1 Şubat 1930 yılında doğan Muzaffer Buyrukçu, yoksulluk sebebiyle tahsilini yarım bırakarak iş hayatına atıldı. Toprak Mahsulleri Ofisi’nde yirmi yıl çalıştıktan sonra emekli oldu. Sonraki yaşamında edebi kimliğine ağırlık vererek arkadaşlarıyla iki ortak kitaba imza attı. Dergilerde öyküleri yayımlandı. 1959 yılından Korkunun Parmakları kitabıyla ses getirdi. Türk öykücülüğüne getirdiği yenilik, özgürlük ve kazandırdığı boyut konuşuldu.

Öyküleri yabancı dillere çevrilen Muzaffer Buyrukçu, ilk ödülünü 1946’da Tanin gazetesinin açtığı öykü yarışmasından aldı. Ardından Korkunun Parmakları‘yla 1959 Dost dergisi birincisi seçildi. Bulanık Resimler adlı kitabıyla 1962 TDK Öykü Ödülü’nü, Kuyularda‘yla 1963 Otağ Dergisi En Beğenilen Öykücü Ödülü’nü, Kavga‘yla 1968 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı, Yüzün Yarısı Gece adlı kitabıyla 1994 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü ve Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazandı. Ayrıca yine 1994’te Aynalar adlı dosyasıyla da yayımlanmamış öykü dalında 1994 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü Sulhi Dölek’le paylaştı.

22 Ağustos 2006’da hayatını kaybetti.

1992 yılında yayımlanan günlüklerinden oluşan Anında Görüntü kitabından bir anısını paylaşıyoruz:

3.3.1970

Cemal Süreya’yla Papirüs’ün yönetim yerindeydik. İçerisi buz gibiydi, elektrik ya da gaz sobası yanmadığı için; paltolarımız sırtlarımızda, kaşkollarımız boyunlarımızdaydı, bizi etkileyen soğuğun gücünü azaltmak amacıyla sürekli deviniyor, vücutlarımızdaki sıcaklığı dengede tutmak umuduyla sık sık çay içiyor, bir yandan da abonelere yollayacağımız dergileri zarflara koyuyorduk.

Ve hayran olduğumuz Marilyn Monroe hakkında konuşuyorduk.

Cemal Süreya, ince belli çay bardağındaki son yudumu boşalttı ağzına, yüzüme baktı, “Onun gibi kadınların aşklarında, geçmiş çağlarda yaşayan bütün kadınların aşkları saklıdır” dedi.

“İyi bir saptama” dedim sevinçli bir sesle, “böyle bir ortaklığı temsil ettikleri için mi efsaneleşirler dersin?”

“Evet, öyle” dedi Cemal Süreya, bozuk bir dergiyi ayırdı.

“Efsane kahramanlarının çoğunun hayatında bir dram vardır ve gençtirler” dedim; ağzımdan çıkan bir tutam sis rengindeki buharı gördüm.

“Her efsanede halkın temel trajiğinden bir parça vardır. Efsane kahramanlarını ölümsüzleştiren ise trajedi ve gençliktir”, dedi Cemal Süreya.

“Yaşlı, beli bükülmüş bir efsane kahramanına da dayanılmaz doğrusu” dedim.

Kapı çalındı ve aynı anda kol yavaşça aşağıya büküldü, yazıhaneye dudaklarının sol ucunda tüten sigarasıyla (yarılanmış) Behçet Necatigil girdi. Dışardaki sert hava solgun yanaklarını kızartmıştı, gözleri sulanmış gibiydi. Sağ elinde dolu olduğu anlaşılan bir çanta vardı. Gülümsemesine gülümsemeyle karşılık verdik ve kucakladık.”

“Hoş geldiniz üstat” dedi Cemal Süreya, oturması için koltuğunu gösterdi ama, “Hayır, burası uygundur” dedi Behçet Necatigil, kimseyi tedirgin etmek istemediğini belirten bir sesle; peykeyi andıran üstü kauçuklu sıraya ilişti, çantasını kucağına aldı, açtı, ellerini dirseklerine kadar soktu. Yarlık Yayınevi, altı kısa oyununu Üç Turunçlar adıyla yayımlamıştı, yalnız yanlışlıklar çoktu, “radyo oyunu” olduğu belirtilmemişti, iç kapaktaki oyun sayısı beşti, kitap ansızın bitiyordu ve ” İçindekiler” başlığı konulmamıştı. İlkin sinirlenmiş, sonra üzülmüştü; öfke, kırgınlık, hesap sorma durmadan yer değiştirmişti, şimdi ise sadece üzülüyordu. Yeni bir sigara yaktı iyice küçülmüş izmaritin ölgün ateşinden. “Yanlışlıkların getireceği acılar düşünülmez hiç.”

