(7 Şubat 1933 – 22 Ocak 2016)
Yazın hayatına öykücülükle başlar Tahsin Yücel. İlk öyküsü olan “Dert Çok, Hemdert Yok!”, bir derlemede (Yeni Hikâyeler 1950) yayınlanır. Varlık, Seçilmiş Hikâyeler, Yeryüzü, Beraber ve Mavi gibi dergilerde öyküleri yayınlanmaya devam eder. Öykülerinde sosyal adalet kavramını öne çıkarır. “Toplumcu gerçekçilik anlayışı ile öykülerini oluşturan Tahsin Yücel, bu kavramı ilk dönem öykülerinde sıkça ele alır. Toplumu oluşturan sosyal sınıflar arasındaki ekonomik dengesizlikler, ekonomik olarak zayıf sosyal sınıfların diğer sosyal sınıflara karşı baskısı öykü kahramanları tarafından kimi zaman ironi ile dile getirilir. Öykülerde sosyal adalet; özellikle emeği ile çalışanların yaşadıkları zorluklar, eğitim eşitsizliği yüzünden okulu bırakan bireyler, yoksulluk yüzünden topluma ve kendine yabancılaşan kişiler ve sınıf farklılıkları nedeniyle toplumdan dışlanan öykü kahramanları aracılığı ile ele alınır. Yine öykülerde; insan onuruna yaraşır bir askeri yaşam standardına kavuşmayan kimi öykü kişileri de toplumdan uzaklaşmayı tercih eder.” (M. Onur Hasdedeoğlu, Şenol Danışman)
Tahsin Yücel’in öykü ve roman dışındaki eserleri için yapılan yorumlar da dikkat çeker.
Eleştiri Kuramları Kitabı: Tahsin Yücel, 2007 yılında yayımladığı Eleştiri Kuramları kitabında kuralcı eleştiri, olgucu eleştiri, kaynak eleştirisi, oluşum eleştirisi, toplumbilimsel eleştiri, ruhbilimsel eleştiri, iç eleştiri, yazınbilim, izlekçilik, göstergeçözümleyim, yazınsal göstergebilim gibi eleştiri kuramlarına yer verir. Türk edebiyatı için kuramsal eleştiri yeni olsa da Batı için çok eskidir. Yücel bu konuda kuramın tarihinden bahseder. Guy de Michaud’ya göre edebiyat eleştirisi 18. yüzyılda, Almanya’da doğar. 19. Yüzyılda Darvin ve Renan ile bir dönüm noktası yaşanır. Tahsin Yücel kitabın giriş bölümünde Roland Barthes, F.L. Lucas, Fontanier, R. Wellek ile A.Warren’in yaklaşımlarından kısa özetle verir. Eleştiri konusunda Fethi Naci’nin Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme (1981) kitabının eleştirel yöntemine değinir. (Berna Moran)
Tahsin Yücel, yurtiçi ve yurtdışında ses getiren yazınsal incelemelerinin yanı sıra İsveç’çe, Fransız’ca çevirileri de vardır. “Kendi yapıtlarını Fransızcaya çevirdikten sonra yaşadığı bu özel çeviri sürecini başka yazarların metinlerini çevirirken yaşadığı süreçten ayıran özellikler üzerine düşünceler geliştirmiştir. Kendi öykülerini çevirirken daha özgür bir çeviri stratejisini benimsediğini belirtmiştir. Bir bilim ve yazın insanı olarak çevirinin farklı alanlarında yaptığı çalışmalarla yayın ve kültür dünyamızın gelişmesi için son derece önemli bir katkıda bulunmuştur. (Ayşe Ece)
Öykü, roman, deneme, eleştiri, masal, inceleme, derleme ve çeviri türünde birçok eseri olan Tahsin Yücel ödül ve unvanlar da alır.
Ben ve Öteki kitabındaki Önü öyküsü ile kendisini anıyoruz.
