Bilemiyorum! Çok zaman olmuştu, o lanet yaratık benimle hiç ummadığım bir biçimde hesaplaşıp gideli… O zamanlar her şey şaşkın bir anıma, daha doğrusu sözcüğün tam anlamıyla zayıflığıma denk gelmişti.
Ancak, son sözün söylenmediğine ilişkin kuşkular hep vardı içimde. Bir gün yollarımızın yeniden kesişeceğini duyumsuyordum.
Nerede mi? Ne zaman mı? Baştan sıkıştırmasanız beni… Hangi cehennemde mi karşılaştık onunla? (Belki de cennette…) Tamam, bırakın da anlatayım.
Tüm bunların benim başıma gelmesine inanmakta güçlük de çeksem, sonuçta o yaratığın insanın zayıflıklarından yararlandığına hiç kuşku yok. Örneğin, körkütük aşık olmak. Her ne kadar aşk günümüzde hormon kimyasının bir azizliği olarak anlaşılma yolundaysa da, sonuçta kafamızın karıştığı ve mantıklı düşünemediğimiz de bir gerçek. İşte böyle bir zamanda devreye giriverdi o uğursuz!
Nasıl mı? Bunu daha önce anlatmıştım size, unuttunuz mu yoksa? Doğrusu bir öykü anlatıcısı için en acı veren olay budur. Anlattığı bir öykünün unutulması…
Neyse canım, pek kapris yapmaya niyetim yok, kısaca özetleyivereyim.
O lanetli yaratık, (Hadi adına Mefisto diyelim, düpedüz şeytan aslında…) benim son derece çaresiz ve mutsuz olduğum bir anımda yardım etmek istedi. Sevgilim çok gençti ve ben onunla “mezuniyet balosu”suna gidemeyecek denli yaşlıydım. Ruhumun satışı karşılığında kırk sekiz saatlik gençlik istedim ondan. (Baloda eşi olmak ve balodan sonra da onun olmak için. Ne saflık!) Kanla imzaladığımız antlaşmaya sadık kaldı aslında; bana istediğim gençliği verdi ihtişamla, ancak…
Lanet şeytanın bana verdiği gençliği birinden ödünç aldığını bilemezdim elbette. Anladığımda zaten çok geç olmuştu. Balo gecesi genç bir kız olarak, büyük bir hazla elimi elinin içine bıraktığım sevgilime bakmak için kaldırdığım gözlerim, dehşetle açılmıştı. Karşımda, o taptığım genç adamın yerinde, saçları dökülmüş, buruşuk suratlı yaşlı birini bulmuştum…
O günden sonra onu ne aradım ne de hesap sordum. Önceleri korku, hırs ve nefret bir yumaktı içimde. Zamanla sıcaklığını yitirdi, her şey gibi. Aşk da bozulan kimyamın sonucu kendisine başka kapılar aramaya koyuldu. Beni endişelendiren anlaşma zaman zaman aklımı kurcaladıysa da hayhuy içinde unuttum gitti. Ruhum da yerli yerinde duruyordu zaten…
Ta ki bu yıl opera mevsiminde sahnelenen o gösteriyi duyuncaya değin. Ne alakası var, diye düşünebilirsiniz. Ancak bu yeni yaşantımda tüm dünyadaki önemli temsilleri izleyen ve beni de yanında götürmeyi çok seven biri olunca… Evet, kim olduğunu asla tam olarak öğrenemediğim, ancak bana sunmuş olduğu maceralı ve hoş yaşamı kabul ettiğim birisiyle birlikteydim. Bir centilmen, tam beyefendi. Hakkında tuhaf ve alışılmadık dedikodular olsa bile, sonuçta bunlar beni fazlasıyla bağlamıyordu. Efendim? “Ne gibi” mi? Evli olduğu gibi, örneğin… Aslında bir devlet dairesinde sıradan bir memur olduğu gibi. Oysa, onunla paylaştığımız opera sanatı hakkında öylesine derin bilgilere sahipti ki, sanat üzerine eğitim aldığından hiç kuşku duymazdınız. Gerçi, bir kez bile olsun bunca donanımının kaynağı üzerine bir açıklama veya okul adı vermemişti ama… Üstelik bizim opera seyirciliğimiz, sadece ülkemizle sınırlı kalmıyordu. İnanılmaz bir zenginliğe sahip olmalıydı ki, (Kaynağını ve gerçekten ne iş yaptığını da benimle paylaşmıyordu) biz dünyanın ünlü merkezlerinde opera gösterilerini de izliyorduk. Bazen çok önemli bir temsil için yirmi dört saatliğine Paris, Londra, Venedik, Milano gibi kentlere gittiğimiz oluyordu. (Ha, unuttum sanırım, özel bir jeti vardı…)
Tek tutkumuz operaydı. Onun dışında ne tensel bir ilişki ne de benzer bir beraberlik. Bir tek şunu belirtebilirim; gösterilerden önce veya sonra yine opera sanatçılarının rağbet ettiği mekanlarda nefis yemekler yer ve nadide içkiler içerdik. Doğal olarak, masamızdaki konular hep opera üzerine olurdu yine.
