Önü şeffaf naylonla çevrili lokantaya gelince durakladı. Yalpalayarak ileri geri birkaç adım attı. Yol kısmındaki iki kişilik masada oturanların, önlerindeki çorba kaselerinin boşaldığını gördüğünde bağırsaklarında bir serinliğin gezindiği hissine kapıldı. Bütün duyuları belirsiz, serinlik hissi midesine kramplar girmesini öteliyor, hiç acı vermiyordu sanki. Baygın gözleri, ışıltılı son ferini masada konuşan beyaz kazaklı kişinin üzerinde hızla gezdirdi. Omuzlarını silkti, bacaklarını gerdi, ayaklarını olduğu yerde sağa sola, aşağı yukarı oynattı ve topuğun üzerinde döndürdü. Masaya çay getirildiğinde bir sandalye alıp yanlarına oturma isteği duydu. Yöneldi içeriye, garsonu görünce kendini geri çekti. Etrafına bakındı. Bu dar sokaktaki kalabalık ürküttü onu. Kaçmak istedi.

Kadıköy Çarşı’nın içinde kayboldu bir an. Dükkanların yeni yıl süslerindeki ışık dalgasının arasına girdi. Çamların üzerine çıktı, dönme dolaba bindi. At arabasında keyif çattı, geyiklerin arasından yürüdü. Tarihi Çarşı’da çınar ve timsahların arasından geçerken Khalkedon Tapınağı’nın yanındaki pınardan su içti. Kafe, balıkçı, şarküterilerin önünde eğlendi, lokantaları gördü. Sokağa dizilmiş masalardaki meze ve yemeklere uzanmak istedi. Kadehlerden yansıyan ışık gözünü alınca vazgeçti. Görevli “ne bekliyorsun” dediğinde kendine geldi.

Beyaz kazaklı kişinin yanına yaklaşırken, garsonun, başka bir masaya yemek getirip, diğerinden boş tabakları alışını izledi. Uzaklaştığını fark edince serin bir ışıltı elini masadaki beyaz kazağın sıcaklığıyla buluşturdu. Genç dönüp baktığında “Karnım aç, bana çorba söyler misin?” diyen fısıltı halindeki sesi duydu. “Biz kalkıyoruz bu masada çorbanı içersin, parasını ödüyorum,” dedi genç. “Ne çorbası içersin.” Yine aynı tonda sesi duyuldu. “İşkembe.”

İçeriye geçince çift kişilik masada yalnız oturan, yemek sonrası çayını içen başka bir adamın karşısına oturdu. İçi acı küçük sivri biber turşusu dolu küçük kabı önüne çekti. İkişer üçer atıştırmaya başladı. Bir hızla yerken yüzünde acımsı mimik izi ve gözünde yaş damlası hiç yoktu. Acı biberin sinüslerinde hiç etkisi olmadı sanki, burnunu hiç çekmedi, eline silecek mendil dahi almadı. Gözleri daha yiyecek ne bulabilirim arayışındaydı. Boşalan masada küçük sepetteki kesilmiş pideye etrafına bakınıp ani bir kol hareketiyle uzandı, ağzına bir çırpıda tıktı. Tekrar tekrar uzandı, pide bitinceye kadar. Sonra küçük kapta kalan acı biberleri de ağzına attı. Ara ara karşısındaki adama baktı, hayretle izlediğini görünce tepkisizce gözlerini kaçırdı.

Garson işkembe çorbasının yanında biber turşusu ve yeşillik olarak rokayı masaya getirdiğinde sırtını sandalyenin arkalığına dayayıp, oturduğu andan itibaren ilk defa gerindi. Yan masalardaki insanların varlığını da ilk defa hissetmiş gibiydi. Çorbadan hemen bir iki kaşık aldı. Sirke, sarımsak, tuz, karabiber ne bulduysa içine attı. Tabağın yarısına yaklaştığında duralayıp derin bir nefes aldı. Garsonun başka bir masada çorbaya katmak için “sos alır mısınız?” dediğini duyunca gözlerinin feri ışıdı, algılarının keskinliği zapt etti içeriyi. Omuzları gergin, başı dik, yüksek eril bir sesle “Garson ben de sos istiyorum,” dedi. Diğer masalardaki kişiler aniden baktığında utanç duygusu içinde bocaladı bir an, her zaman yaptığı gibi gözlerini kaçırdı, yine de hafifçe gülümsedi.

Karşısındaki adam masadan kalktı, bir miktar para uzatıp “Benden de bir çay içersin” deyince, acele alıp montunun iç cebine koydu. Elini sıktı ve içtenliğiyle  “Rahatsız ettiysem, kusura bakmayın” dedi ve kalan çorbayı iştahla kaşıklamaya devam etti.

Muhsin Başaldı