“Yeryüzü bir döl yatağıdır. Şimdi o yatak kurumakta”

Su Toprağın çağrısını duyar duymaz hızlandı. Ona yetişmeli neler olduğuna bakıp yardım etmeliydi. Onu, sevgilisini yani, dokunuşlarından okşayışlarından hiç eksik etmezdi aslında. Son zamanlarda yaşananlar bir araya gelmelerini ya geciktiriyor ya da engel oluyordu tamamen. “Bu defa hiçbir şey durduramaz beni. Çok fena çığlıklar geliyor kulağıma.” “Tamam dikkat et. Hızını arttırırken geçtiğin yerlere zarar vermeyesin.” “Meraklanma. Dikkat ederim.” Bu uyarılar eşliğinde yola koyulan Su kıvrıla kıvrıla ilerlemeye başladı. Bazen daha kestirme yolları denedi, bazen de kendisini yüksek yerlerden aşağılara bırakarak bir an önce çığlığın geldiği yere yetişmeye çalıştı.

“Ah bir parçam daha kurudu sanırım. Hiçbir çocuğum büyümüyor artık. O kadar yalvardım beni yanlış besliyorsunuz diye ama dinlemediler ki. İlk zamanlar çok mutlu oldular. Doğurabileceğimden daha fazla çocuk getirdim dünyaya. Ben bile şaşırdım. Çok sevindi insanlar, sahte bilimcilerin yüzleri güldü ama her seferinde kurumakta olan yanımı görmediler. İşte bir yanım daha öldü. Ah ben ağlamayayım da ne yapayım. Nerede kaldı Su.” “Artık eskisi gibi her istediğimizde gelemiyor biliyorsun. Sanırım önüne aşamayacağı zorluklar, tuzaklar koyuyorlar. Zaman zaman da süzülüş yollarını kirletip onun da ömrünü kısaltıyorlar.” “Tamam canım. Çok konuşup enerjini tüketme istersen. Dayanmalısın.” “Dayanabileceğimi sanmıyorum.” “Sus ne olur öyle konuşma. Seni de kaybetmek istemiyorum.”

Bu arada can dostu daha da dikkatli olarak yoluna devam ediyordu. Kimseyle konuşup zamanını boşa harcamamalıydı. Sevdiği yollarını gözlüyordu çünkü. Her şeyi kendi içinde çözmeye çalışıyor, bu nedenle bazı yerlerde rengi değişiyordu. “Hay Allah ya! Önceden buradan akıp gidiyordum ne güzel. Şu tarafa kıvrılayım bari.” Neşesini yitirmemeye çalışarak akışını sürdürmeye devam etti Su. Taşların üzerinden geçti, üzerine dökülen yaprakların verdiği enerjiyle daha da coştu. Ama kendisini yok edecek zehirlerin bulaşmasından kaçınamadı ne yazık ki. Bu yüzden kaybettiklerinin yasını tutamadı.  Hızlı daha hızlı olmalıydı. Geçtiği bölgelerde yeni hayatlar onu selamladı. Bazıları içinden çıkmayıp onunla akmaya devam etti. Bazıları da ileride pusuya yatmış tehlikelerden söz ederek yolunu değiştirmesine yardımcı oldu. “Ah ne güzeldi eski zamanlar. Korkusuz bir şekilde her yere gidebiliyor, rahat bir şekilde sevdiğimle buluşabiliyordum. Güneşin gündüz ışığı, Ay ve yıldızların gece parıltısı duygularımıza katkı sunuyordu. Ama gel gör ki uyarılar üzerine yolumu değiştirmem bile tehditlerden korunmama yeterli olmuyor. Dün ben daha güçlüydüm. İnsanlar bana tapıyordu korkularından. Ama şimdi devir değişti. Onlar daha güçlü hale geldiler.” Ağlamamak için kendini zor tutuyordu.

