Bu fotoğrafı geçen gün birisi vermişti. Daha sonra bakarım diyerek ayaküstü çantama koymuştum. Şimdi elime geçince hatırladım, Nergiz’di, koltuğa oturup dikkatlice bakıyorum. Caddenin denize yaslandığı bu köşe tanıdık. Sonra hemen kıvrılarak denizi geride bırakıyor yol, tepeye doğru farklı bir kavisle uzanıyor. Fotoğrafı uzaklaştırıp bakıyorum, yok çıkaramıyorum, gözlüklerimi takıp  yeniden dikkatlice bakınca, ah evet işte Kuzguncuk burası. Evet evet Kuzguncuk ama sanki biraz değişmiş mi ne? Deniz ile cadde arasında iki katlı küçük bir ev göze çarpıyor. Alt katındaki bahçe girişi bakımlı ve çok iyi aydınlatılmış, AY KAFE tabelası kocaman. Üzerindeki yazı, dolunayın yansımalarının birbirini kovaladığı şeffaf bir gümüşi zemin üzerine yazılmış. Hmm gece çekilmiş bu fotoğraf da ondan tam çıkaramadım.

Bir zamanlar meşk-i mekânım da olan bu iki katlı evi şimdi tanıdım. İyi bakmışlar, çok güzel olmuş bu haliyle, gençleşmiş sanki. Hey gidi günler hey, nasıl da geçmiş zaman.

Üsküdar Musiki Cemiyeti kurucularından biri de babamdı, annem de ilk koristlerden. Sesimin güzelliğini annemden almışım, evdeki musikişinaslık da bulaşıcıydı galiba, Kandilli Kız Lisesi’nden mezun olunca kendimi Üsküdar Musiki Cemiyetinde buldum. Cahit ile orada tanıştık. O da bir musikişinastı, Kanun çalıyordu. “Gözlerinin içine başka hayal girmesin” şarkısını söylerken ilk kez birbirimize takılan bakışlarımızda Cahit’in benim hayatımda özel bir yeri olacağını hissetmiştim. Sonraki günlerde nasıl olduğunu anlamadan kendimi onun yanında buluyordum ya da o benim yanımdaydı. Musiki dışındaki konulardan da konuşmaya başlamıştık. Onun adliyede zabıt kâtibi olarak çalıştığını ama işini hiç sevmediğini öğrendim. Sağlığı pek yerinde olmayan babası da adliyede çalışıyormuş. Annesi ve kız kardeşi ile birlikte Üsküdar’da bizden üç sokak aşağıdaki bir evde oturuyorlardı. Musiki cemiyetinde birlikte olduğumuz saatler bize yetmeyince sohbetimize dışarıda muhallebiciler ve pastanelerde buluşarak devam ediyorduk. Cahit ellerimi avuçlarına alıp bana şiirler okuduğunda yanaklarım al al oluyor, içimi büyük bir heyecan kaplıyor, midemde sürekli kanat çırpan bir kelebeğin varlığını hissediyor, bundan da çok hoşlanıyordum.

İlk dansımızı cemiyetin yılbaşı balosunda yapmıştık. Beni dansa kaldırdığında “Sevdim bir genç kadını, ansam onun adını” Ayperi diye kulağıma fısıldayışını her hatırladığımda yüzüme ateş basıyor. “Sabahları seninle uyanmak istiyorum” onun evlenme teklifiydi. Nasıl da heyecanlanmış ve mutlu olmuştum. Sonrası çok çabuk ve kolay oldu. Annemler zaten Cahit ile tanışıyorlardı. Ailelerin tanışmaları, isteme, söz, nişan göz açıp kapatıncaya kadar oldu. Bir tek babaannem Cahit’in kız kardeşinden yani müstakbel görümcemden pek hoşlanmamıştı. Nişanlandığımızda aylardan Mayıstı, hemen iki ay sonra da doğum günüm. Beni yemeğe götürdüğü lokanta Kuzguncuk’ta deniz kıyısında beyaz masa örtüleri olan şık bir yerdi. Şimdi İsmet Baba Restoran oldu orası. Bugünkü gibi gözümün önünde işte: Temmuz sıcağını uzaklaştıran boğazın esintileri arasında gidip gelen mumun alevi kadehlerin üzerinde ebruli yansımalarla salınıyor. Denizin ortasında sadece ikimiz. Etrafımızı saran sisin yarı şeffaf yumuşaklığında, damağımızda şarabın bıraktığı burukluğa inat kadehlerde göz alıcı alev kırmızısıyla Siduri’nin kanatlarında, bulutların üzerinde geziniyoruz. Ve bir kutu bırakmıştı avucuma, “bu senin yürek güzelliğine armağan” diyerek. Kutuyu açtığımda gördüğüm harikulade güzellikteki  Telkâri tavus kuşu bir çift küpeyi çok beğenmiştim. O yıldan sonraki her doğum günümde Cahit bana bir çift telkâri tavus kuşu küpe vermeyi ritüel haline getirdi.

