve nice kalıntılar var biliyor muydunuz? O depremde hayatını kaybeden nice kardeşimin ruhu, hayalleri, ümitleri, aşkları, sevdaları hepsi o kalıntılarla birlikte gömüldü tarihe.
Tedirginlikle etrafımıza bakındık. Zaten hava kararmış, ağaçların arasındaki her gölge bize farklı görünürken bir de ölü insanların gömülü olduğu bir yerde oturduğumuzu düşünmek oldukça korkutucu gelmişti bize.
Yok yok korkmayın yavrularım, asırlar önce olup bitmiş, her şey toza toprağa karışmış, üzerinde nice hayatlar yaşanmış bu kadim topraklarda artık buralarda sadece Balkız efsanesi yaşıyor bir de o efsaneye eşlik eden ağaçlar, zeytin ağaçları, incirler ve niceleri…
Efsane mi, ne efsanesi… Birden korkumuz gitmiş, heyecanlanmıştık. Huckleberry Finn hayranı iki kardeş olarak kitaplarda nice maceralara çıkardık ama ilk defa önümüze bizim de kahraman olacağımız bir masal yazılıyor gibi gelmişti bana nedense. İçim kıpır kıpır, ne efsanesi diye üsteledim. Olmaz çocuklar, hem hava da kararıyor, artık efsaneyi de sonra dinlersiniz, bizimkilerin yanına gitmemiz lazım, hem merak etmişlerdir bile bizi. Şimdi gidip bakalım o harabelere desem, Huckleberry’liğimiz de işe yaramayacaktı desenize.
Dur kızanım, dur, şimdi akıllarında kalır, çabucacık anlatıveriyim bari. Siz dedi Bilir misiniz buraya neden Balkız diyorlar? Birbirimize baktık boş boş, yoo bilmiyoruz.
Bu bölge daha çok Belkıs Harabeleri diye anılır, ama bura halkı Balkız der durur. Saba melikesi Belkıs’tan dolayı dendiği düşünülse de aslı öyle değil elbette. Hiçbir yerde de niye böyle söylendiği hakkında bilgi bulamazsınız aslında. Sadece 1837’lerde buraya gelen bir İngiliz seyyah, William John Hamilton, bahsetmiş Balkıs’ın kim olduğundan.
Kimmiş peki, hadi anlat, kimmiş?
Bir zamanlar Kyzikos’da hüküm süren kralın çok güzel bir kızı varmış. O kadar güzelmiş ki bölge halkı özellikle Türkler “tatlı” ve “kız” anlamında ona “Bal-kız” adını yakıştırmışlar, çok sevilirmiş, vefat edince de buraya gömmüşler. Aslı Belkıs imiş ama halk arasında Balkız olarak yerleşmiş ve anılmış. Zaman içinde Kyzikos adı unutulmuş, Balkız ya da Belkıs olarak anılmaya başlamış burası. İşte efsane de burada başlıyor işte. Hakkında bir çok rivayet var aslında, hangisi doğru onu ancak kendi bilir elbette ama biz ı…ıhh… Ama Balkız’ın hala yaşadığı ve bu harabelerin içinde bir görünüp bir yok olduğu.