“Oysa acıların çoğu yanlışlıkların eseridir”, dedim.

“Dalgınlıklar, unutkanlıklar, sorumsuzluklar da doğurur yanlışlıkları”, dedi Behçet Necatigil, başını önüne eğdi, bir tane bana bir tane Cemal Süreya’ya imzaladı.

“Dost Buyrukçu’ya

Gürültüsüz sürelerde. B. Necatigil 3.3.1970″ yazısını tekrar tekrar okudum. “Teşekkür ederim, sağ olun, kutlarım!” Coşkuyla yanaklarından öptüm.

Cemal Süreya kitabı şöyle bir karıştırdı, “Baskısı iyi” dedi, kutladı.

Behçet Necatigil, birkaç kez gelmişti ama bizi bulamamıştı; kapı hep kapalı, oda hep sessizdi ve görüşme, konuşma isteği gerçekleşmediğinden ötürü canı sıkkın olarak geri dönmüştü.

“Matbaaya gidiyoruz, kâğıtçıya gidiyoruz, bayileri dolaşıyoruz”, dedi Cemal Süreya, hikâye anlatıyormuş gibi bir dille. “Gelenler bulamayınca kızıyor.”

“Gelenler, arayanlar bulmak ister”, dedi Behçet Necatigil o sakin, etkileyen üslubuyla. “Dönerken götürecekleri pişmanlıklar, acılar olsa bile.”

“Bence de,” dedi Cemal Süreya, “önemli olan götürülendir.”

“Sevinçler de götürülür ve birinci sınıf ağırlıklardır, değerlerdir” dedim.

“Sevinçler azdır” dedi Behçet Necatigil. Sesi hüzünlü bir zarla kaplandı.

“Çay içer miyiz hoca?” dedim.

“Sıcak bir çay… ” dedi Behçet Necatigil.

Recep’e seslendim: “Papirüs’e üç kaynar çay!”

Behçet Necatigil, sigarasını tüttürüyordu. Gri, bez ciltli, kalın bir kitap uzattı bana. “Bunu gördün mü?” Açık kahverengi harflerle “Die Türkei” yazılı hikâye antolojisinden bir adet vardı bende. Horst Erdmann Verlag yayınıydı, Stuttgart’ta basılmıştı, “Yem” adlı hikâyemi Prof. Dr. Wilfrid Brands “Der Lockvogel” başlığı altında Türkçeden Almancaya çevirmişti. 1963 yılında Alman Konsolosluğunda düzenlenen bir törenle vermişlerdi. Evime gelen ve yabancı dillere çevirip çevrilmediğim sorusunu soran konuklara Rusça, Bulgarca antolojilerle birlikte onu da övünerek gösteriyordum. Duraksamalı bir sesle, “Bende var”, dedim.

“Bu ikinci baskısı…” dedi Behçet Necatigil.

Şaşırdım: “Yaaa, güzel!” “Bundan vermediler mi sana?”

“Vermediler”, dedim, “İlk defa sizden işitiyorum.”

“Havale de göndermediler mi?” dedi Behçet Necatigil.

“Hayır”, dedim, “birinci baskıdan bir şeyler almıştım.”

“Bundan da alacaksın”, dedi Behçet Necatigil, yüzündeki hüzünlü anlamı örten bir gülümsemeyle. “Eline en az iki yüz mark geçer.”

“Peki ama nasıl alacağım parayı? Konsolosluğa mı gideceğim?”

Behçet Necatigil, küçük bir bloknota adımı, soyadımı, adresimi yazdı, “Yayınevine mektup yollayacağım, verecekleri karşılığa göre davranırız.”

“Sağol hoca! dedim sevinçle. “Hadi hadi!” dedi Cemal Süreya gülerek, “Zenginleşiyorsun. Bana kalırsa şimdi alma parayı, bloke etsinler, oraya gittiğinde çekersin.”