“Aa inanamıyorum. Yolumuza devam edemiyoruz.” Alabalığın haykırışı sevgilisinin yerinden zıplamasına neden olmuştu. “Ne oldu ne oldu?” Karabalık Alabalığın işaret ettiği yere baktı. “Görmüyor musun? Daha ileri gitmeyelim diye neler yapmışlar.” “Hay aksi. Bu olayları duymuştum. Su akışının neden sona erdiğini, herkesin neden burada toplandığını anlamaya çalışıyordum.” Göz yaşlarını tutamayan Alabalık kendisini Karabalığın kollarına bıraktı. “Zaten sayımız da azalıyor günden güne. Direnemiyoruz artık.” “Yalnız sayımız mı? Gezeceğimiz alanlar bile yok oluyor. Hele büyük sulardaki yaşamın geldiği noktayı duysan. Ah ah!” “Ne oldu ya. Orayı da ele geçirdiklerini söylemeyeceksin değil mi” Bir an için yutkunan Karabalık çaresiz anlatmayı sürdürmek zorunda kaldı. “Koca koca abilerimiz ablalarımız yememeleri gereken şeyleri yutmuşlar. Onların da sayıları giderek azalmış” “Ee?” “Ne e’si. Anla işte.” “Ah ah! Peki bana zaman zaman anlattığın şeyler vardı ya. Hani nefes almamızı sağladıklarını söylüyordun. Adlarını unuttum.” “Canım ne çabuk unutuyorsun.” “İlla da adını bilmek zorunda mıyız anlamıyorum. Sanki isimsiz bir çiçeğin değeri yokmuş ya da bakılıp sevilmeye değmezmiş gibi.” “Sahi ya. Ne olur yani adı olmasa. Her neyse. Mercanları söylüyorsun. Onlara bile bulaşmış yabancı maddeler. Çoğu renklerini kaybetmeye başlamış bile.” “İnanmıyorum. Şimdi bana vereceğin çiçekler tek renk mi olacak.” Karabalık sevgilisinin bu saf çıkışına biraz bozulmuştu. Ama yine de onu sarıp sarmalamayı, öpüp okşamayı ihmal etmedi. Onu bu haliyle seviyordu.

Su ne yapsa yolunun üzerine konulmuş bariyerlerin diğer tarafına geçemiyordu. Yol bitmiş dünyanın sonuna gelmişti sanki. İnsanlar çok güçlenmişlerdi. Ancak kendisini desteklemek ve handikapları aşabilmek için bulut ormanı yaratması gerektiğini biliyordu. Eskisi kadar bunda da başarılı olamıyordu ya neyse. “Ben yolum üzerine yapılan engeller yüzünden kıvrılarak hayatımı sürdürmek zorunda bırakılıyorum. Yine de zaman zaman kollarıma hakim olamıyorum tabi. Yıkıp geçtiklerim de oluyor maalesef.” Diye hüzünle ve öfkeyle haykırdı Su. Denemekten vazgeçmemeliydi. Güneşe döndü yüzünü ve dileğini ona iletti. “Ah dostum. Ne olur bize yardım et. Işınların üzerimde gezinsin. Beni yavaş yavaş okşasınlar eskiden olduğu gibi. Bulut ormanlarını birlikte oluşturalım. Çoğalırsam bu bariyerleri aşabilirim diye umuyorum.” Güneş üzgün bir şekilde dinledi arkadaşının çağrısını. “Göndereceğim göndermesine ama bana ne olduğunu anlamıyorum. Ne kadar yavaş yollamaya çalışıyor olsam da ışınlarım çok sert iniyor aşağı. Sanırım yükselen dumanlar onların dengesini bozdu. Yollarının üstünde uğrayıp sohbet ettikleri bulutsuların çukurlarına düşüyor olmaktan ve tutunamamaktan şikayetçi olmaya başladılar. Böyle olunca onlar da hiç ara vermeden aşağı iniyorlar. Oysa dinlenerek inseler eskisi gibi her şeyler onları hoş karşılayacak. Olmuyor işte.” “Bir şey yapamaz mısın? Toprak senin de arkadaşın. Ona yetişmem, mahsur kaldığı yere bir an önce ulaşmam lazım.” Güneş bu çağrıya duyarsız kalamazdı. “Elimden geleni yapacağım. Toprağın zaman zaman yüzünü ölüme döndüğünü biliyor ve üzülüyorum.” Güneş ışınları sert bir şekilde Su ile buluşmaya başladılar. Her ikisi de yapabilecekleri başka bir şey olmadığını biliyor ve sertliğe boyun eğiyorlardı artık. Oluşan bulut ormanlarının taşıdıkları yükü aynı şiddette aşağı bırakacaklarını biliyorlardı. Gök gürültüsü ve şimşekler arasından aşağıya inmeye başlayan damlalar, şiddetli bir şekilde engellerin üzerine yüklenmeye başladı. Su diğer kollarını birleştirerek yerden yüklenirken yağmur damlaları da havadan saldırıyordu. İki gün içinde boşalması gereken bulutlar on beş dakika içinde aşağı inince duvarlar birer birer devrilmeye başladı. “Yaşasın kafeslerimiz yıkılıyor.” “Özgürlüğümüz bize bakanların da özgür olması demek aslında ama neden bunu anlamayıp bizi bir alana tıkıyorlar bilemiyorum doğrusu.” Kollar yeniden serbest kalmanın sevinciyle haykırıyordu. Engelleri aşanların sevinç çığlıkları uykuda olanları yerinden sıçrattı. Böylece Su, çatırdayan, yıkılan yerlerden süzülerek yoluna devam etti. Toprağın çığlıkları ona daha hızlı akması gerektiğini söylüyordu.  