Dedim ya eskiden Kapıdağ bir yarımadaymış ve iki krallık varmış iki yakasında. Kyzikos ve Erdek krallıkları. Kapıdağ kralının oğlu çok yakışıklıymış, Balkız da dünyalar güzeli bir kız. İkisi de denizde olmayı, kayıkla gezmeyi çok severlermiş. Kader bu ya bir gün karşılaşmışlar. Güneş öyle bir vurmuş ki kalplerinin üstüne, kalpleri ateşten kora dönmüş, o anda gönülleri birbirine düşmüş ancak iki baba da küsmüş, o yüzden görünmemek için geceleri gizlice buluşmaya başlamışlar. Bir gece büyük bir fırtına çıkmış ve Balkız’ın gözleri önünde prensin kayığı sulara gömülmüş. Balkız sevdiğini kurtarmak için prensinin suda kaybolduğu yere doğru yürümeye başlamış, o yürüdükçe bedeni eriyip kum haline geliyormuş. Bandırma’dan gelip Erdeğe giderken geçilen o incecik boğaz, iki yanı deniz olan, bir yanı hırçın dalgalarla boğuşurken bir yanı asude duran o incecik kumlu kumsal aslında Balkız’ın dillere destan incecik beli gibidir, ha koptu ha kopacak kadar dar bir bölgedir. O yumuşacık kumlar da Balkız’ın gözyaşları ve denizde eriyen bedeninden arta kalanlar. O yüzden burası gündüzleri hep asude, geceleri ise gizemli ve korkutucudur. Sabahları hep puslu başlar insanlar güne, sonrasında Balkız’a sevgilerinden güneş ışıldar, sakinleşir , durulur saygıdan.
Burayla ilgili bir de başka bir efsane var dilden dile dolaşan. Sözde, buralarda en yaygın olanı ise şu: Harabelerin içinde saklı bir mağara varmış. İşte o mağarada yaşıyormuş Balkız. Mağara o kadar büyük ve derindeymiş ki, içeriye girebilenler ya hiç dönmüyor, ya da dönse bile artık aklı başında olmuyormuş.
Girmesin o zaman kimse! Hem bir insan o kadar uzun yaşar mı?
Dayısı, iş öyle değil, sen bilirsin, duymuşsundur, buradaki köylüler pek bi meraklıdır hazine avına, altına. Hazine var dedin mi buradaki erkeklerin topu kahraman kesilir, alır eline baltayı, küreyi çıkar hazine peşine bilmen mi! Efsane bir kez yayılmaya görsün, çevre köylerden, illerden çok gelen oldu buralara, az ağaçlar, az topraklar eşelenmedi, az kayalar parçalanmadı buralarda. Yazık hazine bulacağız diye o güzelim kalıntıları da parçaladılar, kullanılmaz hale getirdiler. Her yerden fışkırıyor tarih, ee cezbediyor tabii insanları ama bilmiyorlar hazinenin ne olduğunu? Herkesin hazinesi kendi aklına göre değil mi!
Neyse, mağaraya girip de en derinlerdeki boşlukta saklı onca altını ve göz kamaştıran mücevherleri görünce bizim garibanların feleği şaşıyormuş. Hazineye ulaşmanın yolu aslında basitmiş, sesini çıkartmadan şükredip gerekli olanı alıp gitmek ama bugüne kadar bunu becerebilen çıkmamış. En son bir adam çıkmayı başarabilmiş o da kafayı yemişmiş. Durmadan gülüyor, Balkız’ı gördüğünü, kızın onu mağaranın içine doğru çağırdığını, onu takip edip de ilerleyince yığınla duran altınları ve mücevherleri gördüğün, sevinçten deliye dönüp çığlık atıp güldüğünü, gülünce Balkız’ın ve hazinenin kaybolduğunu, ortalığa bir sisin yayıldığını, bayıldığını ve uyandığında da kendisini mağaranın dışında gülerken bulduğunu söylüyormuş herkese. Köyün delisi deyip geçiyorlar ama gerçek bu.
Aslında Balkız’ın tek istediği ata topraklarına hürmetle davranılması, hazineyi bulanın tamah etmeden kendisine yetecek kadar olanı almasıymış. Bir de bunu başarabilecek kalbi güzel, ruhu güzel birini bulmak. Keşke diyormuş keşke yettiği kadarını alabilseler, o zaman ben sererdim hazineleri önlerine. Ama bu dileği bu güne kadar hiç gerçekleşememiş. Bedeni gibi, ruhu da buraya bağlanan güzel, tatlı Balkız’ın ruhu bir türlü huzur bulmamış. Gündüzleri bu ormanlarda dolaşıp gezer biliyor musunuz, bazen bir ağacın arkasında, bazen bir dere kenarında onun tatlı, yumuşak sesini duyabilirsiniz. Herkese duyurmaz kendini, hele para için gelenlere hiç.