Evliliğimizin on yedinci ayında rahatsız olan babası yataktan kalkamaz oldu.  Ev hanımı olan annesi ve nişanlandığı için okulunu yarım bırakan kız kardeşi daha çok arar oldular Cahit’i. Zamanımızın çoğunu onlara ayırıyor, destek olmak için elimizden ne geliyorsa yapıyorduk. Babasının “Ölmeden mürüvvetini göreyim kızımın” isteği üzerine kolları sıvamışken ille de düğün isteriz diyen kız kardeşi ile nişanlısını şaşkınlıkla karşıladık. Kayınvalidem, baban bu durumdayken ne düğünü evladım diye çıkıştı. İki gün adamcağızın odasında sabahtan akşama nöbet tuttular, ağzından girip burnundan çıktılar, o da düğün diye tutturdu yattığı yerden. Pişkinlikle babam da istiyor zaten cevabını alınca bu sefer de düğün telaşına düştük. Bir yanımız buruk, koşuşturmaktan düşünmeye fırsatımız olmadı. Görümcemin evliliğinden bir yıl kadar sonra kayınpederim vefat etti. İyi ki dileğini yerine getirdik.

Biz kendimize gelememişken, henüz acımız tazeyken, babasından kalan iki evin ikisinin de kız kardeşine verildiğini öğrenince çok büyük bir hayal kırıklığına uğradı Cahit. Gelecekte babasından kalacak bir evin geliriyle kanun çalacak ve musiki ile ilgilenecek, adliyedeki işinden ayrılacak diye hayal kuruyordu yıllardır. Bu hayallerinin yıkılması ve Zabıt Kâtipliğine mecbur olduğu duygusu onda çok büyük yıkıma yol açtı. Ben de hiçbir anlam veremedim bu duruma. Haftalar, aylar boyu süren uykusuz gecelerimizde birbirimizi teselliye çalışıyorduk. Bu arada babaannemden sonra önce babamı daha sonra da annemi kaybetmiştik. Kuzguncuk’taki ev bomboş duruyordu. Cahit’e o evin varlığını hatırlatıp, yeter artık bu kadar üzüntü, kendini helak ettin daha fazla üzülme dedim. Ha onun babasından kalan ev olmuş, ha benim ailemden kalan ne fark edecek diye ne kadar dil döksem de onu ikna edemiyordum. Cahit ailesinin kendisine yaptığı bu haksızlığın nedenini bir türlü anlayamıyor ve kız kardeşinin de fütursuzca bu durumdan faydalanmasını kabul edemiyordu. Onlarla konuşarak iyilikle doğru kararı almaları için uzun bir zaman tanısa da sonuç değişmedi. Onda artık bir takıntı halini alan bu miras meselesi hayatımızı allak bullak etmişti. Davanın açılmasından önce defalarca bir araya gelip konuşmalarına rağmen, kız kardeşinin kocası yapılan bu yanlışlığı kabul etmeye bir türlü yanaşmadı. Gidiyorsan mahkemeye git, açacaksan davayı aç. Ne yapıyorsan yap diyerek çirkinleşmekte beis görmedi terbiyesiz herif.  Cahit kendi hakkından feragat edip evlerden birinin artık epeyce yaşlanmış olan annesine verilmesi için ısrarcı olsa da gene sözünü dinletemedi. Annesi ve kız kardeşi de damadı ikna etmeyi başaramayınca Cahit davayı açmak zorunda kaldı. Uzun süren dava süreci yıpratıcıydı. Artık o kaygısız günlerimiz gerilerde kalmıştı. Mahkeme faslı kocaman çamur rengi bir kabuk gibi bütün hayatımızı kaplıyordu. Kalp krizi geçirip hayatını kaybettiği o günden bir gün sonra davanın son celsesi yapılacaktı. İki gün önce Cahit’i tehdit eden bir notu onun ceketinin cebinde bulduğumda şaşkınlıktan nutkum tutulmuştu. Notta: “Bu sana son uyarımız davayı geri çekmezsen sonucuna katlanırsın” yazıyordu. Daha sonra kız kardeşinin kocasının kumar borcu nedeniyle başına musallat ettiği o adamlar tarafından tehdit edildiğini, o gün işyerinde kalp krizi geçirerek hayatını kaybetmesine sebep olduklarını öğrendim. Çaycı kahvesini götürmek için odasına girdiğinde o adamları görmüş, onların hallerine bakarak şüphelenmiş ve bunların ne işleri olur Cahit Bey ile diye düşündüğünü bana anlatmıştı.

Cahit’in ani kaybından sonra yapayalnız kalmıştım, anılarımızın dolup taştığı o evde kalmak istemiyordum artık. Yaşlı kayınvalidem çok ağladı oğlunun arkasından. Ben de damadının “marifetlerinden” bahsetmedim. Görümcem ve kocasını katiyen görmek istemiyordum. Dava kazanmak, mahkeme, hiçbir şey umurumda değildi. Cahit yoktu artık, onu geri getiremezdim.

