On üç yaşındaki bir çocuk tarafından iki yıl önce Ayışığı Sahaf’a satılmıştım. Babasından harçlık alamadığı için içerisinde bulunduğum yirmi kitabını yanına aldıktan sonra sahafın kapısından giren bu çocuk, dükkân sahibine elindeki kitaplara ne kadar para verebileceğini sormuştu. Sahaf, bütün satıcıların yaptığı gibi bize biraz göz attıktan sonra düşük bir fiyat söylemiş, çocuk “Biraz daha veremez misiniz, önerdiğiniz fiyat çok az” diyebilmişti. Hilmi Bey, çocuğun gözlerine kararlı bir şekilde bakıp “Bu kitaplara daha fazlasını veremem. Satmayacaksanız alın bunları…” diyerek bizi çocuğa uzatmıştı. Sahafın verdiği parayı alan bu çocuk, alıcının manevrası karşısında çok da içine sinmediği halde omuzlarını düşürerek parayı cebine attıktan sonra dükkândan ayrılmıştı.

Aldığı kitapları dükkânın bir köşesine yerleştiren Ayışığı Sahaf’ın sahibi Hilmi Bey, bilgisayardaki işini bitirdikten sonra kitapları türlerine göre ayırmış, beni de fiyatımı belirledikten sonra dünya klasiklerinin olduğu rafa koymuştu. O zamanlarda şimdiki gibi kapağım iyice yıpranmamış, sayfalarım nemin etkisiyle giderek sararmamıştı. O günden sonra beni alacak okuru beklerken, göz ucuyla da olsa etrafımdaki kitaplara bakmaya başlamıştım. Balzac’tan Saramago’nun romanlarına, Montaigne’in Denemeler’inden John Steinbeck’in Gazap Üzümleri’ne kadar pek çok kitapla beraber olduğumu anlamıştım.

Hilmi Bey, her gün düzenli olarak açtığı sahafı temiz tutmaya özen gösterir, içerisinde bulunduğum rafların tozunu düzenli olarak alırdı. Yalnız yaz aylarında Kadıköy’ün nemli havasından herkes gibi biz de olumsuz etkilenirdik. Sahafın bulunduğu yer nedeniyle düzenli bir havalandırma sistemi yoktu, eski bir apartmanın bodrum katındaki bu dükkâna yeni bir sistem kurmak da pek mümkün değildi. Yıllar önce kirası çok uygun olduğu için Hilmi Bey tarafından tutulan bu dükkân, işlerini yoluna koyana kadar onun için bulunmaz bir nimet olmuştu. Sanmayın ki dükkânda az kitap vardı, binlerce kitap raflara kimi yerlerde düzenli, kimi yerlerde de rastgele dizilmişti. Karışık olanlar çoğunlukla Hilmi Bey tarafından düzenlenmeyi bekleyen kitaplar olurdu.

Buraya ancak bilenler gelirdi. Hilmi Bey daha çok internet üzerinden yaptığı satışlarla işini çevirdiği için dükkâna çok kişinin gelip gelmemesiyle pek ilgilenmezdi. Para hırsının olduğu da söylenemezdi. İyi kötü geçinip gidiyordu nasıl olsa. Daha ne isteyebilirdi ki bu hayattan. Arada bir yaptığı kitap mezatlarıyla ismini duyurmamış olsa, yoldan geçen biri burada sahaf olduğunu anlayamazdı.

Raftaki bekleyişim aylarca devam etmişti. Etrafımdaki pek çok kitabı alan okurlar, bir kez bile raftan çekip kapağımı kaldırma gereği hissetmemişti. Normal şartlar altında albenisi olan bir kapağım olmasının yanı sıra, pek çok okurun ilgiyle okuyabileceği bir kitaptım. Yazarım da her yaşta okura hitap eden kitaplarıyla bilinen ve çok okunan bir yazardı. Okurların dikkatini yine de çekmiyor olmam tuhaftı doğrusu. Ancak görünüşüm ve bulunduğum koşulların etkisiyle ilgi odağı olmaktan çok uzaktım. Hilmi Bey de zaman zaman bulunduğum rafa gelmeye, içerisinde bulunduğum kitapların raf ömrünün bitmeye başladığını düşünüp bizi oradan kaldırma planları yapmaya başlamıştı. O zaman yaşadığım gerilim giderek artmaya, kendimi bir çöp kutusunun dibinde bulacağım korkusuyla bulunduğum yerde büzülüp kalmaya başlamıştım.Hilmi Bey, yerimi değiştirip beni daha görünür bir yere koysaydı okunmak için daha çok şansım olabilirdi. Onu da yapmıyordu bir türlü. Kazio İshiguro’nun “Klara ile Güneş” adlı romanında anlatılan, bulunduğu dükkânın rafındayken bir türlü fark edilmeyen yapay zekâsı gibi ben de umutsuz bir bekleyiş içerisinde günlerimi tüketiyordum.

Ertesi gün kısa boylu otuzlu yaşlarında güneş gözlüğü takmış bir kadın sahafın kapısından girmişti. Dünya klasiklerinin yerini sormuştu Hilmi Bey’e. Bir heyecan sarmıştı o anda bütün benliğimi. Aralarında bulunduğum raftaki kitapları alıp arkasındaki yazıları ilgiyle okumaya başlayan bu kadın, bize sanki kendi çocuğuna sarılıyormuş gibi davranarak kapaklarımızı özenle kaldırıp incelemişti. Yüreğimdeki kıpırtı beni de raftan alıp sayfalarımı karıştırmaya başlamasıyla birlikte artmıştı. Giderek sararan yapraklarımı kokladıktan sonra arka kapağımdaki yazıyı da göz bebeklerini hareket ettirerek bir çırpıda okumuştu. İlgisini çektiğimi anlamıştım. Bu kitabı bunca yıldır niye okumadım diye düşünmüş olmalıydı ki benimle Saramago’nun “Kabil” adlı romanını alıp parasını verdikten sonra sahaftan ayrılmıştı.