Balkız için anlatılan bir hikaye daha var, hadi onu da anlatayım size. Dediğim gibi Balkız çok güzel, çok tatlıymış. Herkes onunla evlenmek istermiş. Kral olan babası da kızına talip olan iki kişi üzerinde karar kılamamış bir türlü, ikisi de mimarmış çok maharetlilermiş. biri kent için su yolları ve kemerler yapıp kente su getirmiş diğeriyse görkemli bir tiyatro yapmış. Sonunda kararsız kalmış ve iki damat adayını da kırmamak için kızını belinden ikiye ayırıp onlara vermiş, onun için de Bel.kız diyorlarmış. Biliyorum biliyorum sevmediniz bu hikayeyi, hoş ben de sevmedim, ne biçim bir baba o öyle, zaten Akdeniz bölgesindeki Belkız için söylendiğini aktardı kadim büyükler, o yüzden söylemedim sayın.
Düşünsenize belden kesik bir kız hoop diye karşına çıkıyor mağaranın en karanlık yerinde, kim korkmaz ki dedi dayım bilgiçlikle.
İşin sırrı da burada değil mi zaten yiğenim! Onu o haliyle görüp de korkmayan ve onu olduğu gibi kabul eden zaten bütün hazineye kavuşacak yavrum. Hepsi bir illüzyon aslında. Hoş bizim hikayedeki Balkız tatlı, sevimli bir kız, öyle kesik mesik değil ama sessiz. İstiyor ki insana değer versin karşısındaki, paraya değil, tamah da etmesin. Özünü görebilseydi hazine arayanlar, ne kadar uzun zamandır onun beklediğini görebilselerdi hazinenin aslında Balkız’ın kalbinde olduğunu da görebileceklerdi ama nerde?
O kadar üzülmüştüm ki Balkız’ın yalnızlığına, sevgisiz kalışına iki damla yaş akıverdi gözlerimden sessizce yanaklarıma. Kimse görmesin diye sessizce başımı ormana çevirdiğimde kardeşimin de öylece üzgün üzgün oturduğunu gördüm olduğu yerde. Ne kadar sakınsam da, Durdu Teyze görmüştü gözyaşımı, Ah canım n’oldu şimdi, niye ağladın sen bakayım diyerek şefkatle sildi yanaklarımı sonra da. Yaşım belki küçüktü küçük olmasına ama Balkız’ın kaderi beni üzmüştü işte, içime dokunmuştu, insanlar sevgi yerine nasıl parayı tercih ederdi, hiç anlamayacaktım.
Kendimi Balkız gibi hissettim bir an için, kendimi onun yerine koydum Durdu Teyze ve onun sonsuza dek sürecek yalnızlığını hissettim, çok üzdü bu beni, yaraladı derinimden dedim göz yaşları içinde. Durdu Teyze, şefkatli bakışlarıyla dikkatli dikkatli gözlerimin içine baktı ve üzülme, o kendini sevenleri bilir, hisseder, o kadar da yalnız değil, emin ol dedi sonra da gizemli gizemli.
Anlatılan hikayeden midir yoksa akşamın çökmesiyle ortaya çıkan sessizlik ve ağaçların hışırtısından oluşan serin mi serin havadan mıdır bilinmez, içimiz şöyle bir ürpermişti doğrusu. Nasıl gidecektik şimdi geriye! Karanlık olmuştu işte. Durdu Teyze yüzünde muzip bir gülümseme, korkmayın evlatlarım, size bir şey olmaz, kime zarar gelmiş ki ölülerden, ben şimdi elinize bir fener veririm bir de yanınıza, Çomar’ı katarım, çabucacık gidersiniz ailenizin yanına…
Peki sen deyince öyle bir güldü ki, neşesi ortalığı aydınlattı sanki.
