Benimkisi çocukluktan kalma bir direniş. Isıran soğuğa inat oturuyorum bankta. Dirseklerimi kucağımdaki çantama, sarkmakla sarkmamak arasındaki yanaklarımı avuçlarıma yerleştiriyorum. Her yiğidin harcı değil böyle iki büklüm dakikalarca oturmak.

Merdiven başında uyuyup kaldığım, annem tarafından kafama yediğim şaplakla uyandırıldığım çok olmuştur. “Allah’ın cezası! Kalk kız! Al bebeğini eline yedir, içir, altını değiştir, sokağa çık, parka git… Ama yook! Böyle merdiven başlarında uyu sen! Rezil ediyorsun bizi el aleme! Yürü başımın belası! Yürü çabuk eve!”

Ayaklarıma iyice yaklaşıyorum. Öbek öbek, açıklı koyulu lekeler bej rengi süet botumu nasıl da çirkinleştirmiş. Siyah tabanına muhtemelen köpek pisliği bulaşmış. Sürtüyorum toprağa. Oysaki daha geçen hafta aldım. Az ötede, çamurlaşmış toprakla ezik çimenlerin üzerinde başka başka ayakkabılar önümden geçmeye başlıyor. Sakinleşiyorum.

Ne yaptığımı anneme anlatayım diye hiç düşünmedim o zamanlar. Neden sorusunun cevabı yoktu. “Her şeyin sırrına ermenin yolu insandan, onun sırrına ermenin yolu ayakkabılardan geçiyor.” gibi o yaşlar için oldukça ağır bir düşünce içinde bunu yapmadığım kesindi. Tımarhaneyi boylarım korkusundan susardım. İyi de ettim. İlkokul yıllarımda başladım bu işe. Apartmanlarda pabuçların eve alınması henüz adet edilmemişti. Benim için daire kapılarının önü çocuk parkından daha eğlenceliydi. Kimler ev sahibi, kimler misafir, yaşları, işleri, zengin mi fakir mi olduğundan tutun; boyu posuna, ağzı, burnuna, ruh hallerine kadar tahminde bulunurdum. Ayakkabıları aklıma iyice kazırdım. Yarım kat yukarı çıkar, basamaklardan birine oturur, tırabzana başımı dayardım. Ta ki içeridekiler dışarı çıkana kadar. Sonuç yüzde doksan başarı… Neşem, başarının hazzıyla hiç hoppala olmazdı. Bir çocuk için her zaman fazla ağırbaşlıydı.

Tabanından kenarı hafif açılmış, kahverengi adımlar düşüyor önüme. Yürüdükçe deterjan kokusu geliyor burnumun direğine. Ucuz suni derisi bileklerini boğuyor. Olabildiğince yalnız, olabildiğince kederli. Yığılan paçasının ağırlığını taşıyacak hali kalmamış. Ne azı ne daha fazlası… Hasta bir koca, okuyan üç evlat, kim bilir belki çenesi düşük bir kayınvalidedir adımlarını ağırlaştıran. Kireçlemesi ilerlemiş, içe kaymış dizlerini faturalar, ödemeler sarmış. Örnek bir temizlikçi muhtemelen. O yüzden hiç çamur yapışmıyor ayaklarına. Tertemiz yürüyor. Basit bir yaşam, zenginlik, ün, güç, cinsellik arzularını yaşamamış. Kendine yetebildiği gibi başkalarına da yetişen sade bir yaşam. Tek bir sorun var. Çilehanesine bile isteye girmemiş. Nur topu kucağına bırakılan hayatı reddetmemiş. Önce Van Gogh’un “Bir Çift Ayakkabı” resmi düşüyor aklıma sonra da Heidegger’in resimle ilgili yorumlarından biri. “Ayakkabıda toprağın sessiz çığlığı, olgun bașakların sessiz ödülü ve kışı yaşayan, nadasa bırakılmış tenha tarlanın açıklanmamış bașarısızlığını fısıldar.”

Ayakkabılarından tanıyabileceğimi iddia ediyorum insanları. Yıllar içinde kurallarımı değiştirdim. Apartmanlardan sokaklara taşıdım sırrımı. Yeni kuralım çok basit. Dizden yukarısına bakma! “Dost başa düşman ayağa bakar.” demeyin hemen. Baktıkça sarmaş dolaş uğultularını duymaya başlarsınız. Kulaklarınızı kapatmanızın bir faydası olmayacağı gibi gözlerinizi yummanız da nafiledir.

