Bir türlü kendini veremiyordu. Nedir bu rezalet diye 411 numaralı odasının kapısından kafasını uzatacaktı ki vazgeçip resepsiyona telefon etmeye karar verdi.

– Söyler misiniz nedir bu gürültü? Rahatsız oluyorum.

– Özür dileriz Agatha Hanım.

– Siz niye özür diliyorsunuz yapan dilesin. Hayır hayır, gürültü yapanı siz aldığınıza göre dileyin ama bir an önce de bitsin bu kepazelik.

– Merak etmeyin efendim.

Üstünden yarım saat geçmesine rağmen kattaki uğultu dinmek bilmeyince bu kez gerçekten başını uzatıp bakmaya karar verdi Agahta. Üzerindeki gök mavisi sabahlığının hışırtısıyla kapının açılma sesi birleşti. Birleşen sadece onlar değil, Agatha’nın mavi gözleri ile yandaki odadan çıkan adamın zeytin siyahı gözleriydi. Aralarında iki adım vardı sadece. Adam başındaki kefiyeyi düzeltmek ihtiyacı ile elini agele götürdü. Agatha sabahlığının önünü örtmeye çalışırken kapıyı kapattı. Kalbindeki kıpırtının şaşkınlığı ile yazı masasına döndü. Bir süre öylece kalakaldı. Olacak şey değil diye düşündü. Romanımın tam can alıcı yerine gelmiştim. Nasıl bir elektrik ki bu elimi ayağımı oynatamıyorum. O gözler beni benden aldı, boğuldum sanki derinliklerinde. Sonra birden kendine gel kızım dedi. Aldatılmış bir kadın olsan da evlisin, karşındaki Arap bir erkek. Bunların dört karısı olduğunu biliyorsun değil mi? Kalbi, derinlerden biliyorum, ne yapayım, elimde mi diye yanıt verdi.

Yanından sürekli bulundurduğu taşınabilir Corona marka daktilosunun başından ayrılıp dökme pirinçten yatağına geçti. Sıcak bir kahveye ihtiyacı vardı. Kahve onun aklını başına getirecekti mutlaka. Biraz sonra kapı çalındı, kahvesini bir ilaçmışçasına eline aldı. Kendini yatağa bırakmasıyla uyanması arasında epey zaman geçmişti. Telaşla giyindi. Yemek salonuna girmesiyle çocuk seslerinin baskın olduğu bağrış çağırışlarla karşılaştı. Tenha bir tarafta oturmayı tercih etse de garsonu çağırıp kim bunlar diye sormaktan kendini alıkoyamadı. Aslında kim olduklarını tahmin edebiliyordu. Gözlerinde boğulduğu adamla dört karısı. Ve bir düzine kimi kucakta, kimi sandalyede çeşitli yaşlarda çocuk. Peçelerinin altından yemek yeme uğraşı veren anneleri, bakıcı olduğu belli bir kadına talimatlar veriyor, kadın etraflarında pervane gibi dolaşsa da yetişemiyordu. Ara ara gelen bir adam da bir şeyler söyleyip gidiyordu.

Agatha, bu sahnenin karşısında gözlerini açmış, önündeki tabağına hiç dokunmadan olanları izliyordu. Arkası dönük adam, bir ara garsonu çağırmak için omzunun üstünden bakınca sabahki gözler tekrar buluştu. Çatalının tabakta çıkardığı çın çın sesleri ile kendine gelen Agatha, ellerinin titremesine engel olamayınca peçetesini avuçlarının arasında sıkmayı denedi. Yemeğini hemen bitirmeli, odasına dönmeliydi. Öyle de yaptı, apar topar kendini asansöre attı.

Yarım saat sonra koşuşturmalı ayak sesleriyle komşu odaların kullanılmaya başlandığını anlayınca bana rahat yok anlaşılan diyerek çay salonuna indi. Şekersiz kahvesinden bir yudum almıştı ki kendisine hitap edildiğini anlayarak döndü. Oda komşusu, Fransızca olarak hatırını soruyor, sizi de rahatsız ettik, affedin diyordu. Zararı yok diyebildi. Adamın uzun giysisinin etekleri uzattığı eliyle aynı heyecanı paylaşarak dalgalandı.

