Biliyorum çok aptalca ama bugün dar kot pantolonumu ve üzerinde “Cuba” yazan yeni tişörtümü giyiyorum. Aynadaki cılız, iri gözlü kumral sesleniyor; Şimdilerde kimin kariyer netteki özgeçmişine cevap gelmiş? Kızım ya; iş görüşmesine böyle mi gidilir? Git tayyör giy, etek bluz giy, altına da ince çorap, genç görüneceksin diye kasma kendini, hanım hanımcık giyin.
Giyinmiyorum hanım hanımcık, zaten alt tarafı “Yönetici asistanı” bir nevi hizmetçilik. Ne diyordu ilanda? “Halkalı’da, Otomotiv yan sanayiinin öncü firmalarından Cesur Debriyaj, hafif ve ağır ticari araçlar için debriyaj baskısı, disk ve rulman imalatı yapmakta olup, üretiminin yüzde ellisini tüm dünyada altmıştan fazla ülkeye ihraç etmektedir. Hadi canım! Altmıştan fazla ülkeymiş, kim bakacak istatistiklerine ya da yıllık ticari raporlarına, kesin sallıyorlar bu ilanları verirken. Görevim havayı kirletenlere hizmet olacak. Telefonlara bak, yöneticinin randevularını düzenle, çay yap, kahve yap, ama görevin adı afili; “yönetici asistanı”. Dört yıl işletme oku, yüksek lisansın kıyısından geç, orta derece İngilizce, yarım yamalak da olsa Fransızca konuş, sonra git el âleme hizmetçilik yap.
Komşumun çok bilmiş koyu milliyetçi oğlu kapı önünde anasıyla konuşurken duydu, hemen laf yetiştirdi.
“Abla o firmanın sahipleri iyi maaş veriyor, çalışanlar memnun ama onlar Hikmetçi.” “Nerden biliyorsun, Hikmetçi nedir?”
“Abla Google’la anlarsın, tarikatçı onlar.”
“Atacan, kırk yaşıma geldim, ince eleyip sık dokuyacak halim yok, neredeyse on aydır işsizim, işveren seçecek halim yok, borçlar var, kira var, babamlara para yollanacak, beyaz eşyanın taksiti bitmedi, var da var…”
“Abla ya, senin önceki iş iyiydi, gurur meselesi yapıp istifa etmeseydin keşke.”
“Atacan sen de bozma moralimi, hadi canım hadi, görüşürüz.” Bu fırlama da konuşurken anasına bile fırsat vermiyor, az daha geri dönecektim, ne malum tarikatçı oldukları, neyse ne.
Halkalı’da yeni yapılmış dışı zevksizlik içi abartılı objelerle dolu Plaza’nın on ikinci katındayım. Bacakları kollarından cılız, sarışın mı esmer mi belli olmayan makyajlı bir kız sahte bir kibarlıkla bekleme salonuna buyur ediyor, “burada otur sabırla bekle” der gibi.
Bunca yıl okudum çabaladım, nihayet bir baltaya sap oldum diyen sonradan görmeler bir ofis açtılar mı hemen abartının dibine vuruyorlar. Altın varak kaplama koltuklar, pirinç ayaklı sehpalar, hakikisi ancak Beylerbeyi Sarayı’nda görülen dev boy sahte vazolar, kristal şamdanlar, duvarda aplikler… İki zayıf delikanlı daha sessizce bekliyor. Donuk bakışlarla, bakışıyoruz biraz. Biri kalkıp giriyor görüşme odasına. İkisi de takım elbiseli. Eyvah kıyafetim! Adamlar alacakları varsa da almayacaklar, yani kendini genç göstermek amaçlı, zibidi gibi giyinmiş biriyim, üstelik dindar görünümlü de değilim, kızcağız da türbanlı değil, hatta hafif bir makyajı bile var. Ama etek giymiş, bluzu uzun kollu, eti budu hiç gözükmüyor. Benden önce gelenler, görüşüp çıktılar bile, bekleme salonunda şimdi tek ben kaldım.
“Acaba daha çok bekler miyim?”
“Yok sanmam, Erdinç Bey sizi beklettiği için özür diledi, yarım saate kadar müsait olacak”.
Kibarca “olsun” diyorum, hâlbuki gıcık kapmaya başladım bile. Ulan bekleteceksen çağırma, e tabii ya, yönetici kendini ağırdan satıyor, öyle hop diye yanına giremezsin. Ben ne yapacağım peki, hizmetçilik, hem de ta başından işe alacağı elemana saygısı olmayan bu ne idüğü belirsiz herife… Fesupanallah…
“Bir şey mi dediniz? Yok, demedim.” Bu kızın da kulağı bayağı keskin, kendi kendime mırıldandım, duydu. Sordu, “bişey içer miyim diye”, istemedim. Kız da ne yapsın, bekleme salonu bekçisi gibi, Erdinç Bey’e varmadan, geleni durduruyor. Zavallım, yerleri filan da siliyordur, tuvaleti, lavaboyu da, kim bilir… Aldı eline telefonunu, benimle göz göze gelmemeye çalışıyor. Beklemekten yavaş yavaş bunaldığımı galiba anladı, sorularıma maruz kalmak istemiyor. Duvardaki saat, yarım saatte bir “tın” diyor. Sinirlerim iyice laçka, bu sese bile fırlıyorum, hafiften.
Ben niye buradayım, otomotiv sanayinin tabiat anaya zararlarını bil, gel burada bu asalaklarla çalış, dolaylı da olsa dünyayı kirletmeye katkı sağla… Boşverr, ekmeğimin peşindeyim… Şimdi bunların doğaya bıraktığı zararlı katı, sıvı atıklarını sorgulayacak lüksüm yok… Keşke aylak aylak kırda bayırda gezip şu çevrecilerle fazla takılmasaydım… Atıklar, atıklar, katı, sıvı, gaz, metal, kurşun, bakır, krom, nikel, hepsi canlılığa zehir. Ne işim var yahu ekolojiyi bozan sektörlerde çalışmayla.
Deliriyor muyum? Beklemekten, kesin beyin sıvılarımın enzim salgılamasında bozulma yaşıyorum. Hem zaten Atacan ne dedi? Bunlar, tarikatçı. Belki de doğru, ama Atacan’a da fazla inanma, sallar öyle arada. Adam bu kıyafetle beni zaten işe almaz. Amann almazsa almasın. Peki, kira, borçlar, taksitler… Gider bir sandık limon alır, pazarda satarım, ne olacak. Çevrecilerle takılırım yine, bakarsın gruplarında bölge sorumlusu filan yaparlar. Neden olmasın?
Kapıya yöneliyorum, kız dik dik bakıyor suratıma. “Erdinç Bey’e benden bir kahve söyle, geleceğin Ekoloji ve Çevre Bakanı adayını bu kadar bekletmemeliydi, çok ayıp.” Avanak kız anlamıyor tabi içimden geçenleri, konuşmadan öylece bakıyor ardımdan. Hapisten çıkmış gibi içim ferahlamış, fırlıyorum sokağa, metroda etrafa çaktırmadan gülüyorum, telefonumu açıyorum, dur bir bakayım Google’a, “Hikmetçiler” neymiş ya?
Nil Saydan