ÖNÜ
Şimdi daha iyi anlıyorum: o dönüp dolaşıp kendi kendine gelmeleri de kendi kendinden kopmanın, başka başka insanlara bölünmenin, başka başka insanlarda parçalanıp ufalanmanın başlangıcıydı gerçekte. Ama bunu kendisi de bilemezdi: çok küçüktü, hem de çok dar bir alanda dönüyordu, en kolayın, en rahatın alanında: her şeyi adlara bağlıyordu. Ötegeçe’de bir çocuk, diyelim ki Ürüstem, aramıza ayağında yeni bir pabuçla geldi mi Memedali her şeyi bırakır, hışımla evlerine koşardı: “Kız ana, ne diye Memedali koydun benim adımı, neden Ürüstem koymadın?” diye çıkışırdı anasına. Anası bu değişmez kızgınlığın yeni nedenini öğrenmek ister, şaşırmış gibi yaparak “Neden oğlum?” diye sorardı. “Neden olacak?” diye gürlerdi Memedali: “Şimdi o kırmızı ayakkabıyı ben giyecektim!” Evlerinde, yazın yeşil, kışın kuru soğan eşliğinde gınlaktan geçirilmesine çalışılan, yarı-yavan bulgur pilavının çevresinde toplandılar mı son bayramda yedikleri yemek gelirdi hemen gözlerinin önüne, sonra Ürüstem’lerin evinde her gün yeni bir bayram yemeği yenildiğini düşünür, üzgün üzgün çevresindekilere bakarak içini çekerdi: Şimdi taşıdıkları adlarla adlandırılmakla kötü bir oyuna gelmişlerdi ona göre: adamca bir yemek bile yiyemiyorlardı. Bayram yemeklerini saymazsak, Memedali her yemekte bir kez daha kızardı bu işte. “Kız ana!” diye başlardı öfkeyle.
Ürüstem’in Hacer Bacısının Cumali’ye gelin gitmek üzere olduğu, bu gidişin sıkı hazırlıkları dolayısıyla, anasının Ürüstem’in anasına yardıma geldiği günlerden birinde, Ürestem’lerin evinde, yanlış bir kapı iterek, belki keklik yürüyüşü, belki ak kolları, belki büyüklerden duyduklarımızın etkisiyle, hepimizin özlem dolu bir gözle baktığı Hacer Bacımızı Cumali’nin kucağında görünce de aynı zorlu öfkeyi duymuştu Memedali: asıl itmesi gereken kapıyı ittikten sonra, anasını görür görmez, odayı dolduran bir sürü insanın varlığına kulak bile asmadan, en yüksek, en kızgın sesiyle, kaçınılmaz soruyu sormuştu: “Kız ana, ne diye Cumali koymadın adımı?”
“Neden oğlum?”
“Hacer Bacımı ben alırdım şimdi kucağıma!”
Evet, hep böyleydi işte. Oynamaktan bıkıp da şöyle biraz oturduk mu hemen adlardan söz açardı. Öyle de konuşurdu ki, söylediklerinden etkilenmemek çok zordu.
O soğuk ikindide, Gariplik’le Ötegeçe arasındaki bahçelere doğru yürüdüğümüz sırada da aynı konuyu işliyordu: işte, üşüyorduk, sıcak giysilerimiz yoktu, nedeni açıktı bunun: Ürüstem değildi adımız, Nevzat da Hamdi de değildi. Ürüstem, Nevzat ve Hamdi hiçbir zaman üşümezlerdi: Ürüstem, Nevzat ve Hamdi’ydi adları, oysa biz ikimiz donuyorduk. Memedali söylemiyordu, ben de hiç düşünmüyordum ya bir başka nedeni daha vardı üşümemizin: köylüler, bir iki gün önce, yukarıdan aşağıya doğru daralan, üstleri açık, altları kapaklı gübre sandıkları içinde, çullara sarılı ölüler getirmişlerdi eşekler üstünde, sandıklarıyla birlikte, Gariplik’in alt yanına, at, eşek, köpek ölülerinin atıldığı yere bırakıp gitmişlerdi: dört sandık ölü. Ama kaç tane? Bilmiyorduk. İkiye büküp sokmuşlardı ölüleri sandıkların içine, ne var ki, iyice sığdıramamışlardı: kimisinden iki ayak çıkıyordu dışarı, kimisinden daha fazla. Ben de, Memedali de sayıları yeni öğrenmiştik, sandıklardaki ölülerin sayısını da bilmek istiyorduk. Ne var ki yaklaşamıyorduk bir türlü, çok korkuyorduk, hele şimdi, yellerin, belki de başka şeylerin etkisiyle, çaputlar dağılıp ayaklar çırılçıplak ortaya çıktıktan sonra! Gene de her gün biraz daha fazla yaklaşmak istiyorduk, belki yaklaşacaktık da, alışacaktık sonunda.