N’olmuş bana, ben bu toprağın evladıyım yavrum, kimselerden korkmam, doğada tek başımayım, doğa bana saygılı ben de doğaya… Ben onu koruyorum o da beni, vaktim gelene kadar burada yaşayacağım, yazları da size incir getirmeye devam edeceğim…Sizin gibi kalbi sevgiye açık çocuklara da Balkız’ın hikayesini anlatmaya devam edeceğim… Artık yolu öğrendiniz, sizi hep beklerim tamam mı, deyip kardeşimle benim elime bayramlarda verilenler gibi oyalı mendilden minik bir bohça tutuşturdu, yanaklarımızdan öptü, bizi yolcu etti…
Kalbimiz ağzımızda koşar adımlarla indiğimiz yarı loş ormandan asfalt yola ve ordan da yakamozların altında pırıl pırıl parlayan denize ulaşınca kalbimizin çarpıntısı yavaş yavaş dinmişti… Bizimkiler de merakla yola bakıyor, nerde kaldınız der gibi kaş göz çatıyorlardı… Evde anlatırız deyip alelacele toparlandık ve daha önceden anlaştığımız minibüsün gelmesiyle eve doğru yola çıktık.
Eve vardığımızda soyunup dökündük, duşumuzu aldık, çayımızı koyduk ve salonda başladık heyecanlı heyecanlı başımızdan geçenleri anlatmaya… Bizimkiler de bir yandan şaşkınlık bir yandan tedirginlik içinde dinliyorlardı maceramızı…
Vay be, demek neler oluyormuş da bizim haberimiz yokmuş, şehrin içinde bu tip masallardan uzak yaşıyor, macerayı kaçırıyormuşuz diye söylendi dedem sigarasını tüttürürken.
Ne macerası, düpedüz delilik bu, ne işi varmış çocukların yıkıntılarda, tehlikeli işler bunlar, ya düşseler bir kuyuya falan, haberimiz olmazdı vallahi diye söylendi anneannem de.
Sahi ne verdi bakayım Durdu Teyze size diye sordu annem kardeşimle bana, bi koşu gidip getirdik ucuna sıkı sıkıya düğüm atılmış mendillerimizi ortaya… Annem bi telaş bi merak açıverdi benim mendilimi ki o da ne, mendilin ortasında küçük ama pırıl pırıl parlayan altından bir para duruyordu, diğerinde de öyle. Şaşkınlıktan dilimiz tutulmuştu.
“Bu da ne?” diye sordu annem bize dönerek.
Ne bileyim anne, giderken elimize tutuşturdu işte dedik biz de.
Seninkinde ne var, aç bakayım dedi annem kardeşime sonra. Bir heyecanla açtık mendili, ama ondan çıkanlar fındık, fıstık, çikolataydı.
Elden ele gezen altın renkli paranın gerçekten altın olduğunu anladılar sonunda ve de bu zamana ait olmadığını. Herkes şaşkındı. Herkes bir hikaye uydurmaya başladı sonra. Durdu Teyze de gitmişti harabelere ve orda bulmuştu bu altın sikkeleri belki de. Belki de sahteydi, kim bilir?
