Büyük bir alışveriş merkezinde, yabancı isimli giyim mağazasının, başını alıp gitmiş kasa kuyruğundaydım. Dört kasiyer zor yetişiyordu art arda elleri kolları dolu gelenlere. Sanki bedava dağıtılıyor gibi bir hal vardı. Bir an elimdeki kazağı bırakıp çıkmak istedim. Sonra kaç dakikamı bu alışverişi beklemek için harcadığımı, üstelik hediye olarak aldığımı düşününce vazgeçtim. Hadi ben neyse bekliyordum da o çoluk çocuk nasıl bu sıranın çilesini çekiyordu bilmem. Annelerinden şerbetlilerdi herhalde. Bazılarının, alınan giysilerin üstüne yığıldığı arabaların garip görünümünde, üstelik o gürültüde nasıl uyuduklarına hayret ederek, sıkıcı, adım adım ilerleyen zamanı geçirmeye çalıştım.
Bir yandan gözüm, cicili bicili giyinmiş, o kalabalıkta kaybolacaklar diye -bana ne oluyorsa- ödümün koptuğu minik kızların üstündeydi. Bir annelerinin yanına geliyor, bir sıranın ucuna koşturuyorlardı. Kadınların pek de umurlarında değildi çocukları. Takip etmekten yorulup “Baş döndürücü sevimliler,” dedim gülümseyerek ama sızlayan ayaklarım “Bizim halimize bak, senin keyfin yerinde,” diye yüzüme baktılar ters ters. Elimdeki kazağı sıkıntıdan göğsüme öyle bastırmışım ki rengi biraz daha kızarmıştı sanki. Durmadan çalan müziğe de gıcık oldum. Bunları özellikle müşteriyi bir tür hipnotize etmek üzere seçiyorlarmış diye okumuştum. Aynı kafelerde, lokantalarda kırmızı, turuncu rengin iştah açma amaçlı kullanıldığı gibi sanırım.
Kız çocuklarından biri, diğerlerine göre daha hareketliydi. Nihayet annesinin ağzından, “Ece kızım, yanıma gel, bak az kaldı kasaya,” sözlerini duyabildim. Ece de eceydi hani. İsminin hakkını veriyordu daha o yaşında. Bembeyaz bir cilt, sarının iki ton koyusu lüle lüle saçlar, mavi gözler. Biraz toplucaydı. Elleri tombikti, o yüzden de tabii boğum boğum, ısırılası parmakları vardı. Burnu fındık kadardı. Ağzı ise bir bebek ağzı gibi pembe ve minik. Pek de süslüydü. Künyesinin, top küpeleri, yüzüğünün yanı sıra başındaki taç, kırmızı üstüne beyaz puanlı kadife elbisesi ile uyumu şahaneydi. Bileklerinde kırmızı ayakkabılarının renginde küçücük fiyonklar sıralanmış beyaz külotlu çorabına bayıldım.
Meğer bizim Ece niye durmadan kuyruğun sonuna doğru gidiyormuş sonra anladık annesiyle. Bir süre ortada görünmeyen kız, elindekiyle nefes nefese geldi. Gök mavisi, üstü birkaç renk puldan oluşmuş baykuş süslemeli bir çantaydı bu. Sanıyorum onu boyundan yüksek bir yerlerden indirmek için bayağı uğraşmıştı. Kaşlarına süzülen teri silerken “Bunu da alalım anne,” demeye çalıştı. Kadın “Senin evde iki çantan daha var, gerek yok, git onu yerine koy. Bak sıra bize geliyor,” diye yanıt verdi. Bizim cimcime, çantaya sımsıkı sarılıp gözlerini açarak “Biz fakir miyiz?” dedi. Başını sorusuna uygun bir şekilde sallayarak hem de. Bu sözleri duyan birkaç kadın çocuğa bakarak güldüler.
Bense “Biz fakir miyiz?” sözleriyle öyle gerilere, eski yıllara gittim ki içim cız ederek.
Yaz gelip okullar kapanınca Ankara’nın yolu görünürdü bana hep. Doğrusunu söylemek gerekirse hiç gitmek istemezdim ama babaannemi göreceğimi, onunla günler geçireceğimi düşününce çarçabuk hazırlanırdım. İlkokul yaşlarımda beni almaya dedem gelirdi. Sonraları babam İstanbul’dan otobüse bindirdi, Ankara’da karşılandım. Tek başına yaptığım yolculuk anılarımın içinde ilginç olanları vardır.
Hepsi tombik olan aile bireyleri, dedem, babaannem, amcam, yengemdi. Sonra iki kız doğurdu yengem. Ardından evin değerlisi oğlanı. Her yaz orada olduğumdan bu hoş değişim sürecini takip edebildim. Değişmeyen ve hoş olmayan süreç, ailenin ekonomik durumuydu. Yine de ben yılda üç ay o durumun içine düşüp onlarla beraber olduğum halde yaşanan fakirliğin uzun süre farkına varamadım. Çünkü gördüklerimi birer ritüel zannediyor, beslenmelerini yöresel kabul ediyordum. Bir yandan da işime geliyordu. Evde her gün pişen zeytinyağlılardan, o akşamları bahçeye kurulan köfteli, balıklı sofralarda sıkıntıdan dizlerimi ovalarken annemin, “Yesene kızım!” demesinden kurtuluyordum birkaç ay.