Söylediklerine göre, uzak bir köyde, mantar yiyip ölmüştü ölüler, şimdi gömülmek için, savcıyla hekimi bekliyorlardı, onlar da, sobalarının başından ayrılmak istemediklerinden olacak, geleceğe benzemiyorlardı. O soğuk ikindide de gelmemişlerdi, ama bu kez ölüler yalnız değildi: yeşil poşulu bir köylü kadın vardı aralarında. Bir sandığı yan yatırmış, karlara oturup ayaklarını sandığın geniş ağzının kıyılarına dayamış, iki eli sandığın içinde, didinip duruyor, bir ölüyü çıkarmaya çalışıyordu. Her zaman gelebildiğimiz yere dek gelip durmamızdan az sonra da çıkarmış, sandıktan kurtulan ölüyle birlikte, buzlaşmış karların üzerine devrilmişti. Olduğumuz yerde donup kalmıştık, birbirimizin elini tutmaktan başka bir şey gelmemişti usumuza. Sonra birdenbire yeşil poşulu kadının çığlık çığlık bağırdığını işitmiştik: “Memedali! Memedali! Memedali!” Unutamam, bir zorlu akıma tutulmuş gibi sarsılmıştı Memedali’nin eli. Sonra gene aynı çığlık çınlamıştı kulaklarımızda: “Memedali!”
Memedali’nin elini elimden kurtarmasıyla yeşil poşulu kadına koşması bir olmuştu: varmış, asker gibi karşısına dikilmişti. Ama kadın “Memedali! Memedali! Memedali’m!” diye haykırmakla kalıyordu, başını kaldırıp bakmıyordu hile Memedali’ye. Bir de ölünün taşlaşmış yüzünü öpüyordu durmadan. Durmadan çırpındığı için, ölü de çırpınır gibiydi, ama başka türlü, tüm bedeniyle, kalçadan bükülmüş bacakları bir yerde, bir havada. Ölü olan Memedali’ydi sanki: donmuş gibi duruyordu karşılarında. Neden sonra, benden yana döndüğünü, tıpkı gittiğindeki gibi, var hızıyla koşmaya başladığım görmüştüm. “Oraya dek gitti de saymadı,” demiştim içimden. Ama hemen unutmuştum bu konuyu: Memedali sapsarıydı, çok üşüyordu, göğsü inip inip kalkıyordu, kim bilir, nasıl çarpıyordu yüreği! “Memedali,” demiştim usulca. Başını çevirip bakmamıştı bile. Neden? Bilinmez. Belki artık tüm Memedali’lerin öldüğünü düşünüyordu, belki de, yeryüzünün tek Memedali’si kendisi olmadıktan sonra, kendisine “Memedali!” diye seslenenlere yanıt vermenin gereksiz olduğunu.
Söylemek bile fazla, daha ötesini düşünemezdim o sırada: her şeye, herkese birden yönelmiş bir açılımın, dönüşsüz bir atılımın eşiğinde bulunduğunu, bundan böyle ‘herkes’ olacağını nereden bilecektim?
Hazırlayan: Muhsin Başaldı