Onat Kutlar’ın dediği gibi “sizi hep şaşırtır Ülkü Tamer.”
Ülkü Tamer’in Yaşamak Hatırlamaktır adlı anı kitabını okurken bu sözler aklıma geldi. Gaziantep’teki çocukluğunun olaylarını, kişilerini ayrıntılarıyla hatırlıyordu. Ben ilkokul arkadaşlarımdan sadece iki tanesini anımsarken o neredeyse tüm Antep’i birer birer sıralıyordu. Benden önceki kuşağın şairi, yazarıydı. Sinema sevdası büyüktü. Benim ilkokulda izlediğim filmlerden aklımda kalan birkaç acıklı sahneler olmuştu. Yaşamak Hatırlamaktır’dan önce okuduğum Alleben Öyküleri’nin sonuncusu olan Macı Hüseyin’deki adları sıralanan sinema yıldızlarının listesini görür görmez, onun belleğinin kuvveti karşısında şapka çıkarttım. Onca artistin adı nasıl bilinebilirdi? Anı kitabının Nakıp Ali sineması kısmını okurken Ülkü Tamer’le tanışıklığım ilerlemişti ve hayret duygusu yerini hayranlığa bırakıyordu. Onu, kendimi, onun kuşağını ve kendi kuşağımı düşünmeye başladım.
Cumhuriyetin ilk yıllarında yetişen kuşağın farklı bir motivasyonu olduğu kesindi. Ben ve kuşağım, çocukluğunu 12 Mart, gençliğini 12 Eylül darbelerinin yıkıcı etkisiyle yaşarken, güzel olandan payımızı alamadan acımasız iktidarların geniş silindiriyle karşı karşıya geldik. Ezildik. Ülkü Tamer’in Robert Kolej yıllarını öğrendiğimde, benden sonraki kuşağı, oğlumu düşündüm, Oğlum da onun gibi 11 yaşında Robert Koleje gitmişti. İnsanı, dünyayı, tanımaları farklıydı. Ülkü Tamer Cumhuriyet’in ilk yıllarının çocuğuydu. Ben hırpalanmış Cumhuriyet’in göbeğindeydim. Oğlum, yeni dünya düzenine giren Türkiye’nin bir çocuğuydu, 80’lerden sonra dünyayı çepeçevre saran ne pahasına olursa olsun her yıl daha fazla büyümeyi, zenginleşmeyi hedefleyen sistemin içinde doğup büyümüştü. Bu düzen ki yeryüzünü yok etmeye doğru götürmekteydi.
Ülkü Tamer dünyayı, sinema artistleri üzerinden tanımıştı. Henüz ilkokuldayken Gaziantep’te dört sinema vardır, içlerinden biri anılarında ayrı bir başlıkla anlattığı Nakıp Ali’nin sinemasıydı. Sinema filmleri vasıtasıyla farklı coğrafya ve kültürlerle sinema oyuncuları üzerinden yakınlık kurmuştu. Alleben deresi kıyısında piknik yapan küçük Ülkü onlarca oyuncunun adını ezbere biliyordu. Demokrat Ülkü gazetesinde yayımlanan ilk eseri, ilk şiir kitabını resim gibi basarak hazırlamıştı. Ortaokulla beraber hayatına giren tiyatroydu. Onlarca oyun tercüme ederek insanlara yaklaşıyordu, aynı zamanda tiyatro sahnesinde oyuncuydu, Bir oyun seçilirse önce Ülkü tarafından tercüme ediliyor ya da uyarlanıyor, sonra sahneye konulurdu. İnsana insanı insanla anlatmanın her safhasında mevcuttu. Kimliğini estetikle, yaratıcıkla kurmuştu. İnsanı ve toplumu tanıdıkça örgütleyici yanı da hemen gelmişti. 2018 yılında ölümünün ardından şöyle seslenmişti Adnan Özyalçıner:
Sevgili arkadaşımız Ülkü Tamer, 1950 kuşağının ve biz a dergisi topluluğunun en genciydi. Şiirinde de gençti. Haşarı bir çocuğun bakışıyla bakardı dünyaya. Şiiri de haşarıydı.