Geçen şubat ayını asla unutamam. Venedik Festivali dolayısıyla birbirinden güzel dansların, konserlerin sokaklarda bile yer aldığı günlerde, “Rigoletto” operasını izlemek üzere bu düş kente gelmiştik. Niyetimiz yirmi dört saat kalıp gitmekti. Ancak karnavalın ateş renkleri bizi baştan çıkartıp kışkırtınca, ilk kez opera dışında bir şeyle meşgul olup, biraz daha kalmıştık buralarda… Sokaklarda renk renk maskelerle dolaşan kalabalık nasıl da mest etmişti beni, anlatmaya sözcüklerim yetmez.
Evet, bu renkli yaşam içinde geçmiş yılların ardında kalan o lanet yaratık, artık benim için bir düş olmaktan öteye geçmiyordu. Ancak o akşam televizyonda verilen iki satırlık haber, yeniden bazı şeyleri anımsamayı getirdi beraberinde.
Londra Covent Garden’da yer alan tarihi binada, Kraliyet Operası’nın sergilediği yeni bir temsildi söz konusu olan. Muhteşem gala ve sonrasında birkaç performans daha gerçekleştirilmiş ve büyük beğeni almıştı. Bir süre daha devam edecekti.
Bizde haber olmasının en önemli nedeni ise başrollerden birini paylaşan baritonun buralı olması ve yabancı bir ülkede kazandığı başarıydı. Baritonun adına dikkat ettim; canlandırdığı kişi bana öylesine bir çağrışım yaptı ki, bir anda tüm dikkatim oraya yöneldi. Yeni sergilenmekte olan yapıt, Goethe’nin ‘Dr. Faust’ adlı yapıtından uyarlanmış bir müzikaldi ve ‘Mefisto’ rolünü de bu yerli bariton canlandırıyordu…
Akşam çalan telefonum gösteri için iki biletin hazır olduğunu, sadece, tarihinin ne zaman olacağı konusunda benim fikrimi soruyordu. İlk kez karışık duygular içindeydim. Yıllar önce yaşanan o acı ve endişe, sanki geri geliyor gibiydi. Biliyorum bunu düşünmek saçmaydı, üstelik bunu arkadaşıma da açıklayamazdım. Anlamasını beklemek? Aslında her şey baştan aşağı tuhaflıktı. Ancak duyumsuyordum, o lanet yaratık, insanoğlunu rahat bırakmayacaktı. Önünde eğilmediği bu varlığa sonsuza değin düşmandı, bunu asla unutamıyordum…
Kaygılarım, yakası siyah parlak taşlarla işlenmiş uzun ve koyu bordo tuvaletimi giyerek beni almaya gelecek ve havaalanına götürecek arabayı beklememi engelleyemedi. Arkadaşımın uçağın merdivenlerini çıkmam için bana uzattığı elini tutarken olumsuzlukları aklımdan uzaklaştırmaya çalıştım. Sadece uçak havalandığında motorların uğultulu gürültüsüne karışan patlak bir kahkaha duyar gibi oldum. Ancak beraber olduğum dostumun gülmediğini düşündüm…
Konforlu ve zevkli bir uçuştan sonra Londra’da özel bir havaalanına inen uçağımızı şuh bir edayla terk ederken, hava hafif hafif kararmaya yüz tutmuştu. Uzaktan kentin ışıkları yakamozları andırırcasına bize göz kırparken, serin kasım akşamının üşüten rüzgarından, dostumun geçen yılbaşı armağanı ettiği saf yün, yapay tüylü kürküm korudu beni. Bizi almaya gelen ‘Bentley’ marka son model arabanın içinde hızla havaalanından uzaklaşırken, Faust’tan Mefisto’nun ünlü aryası yankılanıyordu arabanın içinde. Kusursuz bir ses düzenine sahip otomobil bizi nazlı nazlı güzelim kente yaklaştırırken, kulaklarımıza bir ziyafet sunmaya başlamıştı bile. Arada, duraksamalarda patlayan erkek sesinin pes tınılarındaki kahkahaları bir an için ürpertti içimi; ancak bu çok sürmedi. “Devamı operada” diye kulağıma fısıldadı arkadaşım. Yüzünde birazdan gösteriyi izlerken alacağı hazzı çağrıştıran, belki de hırs diyebileceğim bir anlam vardı.