Artık benim için yeni bir macera başlamıştı. İki- üç gün içerisinde sayfalarımı hızla çevirerek bitirmişti beni. Okurken, edebiyatı ne kadar sevdiğini kollarının arasındayken kalbinin kıpır kıpır atışından hemen anlamıştım. Filtre kahvesini içerken hakkımda notlar almayı da unutmamıştı. Ajandasında sayfalarca yazı olmasından dolayı başka sevdiği kitaplarla ilgili de benzer notlar aldığını anlamıştım. Hatta bir başka gün benimle yazarımın başka romanları üzerine de bir arkadaşıyla sohbet etmişti. O günlerde okumayı ve okudukları üzerine konuşmayı sevdiğini yorumlarıyla belli etmişti. Arkadaşı, “Bu romanı yıllar önce okumuştum ama şimdi sen bütün bunları anlatınca unuttuğum birçok yönü olduğunu fark edip yeniden okumam gerektiği sonucuna vardım” dedikten sonra beni ödünç almıştı. İki gün gibi kısa bir sürede okunup bitirildikten sonra kitaplığın bir köşesinde unutulmuştum. Ne beni alan kadın kitabını geri istemişti ne de okumak için ödünç isteyen kadın esas sahibime ulaştırmıştı. Geçip giden yıllarla birlikte her biri bir yere dağıldığı için de eskisi gibi sık görüşemez olmuşlardı. Sahaftaki günlerime benzer günler yaşamaya başlamıştım. Yıllarca eve pek çok arkadaşı geldiği halde hiçbiri kapağımı kaldırma gereği bile hissetmemişti. Bu kadın, kitaplığını düzenlediği bir gün içerisinde bulunduğum iyice yıpranmış yaklaşık elli civarındaki kitabı ayırıp sokaktan geçen kağıtçı çocuğa ücretsiz vermişti.

Bu çocuk hiç de beklemediğim bir sevinçle bizi kollarına alıp tekerlekli arabasının altındaki boşluğa yerleştirmişti. Topladığı kağıtları çalıştığı depoya bırakıp benimle kendisine ayırdığı birkaç kitabı da alıp evine götürmüştü. İlk iş olarak bizi onarmaya girişmiş, yırtılan yerlerimizi bantla yapıştırdıktan sonra bir sahaf arkadaşından öğrendiği yöntemle kapaklarımızı da tamir edip okuduktan sonra rafa yerleştirmişti. Bu çocuk tarafından okunduğum anlarda üzerimdeki bütün renkler canlanmaya, kelimelerim güneş gibi parlayıp etrafa ışık saçmaya başlamıştı.Çocuk,karakterimin yaşadıklarından o kadar etkilenmişti ki beni birçok arkadaşına tavsiye edip okutmuştu. Her birinden aynı özeni görmüştüm, biri hariç. Bütün arkadaşları tarafından haylaz bir çocuk olarak bilinirdi. Kitabı arkadaşından aldığı günün üzerinden bir hafta geçmesine karşın okuma girişiminde dahi bulunmamış, annesine kızdığı bir gün ortalığı birbirine katarak aralarında bulunduğum birçok kitabı yerlere fırlatmış, sayfaları her tarafa dağılan diğer kitaplar gibi ben de içimdeki öfkeyi yatıştıramadan yerde büzülüp kalmıştım. Sayfalarımın bazıları parçalanmış, kapağım da yırtıldıktan sonra bir limon posası gibi atıldığım yerde kaderime terk edilmiştim. O anda yaşadıklarımın bir rüya olmasını o kadar istememe karşın, gerçeklerle iç içe olduğumu hâlâ yerde darmadağın bir şekilde durduğumun ayırdına vardığım zaman açıkça anlamıştım. Annesi oğlunu azarlayıp şımarıklığı nedeniyle cezalandırmış, benimle yırtılan birçok kitabın parçalarını süpürdükten sonra çöpe atmıştı. Yırtılan sayfalarım her bir yana dağılmıştı. Bu zor günleri aşmak için umudumu yitirmemeye çalışmış, belki de maceramın yeniden başlayacağı günlerin özlemiyle beklemeye başlamıştım. Bir çöp konteyneri tarafından alınıp çöplerin atıldığı çok geniş bir alana götürülmüştük aynı akşam.

Şimdi ne mi yapıyorum derseniz beni fark edip alacak, her bir yana dağılmış sayfalarımı bir araya getirip tamir ettikten sonra yeni bir hayata taşıyacak okurumu bekliyorum. O da ne! Çöpleri kontrol eden kağıtçı çocuklardan biri yanıma mı geliyor yoksa? Her bir sayfamın bir yana dağıldığı yere dizlerini çöküp kapağımdaki yazıyı okuyor: “Martin Eden”. Çöpün her tarafına dağılmış sayfalarımı özenle bir araya getirip çantasına yerleştirdikten sonra sessizce uzaklaşıyor.

HAKAN KİZİR