Ankara’ya ilk gittiğimde yedi yaşındaydım. O zamana gelene dek annem doktor doktor beni gezdirip kilo almam için uğraşmıştı. Yani sıska denecek derecede zayıftım. Babam “Çiroz kızım, derdi. Yengemin arkadaşları beni gördüklerinde “Ayol bunların evinde yemek pişmiyor mu bacım?” diye alay ettiklerinde utanmıştım.. Yaz sonu İstanbul’a döndüğümde ise kimse beni tanıyamadı. Kimse ne demek, annem bile tanıyamadı neredeyse. Haklılardı, üç ayda dört kilo almıştım.
Ankara’daki ilk sofra anım şöyle: Amcam, ortaya konan kuru fasulyeden tabaklara aktarılanlara bakarak “Sizin evdeki gibi üç çeşit yemek olmaz burada, onun için ekmeği bol yemen lazım,” demişti. Mecburen sözünü dinledim. Sabah kalkar kalkmaz mis gibi bir koku gelirdi burnuma. Ama ne koku! Kızaranların çıtırlığını hissettirecek derecede. Her gün duysanız bıkmazsınız. Tabii yemekten de. Mutfağa giderim bakarım ki garibim babaannem yere serdiği bir örtünün üstüne küçük tüpü koymuş, kendisi de geniş kalçalarını bir mindere sığdırıp biri çolak parmaklı elleriyle ocağın üstündeki tavaya hâkim olmaya çalışıyor. Artık ne isterseniz, domates, biber, patlıcan, en çok da patates büyük ihtimalle her gün aynı yağda kızarıyordu. Yanına çay ve bol ekmekle kahvaltı. Peynir, zeytinin yaz boyunca özlemini çeker, İstanbul’a döner dönmez gözüm etrafı görmez, doğru buzdolabına koşturup bir tabağa doldurduğum zeytin, peyniri patlayıncaya kadar yerdim.
Bir de ay çekirdeği faslı vardı ki sabahtan akşama dek sürerdi. Bedava denecek kadar ucuzdu. Bazen tuzundan dudaklarım şişecek derece kendimden geçerek yediğim olurdu. Yani o kilolar o en ucuz beslenme şeklinin eseriymiş. Fakirlik böyle bir şeymiş diyebiliyorum şimdi. Babaannemin taksitle çaydanlık aldığını, açtığı iç malzemesi nohut olan mantılarını, patatesli çiğböreklerini, kestiği makarnaları, kuruttuğu tarhanalarını nasıl unuturum. Ha bir de dedemin çorapları ile kendi paçalı donlarına yama yapması gözümün önündedir.
Üstüme çöken yarım asır öncesinden “Dört numaralı kasamız boşalmıştır,” anonsunu duymadığım için arkamdakiler uyarınca silkelendim. Bu arada küçük kızın “Biz fakir miyiz?” sözlerini takip eden “N’olur alalım anne. Arkadaşlarımın kaç tane var,” diye yüzünü buruşturarak sızlanmasını, kadının kem kümlerle çantanın yerine götürülmesini tekrar istediğini, ardından kırmızı kadife elbise ile beyaz külotlu çorapların yaramazın ağlamalarına yerde sürünerek eşlik ettiklerini hayal meyal anımsıyorum.
Alışveriş merkezinden çıktığımda küçük kız, sırtındaki yeni çantasının üstündeki sevimli baykuşu ile önümde hoplayıp duruyordu. İçimden, merak etme siz fakir değilsiniz küçükhanım demek geldi. Aslında o sözleri söyleyeceğim kişi o değil, annesi olmalı diye düşünürken hediye paketimin “Peki, senin kızının kaç tane kazağı var benim gibi, hem de aynı renk,” diyen hışırtısıyla sustum.
Ceyda Sevgi Ünal
Ah Sevgi hanımcım, O fakirliği dibine kadar yaşayan bir kız çocuğu olarak okudum yazınızı. Bayramdan bayrama dikilen pazen basma elbisemin kokusu hala burnumda olduğundanmıdır bilmem, Tiyatro olarak diktirdiğimiz mor pazeni giyince çok mutlu oluyorum.
Tereyağ yerine kurbandan kurbana sızdırılan kuyruk yağlı ekmekler de öyle…
Zeytin tanesinin bile üç kerede yenmesi tembihlenen bir kahvaltı sofrası. Peynirin ise sadece adı vardı.
Biz fakirdik…
BeğenBeğen
Güzel olmuş ellerine sağlık
BeğenBeğen
Teşekkürler Füsuncuğum
BeğenBeğen
Teşekkürler Füsuncuğum
BeğenBeğen
ben fakirlik diye bir şeyi görmüyorum neden diye soracak olursanız fakirliğin de açlığında ilk ve tek sorumlusu biz insanlarız.
israfın müsrüflüğün önüne geçmek yerine aksine daha fazla israfa müsrüflüğe yöneliyoruz.
bir de millet bağırıp çağırıyor ekmek şu para oldu çay bu para oldu ama demiyorlar ki bizim yaptığımız israf hayatımızı ele geçiren müsrüflüğümüzle kaç aç ve yoksul ülkenin kaderini değiştirebiliriz.
ben her zaman söylerim bizim insanımıza bazı şeyler müstehaktır.
BeğenLiked by 1 kişi