Gösteri saatine henüz çok zaman olması bize bu çok sevdiğim kenti görmek ve dinlenmek için zaman tanıyordu. Bu da bana yetecekti.
İnanılmaz bir düş havasının benliğimizi sıcacık sardığı atmosferde opera binasına girerken, o çok sevdiğim eski binanın bir asır önceden kalan kalın kemerlerine takıldı gözlerim. Daha sonra ise içeride, kırmızının ve siyahın hâkim olduğu o büyülü mekanda, Mefisto’nun gerçek kimliğini unuttum gitti. Zaten hafif gevşek bilincim, (Bunda Londra’nın ünlü bir restoranında yediğimiz nefis yemeğin yanında içtiğimiz o kan rengi nadide şarabın etkisini yadsıyamayız aslında) şimdi kendini sadece müziğe vermek istiyordu.
Orkestranın yorumladığı uvertürün ardından, ağır kırmızı perde kalktığında, gözlerimin önünde açılıp giden renk ve şekil cümbüşü beni tümüyle gerçek dünyadan koparmaya yetti. Çok hafif göz kaydırarak baktığım arkadaşımın da aynı ruh hali içinde olduğunu görmek daha da rahatlattı. Kılıç gibi keskin smokininin içinde, boynunda zarif bordo papyon kravatıyla ve hafif kırlaşmış saçları, beyzi çehresiyle nasıl da hoştu Tanrım!
Sonra ne mi oldu? İşte Mefisto’nun uçarak gök katından gelip, Doktor Faust’un ruhuna talip olduğu aryası başladığında dehşetle irkildim! Aslında ışıkların keskin ve dönüşümlü dökülmeleri arasında rolünü oynayan baritonun yüz hatları öyle açık seçik belli olmuyordu; ancak o ses, o gök gürültüsünü anımsatan ve keskin kahkahalarla beslenen o ses! Tüm kutsallıklar üzerine yemin ederim ki ben onu daha önce…
Rahatsızlığımın farkına varmakta gecikmedi arkadaşım. Her zaman soluk almadan izlediği gösterilerin tersine, kaçamak bakışlarını üzerimde duymaya başladım. Çok terlemiştim ve artık yalnızca o iğrenç kahkahaları duyabilen kulaklarımda, müziğin hoş tanısı hiç kalmamıştı.
Birinci perdenin sonunda, duvarları kırmızı kadifeyle kaplı fuayeye çıktığımızda kendimi toparlamam gerektiğine olan inancım yine de baskın geldi. Üstelik hala bir umut vardı. Adın kötü çağrışımı olabilirdi bu benzerlik. Zaten yüzü de pek anımsatmıyordu canım. Hoş, acaba Şeytan’ın kaç yüzü vardı?..
Arkadaşım bana hiçbir şey sormamayı yeğledi. Ama endişelendi biliyorum. İlk kez böyle bir şey geliyordu başımıza ve ben ne diyeceğimi bilemiyordum.
Küçük bir şişe bebek şampanyası içme teklifini erteleyerek, makyajımı tazelememe izin vermesini rica ettim. Başıyla onay verdiğini belirterek, bana eşlik etmek istedi. Kibarca fuayede kalmasını, benim o yeri bulabileceğimi belirttim.