“Aman Cemaaal, Almanya’ya kimbilir ne zaman… ” dedim.

“Hiç belli olmaz azizim, bir bakmışsın çağırmışlar”, dedi Cemal Süreya, gözlerini gözlerime dikti. “Bulgaristan’a gitmeyi düşünüyorsun ya, ordan geçersin Almanya’ya.”

“Zor iş!” dedim; bu, bin bir güçlükle dolu yolculuğu gözümde öyle büyüttüm, öyle büyüttüm ki günlerce, gecelerce otobüslerden trenlere, trenlerden otobüslere koşmuşum gibi yoruldum.

“İki yüz mark iyi para azizim”, dedi Cemal Süreya “Daha çok da olabilir”, dedi Behçet Necatigil; sigarasının dumanını buharla birlikte üfledi ve kıvrılan mavimsi dumanların boşlukta yaylanmasına, çizdiği biçimlere ilgiyle baktı. Bu dumanlar bu gece donmalı, yarın sabah çatırdayarak tavandan dökülmeliydi ve binlerce çatlamış kristalde Behçet Necatigil’in şiirlerinden sözcükler bulunmalıydı ve ben onları Behçet Necatigil’e götürmeliydim. Necatigil, dumanların yükselişini izliyordu hâlâ. Gerçekten dumanları mı izliyordu, yoksa dumanların açtığı bir kapıdan cümbüşlü bir evrene mi giriyordu? Sormadım, soramazdım. Kimi zaman ben de dalardım Necatigil gibi ve dumanların kısa süren devinimlerinde, çok sevdiğim düşlerden bir iki sahneyi başka bir kimlikte ve başka bir yaşamın eyleminde yakalardım; bir hikâyenin başlangıcını, bir adamın nicedir tanımlayamadığım bir davranışını bulurdum ve zihninde bir dize belirince coşup taşan Edip Cansever gibi heyecanlanırdım.

Behçet Necatigil, başını yana yatırdı: “Benim Berlin Radyosunda bir oyunum oynandı, bin mark aldım. Bana haksızlık yapmışçasına utançla kaçırdı bakışlarını, al basan sağ yanağını kaşıdı.

“Çok iyi!” dedi Cemal Süreya, “Nimet Arzık, Fransa’da yayımlanan Türk Şiiri Antolojisi’nden ne kadar almış biliyor musunuz? Bilemezsiniz. “Sesini merak ve şaşkınlık uyandıracak öğelerle besledi. “Bizim paramızla iki yüz otuz beş bin lira!”

“Müthiş bir şey!” dedim. “Biz burada sürünüyoruz. Kitabımızı basmaları için neredeyse üste para vereceğiz.”

“Fransa’da, Almanya’da, genellikle Avrupa’da yazarlar iyi kazanıyor, iyi yaşıyorlar”, dedi Cemal Süreya. “O antoloji eksiktir.”

“Ben beğenmedim”, dedi Behçet Necatigil, “birçok arkadaş yok, alınmamış.”

“Bir gün Nimet Arzık geldi buraya, ‘Kapıyı kapat, kimseyi içeriye alma çalışacağız’ dedi. Antoloji projesinden söz açtı, benden isimler istedi. Yahya Kemal dâhil çağdaş şairlerin hepsinin, hatta bir iki iyi şiir yazıp önem kazanmaya başlayanların da isimlerini saydım. Antoloji yayımlanınca bir de baktım ki, yazdırdığım adların yüzde doksanı yok. Ne olduğunu, niçin kitaba alınmadıklarını bilmiyorum”, dedi Cemal Süreya, caddeyi gürültüye boğan motosiklet pat patlarına kulak kabarttı.

“Antoloji düzenlerken nesnellikten uzaklaşmayacaksın”, dedi Behçet Necatigil.

“O başta gelen şartlardan birisi”, dedi Cemal Süreya. “Ayrıca edebiyatı günü gününe izleyeceksin. Belirenleri, öne çıkanları saptayacaksın. Antolojiyi yapmaya karar verdiğinde seçme fikri kafanda doğmuş olacak.”

“Her antoloji biraz eksiktir”, dedi Behçet Necatigil. Aklım ikinci baskıya takılmıştı: “Bu kitaptan da verecekler mi acaba?” “Vermeleri gerekir”, dedi Necatigil, “Bir kokteylle.”