Bu yağış sevgililerin yeniden birleşmesine neden olmuştu ama bir farkla. İkili yumuşak dokunuşların uzun sürmesine tutkuluydu. Özensizce yaşamak ve sertlik onlara göre değildi. Ama giderek bunu da kabullenmeye başlamışlardı. Yeter ki çocukları doğsun, yaşasın, büyüsün, mutlu olsundu.

Ne olmuştu böyle? Su artık zamanında gelmiyor bir arada olamıyorlardı eski sıklıkta. Suyu topraktan ayırmaya çalışan neydi, kimdi? İki sevgilinin arasına giren hain düşünceler nereden çıkmıştı. Kimse doğruyu bulamıyordu. Güneşi, yani var oluşlarının en önemli yandaşını suçluyordu herkes. “Bizi ayırmak istediğine asla inanmam.” Demişti bir sohbet anında Su Toprağa. Toprak kuruluğun yarattığı acıyla ona katıldığını söylemişti. “Öyle bir şeyi yapacağına inanmıyorum ben de. O bizim dostumuz. Dostlar birbirlerine ihanet etmezler.” Su coşkuyla sarılmıştı yoldaşına bu sözün ardından. Ne de olsa herkesi dinleme özelliği vardı. Kendisini dinleyenlere de huzur vermeyi biliyordu. Ayrıca kucağına sevgiyle gelen her şeyi arındırıyordu da.

Toprak, çocukları olan zeytinin, yaban mersininin, dağ çileğinin özürlü doğduğuna tanık olmuştu bu yıl. Artık tezgahlarda bir yanı soğan öteki yanı patates olan yeni türler ortaya çıkmıştı. Yaşamayı başaranların tatsız tuzsuz olması onlardan uzak kalınmasına neden olmaktaydı. Onları bir türlü istedikleri kıvama getirememiş, büyütememiş bozulmalarını engelleyememişti. Çocuklar da sevdikleri analarına destek olamamanın sıkıntısını köklerinin derinliklerinde hissetmişlerdi.

“Evet ama neden bu kadar sıcak gönderiyor ışıklarını anlamıyorum.” Konu tekrar Güneş’e dönmüştü. Toprak sevgilisini içine alarak korumaya çalışıyordu yakıcı ve zamansız sıcaklıktan. Kendisiyle buluşan her şeyin olumsuz enerjisini yok edip olumlusunu sunuyordu onlara. Kucaklayıcıydı. Şefkatini ve üretkenliğini sevgiyle sunardı. “Hiç içimden çıkmasan. İkimiz için de ne güzel olur.” “Evet haklısın ama o kadar heybetlisin ki her tarafına zamanında ulaşmam gerekiyor. Şimdiden birçok yerde senin canlı sarılışlarını, sevgiyle dokunuşların coşkulu karşılayışlarını bulamaz oldum. Parçalarımız birer birer gidiyor görmüyor musun?” “Görmez olur muyum? O acıları nasıl çektiğimi ben biliyorum. Yüreğimden kopanları koruyamadığım için sana da mahcup durumdayım. Çok bekledim seni inan. Artık elimden onların düşüşünü, kopuşunu yok oluşunu izlemek dışında bir şey gelmiyordu. O nedenle bırakmak zorunda kaldım. Gittiler. Uzay onları çaresizce yüreğine bastı. Ama yapacak bir şey yok.”  