Niyetimin başka olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Bununla yüzleşmek zorundaydım (Veya benim dışımdaki bir irade, beni oraya sürüklüyordu). Kendimi kuliste bulmamla, buraya gelmem arasında yadsınamaz bir boşluk oluştu zihnimde. Ne olduğu konusuna tam bir açıklık aramadan, onun odasına girmiştim bile.
Aynanın çevresindeki spotların keskin ışığında yüzünü seçemiyordum ama sesi, sanki hala kulaklarımdaydı. Gök gürültüsü çağrışımını bir kez daha anımsamama karşın, elindeki pamukla makyajını silen yaratığın sıradan bir oyuncudan farkı olduğunu da düşünemedim bir an.
“Aslında sana demiştim, anlaşma anlaşmadır diye. Ruhunu satmıştın, unutmuş olamazsın.”
“İğrenç yaratık!” Artık kuşkum kalmamıştı. “Beni aldattın! Gençliği kimin için istediğimi biliyordun, sevgilimi yaşlandırarak bana kazık attın.”
Tepkisi ani oldu. O sahnede duyduğum iğrenç pes kahkaha bir kez daha çınladı kulaklarımda.
“Aptal, hiçbir şeyin farkında değilsin, sen gençlik istedin. Anlaşmada sevgilinin yaşlanmaması için bir madde yoktu ki. Kaytarma, ruhun eninde sonunda kara efendinin olacak!”
Kendisine verdiğini düşündüğüm isim sarstı beni. Aynı zamanda kanla imzaladığım anlaşmayı bu denli hafife aldığım için kendime öylesine kızdım ki…
İşte o anda beklenmedik bir şey oldu. Odada yalnız olduğumuzu sandığımdan, ayna karşısına düşen kalın perdelerin oynadığını son anda fark ettim. Herhalde bir balkonu veya pencereyi gözlerden saklıyordu.
Aniden kalkan perdenin ardından çıkan ise buraya nasıl girdiğini asla çözemediğim arkadaşımdı. Gözlerinde ilk kez rastladığım uğursuz bakışların eşliğinde ve inanılmaz bir hızla Mefisto’ya doğru seyirttiğini gördüm. İğrenç yaratık yardım ister gibi ağzını açtığında ise arkadaşımın elinde son anda farkına vardığım ince, sülün gibi hançer ile kalp hizasından Mefisto’yu vurduğunu gördüm dehşetle. Şeytan (veya Bariton) olduğu yerde ayaklarının üzerinde dans etmekle uçmak arası bir devinim yaptı ve hızla yere kapaklanarak öylecene kaldı. Yüzüstü düşmüştü ve şimdi sırtında, kalp hizasında hızla bir kan gölü büyümekteydi. “Siz, siz, aman Tanrım! Onu öldürdünüz, ancak…”
“Sakin olunuz, her şeyi biliyorum. Şimdilik veya sonsuza değin kurtulduk ondan. Bundan sonra da her zaman olduğu gibi sizi ben koruyacağım” …
Onun neyi ne kadar bildiğini merak etmekte olduğumu biraz da garipseyerek düşündüm. Aklımdan inanılmaz bir hızla geçen soruların yanıtını almak üzere ağzımı açtığımda ise gözlerindeki bakışlar beni yerimde mıhladı.
Elini yavaşça omzuma atarak beni ikinci perdeyi seyretmek için salona getirdiğinde, alaycı bir şekilde ikinci perdede Mefisto’yu kimin canlandıracağını merak etmekteydim! Orkestra geçiş uvertürünü bitirip de sahne aydınlandığında, bariton sesinin çok kalın perdeden kahkahasıyla, Mefisto’nun girdiği sahnede her şey netleşti birden. Alınyazısından (hele Şeytan yazmışsa), asla kaçılamayacağını bir kez daha anladım.
İkinci perde başlarken arkadaşımın yanımda olmadığını fark etmem çok zamanımı almamıştı. Oysa şimdi o, sahnede şeytansı kahkahalarla süslediği aryasında, senedi kanla imzalayan fani ruhların sonsuza değin onun olduğunu vurguluyordu…
TANSELİ POLİKAR