Kuzguncuk’ta babaannemden kalan eve yerleşmeye karar verdim. İki katlı bu evin tadilata ihtiyacı vardı. Üst katında ben oturacaktım da giriş katı küçük bahçesiyle birlikte bir musiki mekanı olur muydu acaba Cahit’in istediği gibi diye düşünmeye başladım. Cemiyetten gelen arkadaşlar burayı gördüklerinde bayıldılar. Biz de tam böyle bir mekân olsa da gitsek diyorduk, çok güzel düşünmüşsün diye beni yüreklendirdiler. Cahit’in kanununu ben çalacaktım, bana da çalmasını öğretmişti. Hem çalacak hem de söyleyecektim. Burası küçük bir çay ocağı da ister dediler, sonra tost da olsa iyi olur derken adım adım yerleştirdik arkadaşlarla alt katı. Pek güzel oldu. Duvarlar boş kalmasın diye bir yüzüne babaannemin nakışlı dantelli örtülerini, diğer taraftaki panoya da Cahit’ten hediye telkâri tavus kuşu küpeleri yerleştirdik. Daha sonra gelenlerden bunları pek beğenip satın almak isteyenler olunca, küpeler için Mardin’e sipariş verip yaptırmaya başladım. Meşk-i Mekân musiki severlerin çok rağbet ettikleri bir mahfil olmaya uzun yıllar devam etti. Cahit’in adını anmadığımız tek bir meşk anı olmadı. İyi ki de öyle oldu.

Artık meşk-i mekân beni zorluyor, üst katta daha çok zaman geçiriyorum. Zaman ilerleyince yorgunluk daha çok hissediliyor, yapılacak her şey gözünde büyüyor insanın. Bir yıldır mekâna gelen genç bir çift var, “çok seviyoruz burayı, her geçen gün daha fazla bağlanıyoruz” diyorlar. Hele Nergiz pek hamarat, marifetli hem de güler yüzlü. Birkaç kere sabah açıp akşam kapanıncaya kadar kaldılar. Ben de “işlerim var, siz ilgilenin” diye önce bir hafta boyunca onlara bıraktım. Baktım gayet güzel götürüyorlar bir ay, arkadan iki ay derken mekânı bu hevesli gençlere devretmeye karar verdim. Konuştuk, onlar da teklifin benden gelmesine memnun olduklarını söyleyip heyecanla kabul ettiler. Bir zamanlar acılarımın hafiflemesine yardım eden, yaşama devam etme gücümü geri kazandıran fotoğraftaki bu evin adı şimdi AY KAFE oldu.

Nihayetinde oradan ayrılma zamanım gelmişti. Taşınmak istediğimi birkaç yakın eş, dost ahbaba da açtım. Konuştuk ölçtük biçtik. Onların “Buraya yakınımıza gel sen de” ısrarlarıyla kararımı verdim. Moda’da buldukları bir kaç eve baktıktan sonra beğendiğim bu eve taşınıp yerleştim. Üsküdar’dan sonra Moda’ya alışmak biraz zaman alsa da arkadaşlarımın varlığı her şeyi kolaylaştırıyor. Denizi uzaktan gören küçük balkonumda kahve içip çiçekleri sulamayı, parktan gelen kuş cıvıltıları ve çocuk seslerini dinlemeyi seviyorum.

Son zamanlarda balkonda otururken kulağıma ara ara gelen müzik seslerinin komşu dairelerden mi yoksa sokaktan mı geldiği anlaşılmıyor. Hepsi birbirine karışıyor, müzik değil de uğultu, gürültü. Arada içim geçiyor duymuyorum. Dayanamayıp içeri kaçtığım da oluyor. “Alaturka” istasyonuna ayarlı radyomu dinlemek hoşuma gidiyor. Çayım da demlendi, alıp balkona çıkıyorum, sesler kesilmiş. Koltuğa oturup çayımı yudumluyorum. “Sevdim bir genç kadını” tangosunu duyar gibi oluyorum. İşte şimdi gene duyuyorum, içeri geçip bakayım radyo mu açık kalmış acaba? Komşudan da geliyor olabilir. Kalkıp salona yürüyorum, radyoya yaklaşıyorum. Önceden kulağıma belli belirsiz gelen tangonun sesi odaya doluyor. Nasıl olur, elimi sürmedim ki radyonun düğmesine. Doğrulurken konsolun aynasını kuşatmış güneşin kızıl ışıltısı gözümü alıyor, başım dönüyor hafif sendeliyorum. Hayal meyal seçebiliyorum şimdi aynada, Cahit ve ben sarılmışız tangonun sisinin içinde ahenkle salınıyoruz. Anlıyorum, beni de sonsuzluğa götürmek için gelmiş, başımı omzuna dayıyorum.

Işık DEMİRTAŞ