“Ah şu insanlar. Güzellikleri kendi başına görebildikleri güveni yeniden kazansalar keşke. O zaman değerimiz daha çok anlaşılır sanırım.” Küçükten gelen bu söz karşısında herkes şaşkınlıkla birbirine baktı. Nesiller değişerek geliyordu. “Ne de olsa değişmeyen yok olur. Evrimin yasası bu öyle değil mi?”  “Öyle.” dedi Toprak. “Ama değişime de ket vuruyor bu sahtekarlar.”

İki sevgiliydiler birbirlerinden vazgeçemeyen. Güneşin ışınlarındaki sıcaklıkla birbirlerine sarılmayı sever, toprağın derinliklerine girmekten zevk alır, hayatın sürmesine neden olurlardı yeryüzü var olduğundan beri. Cilveleşen sevişen, birbirlerinin imdadına koşanlardı zor zamanlarında. Kah Su koşuyordu çatlayan Toprağın imdadına kah Toprak derinliklerini açarak sevgilisini koruyordu sıcağın ve kirlenmenin etkisinden. Toprak çocuklarının kendi aralarında yaptıkları konuşmaları duydukça kahroluyordu. Çaresiz kalmanın sıkıntısı büyüktü. Oysa o onların neşeli haykırışlarına alışıktı. Kulakları hep hüzünle dolmaya başlamıştı şimdi. “Eksikliğimizi hissetmelerini sağlamaya çalışıyorum dönem dönem,” Diye haber göndermişti Toprağa. “Nasıl yapıyorsun bunu?” “Uzun süre yüzümü göstermiyorum onlara.” Diyerek yanıtladı sevgilisinin sorusunu. “Sen böyle yapınca ben de etkileniyorum Biliyorsun. Yavrularımız tükeniyor.” “Benden olmuyor ki o.” Su savunma yapmak zorunda kaldı. “Üzerine atılan bizim ürünümüz olmayan yabancı maddeler yok ediyor seni. Ah şu sahte bilim insanları!” “Haklısın aslında.” İki arkadaş birbirlerine sarılıp suskun kaldılar bir süre. Çocuklarının söylediklerini dinliyorlardı yeniden.

“Neden üzgünsün, canım.” “Nasıl üzgün olmayayım. Artık kimse bana dokunmak istemiyor. Görmüyor musun?” “Bana da dokunmuyorlar inan. Nerede o eski zamanlar. Keyifle sarılıp severlerdi bizi. Ne kadar güzel tat verdiğimizi şarkılarla türkülerle bağırır çağırılardı.” “Evet ya. Dünyanın her yerinden sadece bu nedenlerle gelirlerdi.” “Ya ya. Sormayın. Ben de aynı durumdayım. Giderek azalıyorum da. Oysa bir dokunuşa bir şefkate neleri vermezdim.” “Aslında onlar da bundan zevk alıyor ömürlerine ömür kattığımızı söylüyorlardı, değil mi. Ne oldu şimdi?” “Sormayın arkadaşlar. Aldığımız habere göre Tabiat ülkesinde yaşayan arkadaşlarımız birer birer yok olunca oranın insanları kuşlar gibi göç etmeye başlamışlar başka ülkelere. Eksikliğimizi neden anlamıyorlar. Çok şaşırıyorum” “Neden yok olmuş arkadaşlarımız?” “İki sevgili artık bir araya gelemiyormuş orada.” “Bizim gibi yani. Artık üzerimize yuva yapanları, konanları, gezenleri eski sıklıkta göremiyorum. Çoğu arkadaşımız bu yüzden yaşamlarına son verdi. Ah o dokunuşlar olsa yine çoğalsak.”  Ormanya’nın yaşayanları sancılar içinde birbirlerine sokuldular. “İki sevgili derken Toprak ve Su’yu söylüyorsun değil mi?” “Evet ya. Toprak ve Su’yun aşkını bilmiyor musun? Bizi yaratanlar yani.” “O daha küçük canım. Yeni yeni öğreniyor hayatı.” Herkes küçüğe dönüp baktı bu söz üzerine. Biraz da mahzun bir bakıştı. Gelecekten ümitlerini yitiriyorlardı giderek. Bu küçüklere yazık olacak der gibiydiler.   

 “Doğa hayatta kalmanın şiiri aslında. Seyredilen hayatta kalırsa seyreden de hayatta kalacak demektir.” Küçüğün bilgece konuşması karşısında Toprak üzerindeki taşları, Su da otları yutacaktı neredeyse.

Hamit Ergüven