Ama olmaz, eğer gerçekse kabul edemeyiz bunları, yarın ilk işimiz götürüp geri vermek ve teşekkür etmek olmalı dedi annem sonra…
Yeter, yarın gider sorarız Durdu kadına, olmadı kuyumcuya sorarız gerçek mi değil mi diye son sözü koydu dedem sonunda…
Biz ne kadar itiraz etsek de karar verilmişti bir kez. Hayal kırıklığı ile yattık ilk defa yatağa. İçimden sahte çıksın diye dua ederek daldım uykuya. Uykuda Balkız’ı, harabeleri, Durdu Teyzeyi gördüm, dönüp durdum yatakta. Sabah olduğunda ilk defa isteksiz hazırlandık, zorla çıktık yola, Balkız sapağına gelince indik aşağıya, bu defa hep birlikte çıktık aynı yolu, maaile… Ama git babam git, hiçbir yere varamıyorduk, ne girdiğimiz kapı, ne gittiğimiz ev, hiçbiri yoktu ortalarda, yol doğruydu bundan bir kuşkumuz yoktu yok olmasına da Durdu Teyze ve evi nerdeydi? Birden ilerden ellerinde kürekler iki üç kasketli köylü tipli adamlar belirdi… Kısa bir hasbıhalden sonra onların da harabeleri aramaya gelen defineciler olduğunu öğrenmiştik öğrenmesine de “Durdu Teyze” diye birinin hiç olmadığını da öğrenmiştik iki lafın arasında. Böyle biri yoktu, hiç olmamıştı, ne evi, ne incirleri, ne çomar hiçbiri yoktu işte… Ne kimseler duymuş, ne de görmüştü.
Nasıl olur, daha dün akşam onunlaydık, aşağı yoldan girdik, 100-200 metre falan yürüdük, onun evinde oturduk, sohbet ettik, doğduğundan beri burada yaşıyormuş, yalnız, imkanı yok nasıl tanımazsınız? diye üsteledik üstelemesine de adamlar Nuh diyor peygamber demiyorlardı…
Yoksa siz de mi inlere, cinlere karıştınız. Yok diyoruz burada böyle biri! Bu bölgede kimse yaşamaz, tekin değildir burası, efsaneyi duymuşsunuzdur mutlaka, o yüzden tek başına kimse gelmez buralara, bir de Belkıs’ın ki biz Balkız deriz, bazen sevdiklerine gündüzleri gözüktüğü olurmuş, sizin gibi arada bir burada biriyle tanıştığını ve yaşadığını iddia eden insanlar olagelmiştir eskiden beri, öyle söylerler… Ödü patlar bizim köylülerin… Ecinnilere mi karışmış acaba diye korkarlar… Demek size de göründü ha! Bazılarına genç kız gibi görünürmüş ama size yaşlı bir köylü kadın gibi gözükmüş, belki de korkmanızı istemediğinden, belki de…. bilemem bunlar netameli işler, tırstım ben arkadaşlar, vazgeçelim bu sevdadan, ben köye dönüyorum dedi içlerinden en yaşlı olanı…
Biz yaşadığımız ya da yaşadığımızı sandığımız o anları düşünürken incir ağaçların oradan hafif bir meltem gelip sanki saçlarımı okşadı gibi geldi bana birden… O tarafa döndüğümde ağaçlardaki incirlerin ucundan akan inci beyazı sütlerinde Balkız’ın gözyaşlarını görür gibi oldum, ben de ağladım yalnızlığına sessizce…Derken yumuşak, şefkatli bir gülüş duyuldu, havalanan kuş seslerinin ve hışırdayan yaprakların arasından, ohh içime gökkuşağı doldu aniden. “Balkız” mıydı bizimle konuşan, yalnızlığını paylaşan, “Durdu” Teyze miydi yoksa zamanı durduran! bilinmez ama bu dünyanın en güzel hazinesinin güzel bir kalbe sahip olmak olduğunu öğrenmiştim sayesinde. Tasavvufta bir söz vardır: “Esmada kalma, müsemmaya gel” diye. Güzel bir hediye almıştım zamandan. Dışını değil, özünü görmeliymiş insan, hem kendinin hem karşısındakinin. Gelmiştim sonunda yolun başlangıcına.
Hoşça kal Balkız, bırak insanlar kendi yolculuğunu kendileri tamamlasın, herkesin hazinesi kendine olsun. Sen de artık huzurla var git yoluna, ruhun şad olsun sonunda.
AYŞEN CUMHUR ÖZKAYA