– Adım Tarlan.

– Agatha.

– Memnun oldum. Sizi kitaplarınızdan tanıyorum. Kendimi affettirmek için size masamda çay ikram etsem kabul eder misiniz?

Böyle başladı her şey. Fransa’da eğitim görmekle geleneklerin insanların peşini bırakmayacağını anladı adam anlattıkça, Hicaz ve Necip Krallığı’nın veliahdı olmanın köle olmaktan öte olmadığını da. Tarlan, babasının seçtiği dört kadınla evlenmiş, her birinden çocuklar yapmıştı mecburen. Öğrenimi sırasında Fransa’da sevgilisinin ani ölümünü hiç unutamamıştı. “Yoksa onu mu anımsattım size?” diye sormaktan kendini alamadı Agatha. Tarlan, “Bilmem ama içimdeki bir kıvılcım yangın çıkarmak üzere parladı. Tek bildiğim bu,” dedi. Agatha’nın beyaz yüzü pembeleşmiş, ardından alev alev yanmaya başlamıştı. Odasına çıkınca otele özgü mavi fayanslı beyaz mermerli banyoda dakikalarca soğuk suyun altında durdu. Dışarı çıkacaklardı yarın. Söz vermişti.

Corona’nın birkaç tuşuna bastı. Olmuyordu. Oysa romanının adı bile hazırdı. Roger Ackroyd Cinayeti. Kendini bordo perdelerin loş havasına bırakarak uykuya daldı. Uyandığında yemek vaktinin çoktan geçmiş olduğunu anladı. Zaten canı hiçbir şey istemiyordu. Gözüne kapının altından atılmış bir zarf çarptı. Altın yaldızlıydı içindeki kâğıt gibi. Tek bir sözcük vardı. Özledim.

Ertesi gün sabah kahvaltısından sonra ikisi de ayrı ayrı çıktılar Pera Palas’tan. Tarlan’ın üstünde dünkü kandura yerine spor bir kıyafet vardı. Kendisi de erkenden kalkmış, giysileri ayarlamış, aynalı makyaj etajerinde hafif bir makyaj yapmış, çift kapılı gardırobun boy aynasındaki görüntüsünü “Şahaneyim,” diyerek süzmüştü ama karşısındaki adam yakışıklığı ile yüreğini titretti.  O gün, İstanbul’un altını üstüne getirdiler. Çamlıca Tepesi’nde birleşen elleri, yerini boğaz turunda dudaklarına bıraktı. “Gidelim buradan,” dedi Tarlan. “Uçağıma atladık mı her yer bizim, nereyi istersen söyle, hiç olmazsa üç gün birbirimizden başkası olmasın. Sustu Agatha ama gözleri evet dedi.

Ertesi gün eşleri, çocuklarıyla İstanbul turu yapan Tarlan, birkaç gün iş seyahatine çıkacağını, onların keyiflerine bakmasını, bunun için de tüm yardımcılarına tembih ettiğini söyledi.

Agatha bavuluna birkaç parça giysi ve Diorissimo parfümünü koymuş, döpiyesini, şapkasını hazırlamıştı. Sabahın heyecanı ile döndü durdu yatağında. Sonunda biraz dalmıştı. Rüyasında Tarlan’la kırlarda koşuyorlar, papatyaların üstünde yuvarlanıyorlardı. Birden üstlerine kara bir bulut inmeye başladı. Kendini karanlıkta bir sandalyeye elleri arkadan bağlanmış buldu. Rüyadayım canım diye kendine telkin etmeye çalışsa da bunun bir rüya olmadığı belliydi. Yardım istemek için bağırmaya başladı. Aradan ne kadar geçtiğini bilmiyordu kapı açıldığında. Dışarıdan gelen kuvvetli ışıkla odanın penceresiz olduğunu anladı. Siyah duvarlarda kahkahalar çınladı. Feraceli dört kadın Arapça sözleri kızgınlıkla söyleyerek Agatha’nın orasını burasını çimdiklemeye başladı. Şaşkın, çaresiz “Yapmayın, yapmayın, “ diye bağıran Agatha’yı kimse dinlemiyordu. Biraz sonra tam karşısındaki duvar aydınlandı. Poster büyüklüğünde Tarlan’ın fotoğrafı duruyordu. İrkildi. Kadınların ikisi fotoğrafın bir tarafına diğer ikisi öteki tarafına geçti. İçlerinden biri cebinden çıkardığı rujla fotoğrafa “La la!” diyerek boydan boya bir çarpı attı. Çarpı, Tarlan’ın gözlerine denk gelmemiş, tüm derinliği ile Agatha’ya bakıyordu. İki gün önce, birbirinden hiç ayrılmasın gözlerimiz derken bunu kastetmediğini düşündü Agatha.