“Hatırlıyor musun hoca, geçen kokteylde nefis bir şampanya içmiştik” dedim.

“Evet, Umran Nazif ölmemişti daha”, dedi Behçet Necatigil.

“Sağlıklıydı, neşeliydi” dedim” “resim çektirmiştik.”

“O hakkı yenmiş bir hikâyecidir” dedi Behçet Necatigil.

“Bence de”, dedi Cemal Süreya, Behçet Necatigil’i süzdü, uzun kirpikli kahverengi gözlerinden fışkırırken yassılan canlı bakışlarla. “Üstat, militan şairlere ne diyorsunuz? Bizi defterden siliyorlar, bize -gerici- diyorlar.”

Bıyık altından gülümsedi Behçet Necatigil. “Daha önce de Maviciler böyle bir karalamaya… Bunlar, inkâr çıkışları ama yersiz, tutarsız, tartışan edebiyata bir şey kazandırmaz. Bunaltı dergisi de aynı yoldaydı. Kaç kişi kaldı onlardan geriye?”

“Üstat, ben onlara -öğrenci hareketlerinin şairleri- diyorum. Şiir değil, marş yazıyorlar” dedi Cemal Süreya. “Şair marş da yazar ama asıl yazması gereken şey şiirdir.”

“Çaylar… ” dedi Recep, işaret etmemle önce Behçet Necatigil’e uzattı, Cemal’inkini, benimkini masaya koydu.

Demir Özlü girdi odaya. Sartre gibi bir balıkçı kazağı, o kazağı çekici kılan yarım bir palto vardı sırtında, yakalarını kaldırmıştı. Gözlüklüydü. Sevinç, heyecan, alay karışımı -mizahi- gülümsemesi, yüzünün ayrılmaz bir organı gibiydi ve kendine özgüydü.

“Ooooooo!” dedi Cemal Süreya, elini sıktı Demir Özlü’nün.

“Ben işte böyle apansız gelirim” dedi Demir Özlü. Ağzı açılınca dişleri göründü, üstçenesinde öteki dişlerden ayrı bir diş daha vardı ve tek başınaydı.

“Hoş geldin Demir, ne içersin?” dedim.

“Bir çay.”

Çayımı ona verdim: “Bir tane bana getireceksin ama hemen!” dedim Recep’e.

“Hep bir aradayız haaa, ne güzel!” dedi Demir Özlü, bu birlikteliğin coşturup yükselttiği bir sesle güldü, piposunu dudaklarının arasına yerleştirdi.

Muzaffer Buyrukçu’nun Eserleri

Şiir:

İstikbalin Sesi (Ekrem Köprülügil ‘le 1945), Kalplerin Feryadı (Suat Yalçın’la 1947)

Öykü:

Katran (1956), Acı (1957), Korkunun Parmakları (1959), Bulanık Resimler (1961), Kuyularda (1962), Cehennem (1966), Kavga (1967), Mağara (1971), Şarkılar Seni Söyler (1982), Günlerden Bir Gün ( 1983), Hüzünlü Kar Çiçekleri (1987), Her Yer Karanlık (1989), Bin Hüzün (1992), Şarkı Gibi (1992), Yüzün Yarısı Gece (1994), Bir Aşk Daha (1996), Telefon Konuşmaları (1997), Dumanı Tüten Çay Gibi (1999), Yalnızlığın Arkasındaki Gülümseme (2001), İpek Pijamalı Katiller (2004), Ay Kokuyor (seçme öyküler, 2004).

Roman:

Gürültülü Birkaç Saat (1969), Bir Olayın Başlangıcı (1969), Dar Sokaklardaki Duman (1992), Gece Bitmedi (1995), Dışardaki Rüzgâr (1998), Ucu Güllü Kundura (1998), Akan Sular Şarap Olsa (1998), Eski Defterler (1999).

Günlük:

Arkası Yarın (1976), Sıcak İlişkiler (1982), Arkadaş Anılarında Orhan Kemal (1984), Dillerinde Dünya (1985), Sayılı Günler (1986), Anında Görüntü (1992), Dünden Bugüne (1997), İlişkiler Arasında Bir Gezinti (1998), Yaşadığımız ve Yaşananlar (2000).

Hazırlayan: Zeynep Pınarbaşı