İki çift spor ayakkabı hızla geçiyor. Çok renkli, bilinen bir marka. Yanlarındaki logosundan tanıyorum. Bunları ayağına geçiren kendini zafer tanrısı sanıyor. Çoraplar babet. Kot pantolonların paçaları bileklerin az üstünde. Adımları enerjik. Kızın bilekleri zarif, erkeğin de öyle sayılır. Paçanın altından çıkan kılları olmasa ayırt etmek zor. Üşümüyor bu gençler, hiç üşümüyor. Sevgililer! Kesin. Sevişiyor sanki ayakları. Tökezleyecekler, düşecekler sanıyorum. Ardından dünyayı değiştirecek dürtüleriyle başkaldırıya sahip olduklarını hatırlıyorum… Adı aşk olan ritmi fena tutturmuşlar. Bunlar daha epeyce yol alır. Belli, ikisi de çevrim içi.

Salonumuzun duvarında ilk pabucum asılıydı. Parmak boyunda. İçinde buğday var demişti annem. “Hem evimizi nazardan koruyor, hem içindeki buğdayla bereketi evimize çekiyor.” diye anlatmıştı. Temizlik yaparken tozunu alır, derin derin koklar, bağrına basardı. Kıskanırdım…

Bu sekiz ayağı bir arada nerede görsem tanırım. Çocuklar ufak daha. Oğlan on iki var yok. Kız sekizinde ancak. Hani şu mutsuzların imrendiği mutlu aileler var ya, onlardan biri. Az ilerideki salonda düğün ya da nikaha gitmişler. Çocuklar sıkılmış. İki hava alsın diye düşünmüşler. Baba, ayakkabısının ışıldayan derisiyle pek bir havalı. Kumaş pantolonda çift ütü izi yok. Yaşı muhtemelen kırklarında. Kel olduğunu hiç sanmıyorum. Kim bilir hangi şirkette yönetici? Anneyse, krem rengi ayakkabılarıyla kendinden emin yürüyor. Topuğu yüksek sayılmaz. Bankacı ya da iş merkezlerinin birinde çalışıyor. Çakma sarışın. Kazancının çoğunu ayakkabılarına yatırıyor. Uzun, deve tüyü paltosunun altında ince ten rengi çorabı ışıldıyor. Pembe tokalı pabucuyla küçük hanım, beyaz spor ayakkabısıyla küçük bey ritimli adımlar atıyor. Anne, kız, baba, oğlan sırasında yan yana dizilmişler. Kız sıkılıyor olmalı. Çaktırmadan tek ayağının üzerinde hafif hafif sekerek yola devam ediyor. Bir, iki, üç, dört… “Zıplama evladım, kirleteceksin üzerini.”  Oldukça sevecen sesi. Hiç sevmem bu mutlu aileleri. O yüzden adımlarının kayboluşuna mutlulukla bakıyorum.

O yıllarda, Oz Büyücüsü’nün Dorothy’si evine kırmızı ayakkabıları sayesinde dönmüştü. Topuklarını birbirine vurmasını ne severdim. Bugün olmuş, sokaktan eve çok yorgun döndüğümde taklit eder, “Ev gibisi yok.” derim. Çizmeli Kedi’nin, zekasını aldığı çizmeler bende olsaydı belki de her şeyin sırrına ermiş kişi ben olurdum.

Kafamı çevirdiğim an sivri uçlu kundurayla göz göze geliyorum. Kesin bir hakim ya da savcıya ait. Kumaş pantolonun geniş paçaları eşit değil. Biri hafif uzun, diğeri kısa. Siyah deriye sürtündükçe nasıl parlatıyorlar. Vazgeçemediği yumurta ökçesiyle yargı dağıtıyor adeta. Olabildiğince ağır. Hakimse eğer, karar anında tokmağını kürsüye, ökçesini yere vurduğuna eminim. Bisiklet pedalına yüklenmiş ayaklar dikkatimi dağıtıyor. Tekerlekleri hayal meyal görüyorum. Ufak bir su birikintisine denk geliyor. Öyle hızlı geçip gidiyor ki jantlarından sıçrattığı çamur yüzüme bulaşıyor. “Ahh, aman, öff!” diyesim, cebimden peçete çıkarasım gelmiyor. Dirseğimle siliveriyorum.  

Bir keresinde apartmanda Kâmil amcanın ayakkabıları günlerce kapısının önüne bırakılmıştı. Uç kısmı dışarı dönüktü. Etrafında da onlarca çift. Bu kadar çoğunu bir arada hiç görmemiştim. Bu işin içinden nasıl çıkarım diye düşünürken içeriden annem geldi. “Allah rahmet etsin ablacım. Bir ihtiyacın olursa biz buradayız.” Göz göze geldik. “Kız sen yine mi burdasın! Çekil şöyle, hadi eve.” Sonradan öğrendim. Ölmüş Kâmil amca. Adettenmiş, ölüm evden uzak olsun diye rahmetlinin ilk önce ayakkabısı evden çıkarılırmış.