Durum ortadaydı. Nasıl anlamışlardı? Çekip giden kadınların ardından elleri çözülen Agatha, karanlık odada sadece yemeği getirildiğinde aydınlık görebildi. Üç gün sürdü bu. Sonra odaya ışık verilmeye başladı. Saatler geçmiyor, odanın tek divanında büzülerek olacakları bekliyordu. Ağlamaktan gözleri şişmiş, kendine verilen elbiseler bile kirlenmiş olarak geçen günlerden sonra karşısında Tarlan’ın sekreterini buldu.

– Bırakın beni ne istiyorsunuz benden? Tarlan’ın haberi var mı bu olanlardan?

– Merak etmeyin yarın sabah serbest kalacaksınız.

– Kaç gündür buradayım. Sizi polise şikâyet edeceğim.

– On bir gün olacak yarın. Polisi karıştırmanızı hiç önermem.

– Kocam merak etmiştir beni.

– Sadece kocanız mı Veliaht Tarlan deli gibi oldu. Yanına yaklaşılmıyor.

Agatha’nın gözleri buğulandı.

– Sizin maksadınız ne? Neden bu zulmü yaptınız bana?

– Ne olursa olsun, romanlarınız dahil bu yaşadıklarınızdan hiçbir şekilde bahsetmeyeceksiniz. Bahsettiğiniz görülür veya anlaşılırsa şimdilik onaylanmayan ölüm fermanınız yürürlüğe konur. Kralımız ne derse olur. Aslında çok acımasızdır. Bu kadarla kurtulduğunuza yatın kalkın dua edin. Bizim Arap kadınları kıskançlığıyla ünlüdür. Eşyalarınızı talan ettiler, arabanız göl kenarında bir ağaca çarpmış durumda. Giysileriniz de param parça edildi ama diyorum ya şükredin. Veliaht Fransa’da öğrenciyken sevgilisi olan gayrimüslim kızın başına gelenleri bilseniz.

– Ne! Demek o kızı sizi öldürdünüz.

– Şışş! Ne demişler, yerin kulağı vardır. Ağzımızı açmıyoruz. Tüm gazeteler sizden bahsediyor. Hatta göle düşüp boğuldu sanılıyorsunuz. Olabilirdi de. Allah’tan gerçekleşmedi böyle bir şey. Agatha başını korkuyla birkaç kez eğdi.

– Daktilom, ses kayıt cihazım, notlarım onlara ne oldu, yoksa onlarda mı?

– Nasıl bir kadınsınız siz hayret ediyorum? Onları düşünmenin sırası mı? Kurtuldunuz işte. Biz yarın İspanya’ya uçuyoruz.

Ertesi sabah hiç tanımadığı bir adam odaya girdi. Koltukta büzülen Agatha, adamın kapıyı sonuna dek açıp çık işareti yapmasıyla rahatladı. Dışarıda bir taksi onu bekliyordu. Sürücüye “Pera Palas’a,” denildi. İndiğinde garip bakışlara ve sorulara aldırmadan odasına koştu. Oda her zamanki düzeninde pırıl pırıldı. Yalnız yeni bir eşyası olmuştu. Üstünde müge demeti olan Underwood marka gösterişli daktilonun tuşlarına heyecanla basmak isteyen Agatha, çiçekteki notu okuyunca kaskatı kesildi.

“Ben artık yaşayan bir ölüyüm. Affet,”

Kaskatı kesilen sadece Agatha değildi. Corona bir köşede tuşlarını sıkmış bekliyordu.

Ceyda Sevgi Ünal