O, şiirinde de, yaşamında da virgülü sevmiştir hep. Virgülü yazdı, virgülü yaşadı, devamı sevdiğinden.
Kuş sesleriyle çocuk gülüşlerinin karıştığı şiirleriyle yer aldığı yaşam kavgasındaysa, istemese de noktayı koydu.
Virgülse şiirlerinde kaldı / kalacak. Dünyada çocuk gülüşleri sürdükçe. Güle güle!
Birkaç ay önce kayyım rektöre direnen akademisyenlere destek için Adnan Özyalçıner’le Boğaziçi Üniversite’ndeydik. “Kabul etmiyoruz-vazgeçmiyoruz” eyleminden ve konuşmalardan sonra yapılan ayak üstü sohbette konu aynı meydanda yapılan futbol maçlarına geldi. Ülkü Tamer’in mekânıydı orası. Oyunculardan Adnan Özyalçıner iyi bir kaleciydi, Ülkü Tamer çok yetenekli bir santrafordu, Kemal Özer de. Bir maçta Orhan Kemal’in attığı penaltı hiç unutulmamıştı. Anılarında şöyle anlatmıştı Ülkü Tamer o günkü maçı:
“Çok penaltı gördüm şimdiye kadar. Lefter’in, Metin’in, İstanbulsporlu İbrahim’in penaltılarını nasıl unutabilirim. Ama o gün Orhan Kemal’in attığı penaltı kadar güzelini görmedim desem, kimseye haksızlık etmiş olmam! Orhan Ağabey, kaleciyi sağa yatırıp sol köşeye gönderdi topu. Şimdi kaleciler penaltı atışlarında kendilerini bir yana atıp işi biraz da şansa bırakıyor ya, öyle değil. Usta yazar, futbolculukta da ustalığını konuşturdu, kaleciyi resmen aldattı. Hepimiz topun sağ köşeye gideceğini sandık.”
Cemal Süreya’nın dediği gibi her işte amatör olan, her işi amatörce yapan Ülkü Tamer’in, 1959 yılında 22 yaşında İkinci Yeni hassasiyetinde yayımlanan ilk şiir kitabı Soğuk Otların Altında’ydı.
SOĞUK OTLARIN ALTINDA
Atlarında taşındıkça yorgunlar…
Öyle görüyorum; anlıyorum ki günlerce o yerleri hiç bırakmamışlar;
yemeklerini bile galiba o atların sırtlarında yemişler.
Ey benim yalnızlığım! Soğuk otların altından bakacağız onlara, değil mi?
Onları ağaçların bittiği yerde görüyorum. Yorgunlar. Anlıyorum ki
ormanın çevresinde dört dönmüşler. Benim çıkmamı bekliyorlar. Beni
götürecekler.
Ey benim yalnızlığım! Bu kadar eğilmeselerdi üstüne senin. Bu
kadar anlatmasalardı seni. N’olurdu, yalnız ben yazsaydım bu
yapraklara seni. Seni yalnız ben bilseydim. Beraber ölseydik
seninle.
Ne aptal adamlar! Oysa ki nasıl olsa bırakacağım buraları bir gün.
Gidip evlerinde otursalar ya, okula bile başlamamış ölü çocukların
gezindiği büyük sobalarda. Nasıl olsa, oysa ki nasıl olsa
bir gün kapılarını çalacağım. “Ben ormandan geldim.”
diyeceğim. “Beni yanınıza alın,” diyeceğim.
Soğuk otların altında büyür çocuklar. Oraya da gitmesek, ey benim
yalnızlığım! Evet, soğuk otların altında kuş mezarları vardır belki.
Ben yalnız seni istedim belki.
Ben yalnız bütün ormanı belki.
Ben yalnız ışıklarını şehrin.
neden, anlayamıyorum bir türlü, neden bu ormanı istedim ve neden,
anlamıyorum bir türlü, neden beni istiyor bu kaçtığım atlılar?
Gizliden gizliye onları istediğim için mi?
Atlarında taşındıkça yorgunlar.
Ne güzel! Onları yoruyorum. Bu sürüp gidecek anlaşılan; hemencecik
ölüversek. Bekleseler. Dönseler. Hep bekleseler. Ölüversek.
Soğuk otların altı…
Hazırlayan: Nükhet Eren