Başımı sağa doğru çeviriyorum. Kalabalık, çok kalabalık adımlar geliyor bana doğru. Kaç çift sayamıyorum. Düzensiz, temposuz, birbirini itekleyen, önden arkaya, sağa sola yayılan. Eşlerini bulamam imkansızlaşıyor. Öyle bir karmaşa. Postallar, botlar, çizmeler… Kamuflaj, siyah, kahverengi… Sertçe vuruyorlar yere. En az bisiklet kadar çamur sıçratıyorlar geçtikleri yere. Kırmızı bir top düşüyor önlerine. Az ilerde oyun oynayan çocuklardan gelmiş olmalı. Paslaşıyorlar, vuruyor da vuruyorlar. Birikip dağılıyorlar peşinde. Çocuk seslerini duyuyorum. “Versenize topumuzu ya!” “Annee” Tepiniyorlar çimenlerde, nafile feryat ediyorlar. Vermiyorlar. Gülüşüyorlar. Ellerimle kulaklarımı kapatıyorum. Yine de duyuyorum seslerini. Kulaklarımdan kıllar fışkırsa, kapatsa her bir sesi.Meşin yuvarlağa bakıyorum sadece. Gidip gelişine. Arada bir havalanıyor, tekrar önlerine düşüyor. Bakmıyorum dizlerinin üstüne. Erkek hepsi. Yere basmalarından, vurmalarından belli. Eski model pantolonları klasik, paçaları uzun. Postalların, çizmelerin içine sokulmuş kimisinin ki. Yere iri kahverengi boncuklu bir tespih düşüyor. Almak için biri eğilirken araya erkek çocuğu karışıyor, telaşlı. Dizleriyle bir oluyor elleri. İki büklüm topunu yakalamaya çalışıyor. Çığlıkları daha gür geliyor “Yaa versenize!” Tespihi alan dikleniyor, elindekini çocuğun kafasına indiriyor. “Kes lan zibidi!”  Postallardan birisi çok sert vuruyor, yarısı topa yarısı ufaklığa değiyor. Epey uzağa düşüyor. Çocuk çamura bulanıyor. Üzerine basmıyorlar ama oralı bile olmuyorlar. “Potemkin Zırhlısı” filminden görüntüler geliyor zihnime. Merdivenlerdeki kıyımı çimenlerin üzerine taşıyorum. Geçip gidiyorlar vahşice. Gürültülü. Umursamaz konvoy vari. “TANRI ÖLDÜ! TANRI ÖLDÜ!” diyen Nietzche’nin sesi yankılanıyor uzaklardan. “Kalk!” diyorum. Kalk da kaldır evladı yerden. Halimi bozasım yok. Uşağı olmuşum üşengeçliğimin. Gelir şimdi anası-babası. Çocukla göz göze gelmemek için sol tarafa çeviriyorum başımı. Telaşlı, korkmuş bir iki kadın koştur koştur gelip kaldırıyorlar ufaklığı. Göz ucuyla bile bakmıyorum yüzlerine. Cık cıklar, hayıflanmalar, azarlamalar uzaklaştıkça rahatlıyorum. Yerde birbirine karışmış ayak izleri. Kahve falı bakar gibi bakıyorum onlara. Anlamlar yüklemeye, semboller çıkarmaya çalışıyorum.

Bir sakız düşüyor önüme. Fileli beyaz çoraplarının üzerine plastik terliğini geçirmiş, dağınık bir kadın. Yanında beyaz çoraplarıyla ökçesine basmış bir erkek. Çorapların altı kara, kapkara. Adımları kaba, buyurgan. Kadın, epeyce ihanete uğramış. Yeri incitmek istemiyor. Kırmızı eteğinin ucu bir görünüyor bir kayboluyor. Başımı kaldırsam yırtmacından dolgun baldırlarını görebilirim. Yandan sarkıttığı eliyle parlak platin ayakkabılarını sallıyor. Kadın dediysem yaşı on dokuz var yok. Kahkahasıyla içine çektiği hava, ruhuna can veriyor. Çoluk çocuk henüz ortadan çekilmeden gelmişler. Birden ortaya çıkan sarman, adamın paçalarına sürtünüyor. Anında da tekmeyi yiyor. “Adamın” gevşek gevşek gülmesiyle, tek vücut olmuş bedenleri sallanıp yalpalamaya başlıyor. Tepişiyorlar adeta. Etraftakilerin iğrenen bakışlarını hissediyorum.

Ortalık sakinleşiyor. Ayaklar iyiden iyiye azalıyor. Ağrıyan sırtımı fark ediyorum. Doğruluyorum. Geriye doğru yaslanıp bedenimi esnetiyorum. Geniş açı bakıyorum etrafıma. Bu millet bahçeleri açılırken avaz avaz verilen bir vaat vardı: “Yaşam kalitesi artacak!” Burada oturduğum süre içinde artan yaşam kalitemi, bulamadığım her şeyi bir de ağırbaşlı neşemi sırtlayıp ayağa kalkıyorum.

* Pazartesi14 yazarlarımızdan Özlem Budak’ın Ayak İzleri öyküsü 19. Ümit Kaftancıoğlu öykü yarışmasında dereceye girmiştir.