Yaz günlerinin o boğucu sıcaklarında olsa bile, hiç yürümez hep sektire sektire, taşlardan atlaya atlaya, oyunlar oynayarak giderdim “bizim dükkana.” Ali Mitil’in delisiyle ve Deli Besey’le karşılaşma korkum, heyecana dönüşür, onları görebileceğim yerleri hesaplayarak, kalbimin ağzımda oluşunun tadı korkuya galip gelerek, hoplaya zıplaya girerdim çarşıya. Dükkânında, bakır sahanın içi sinek mezarlığına dönmüş Buda oturuşlu bakkal Bahri Emmi’yi atlamadan. Çoğu kez, ağabeylerimin kapıda Çopur yoksa bedava girdiği, babamın arkadaşı Zülfü Amcanın Aile Sinemasının renkli afişleri önünde uzun duraklar yaparak, evle bizim dükkan arasındaki yolu serüven yoluna dönüştürerek giderdim bizim dükkana.

Bizim dükkânın önündeki çınarın, komşu çınarlarla el ele tutuşarak serinlettiği çarşı boyunca, gölgelerinin altında ferahladıktan sonra, sinmiş sigara, kumaş, iplik, kömür ütüsü karışımı bizim dükkânın kokusunu duyardım. Babam o kokuya aldırmadan, yüzü kapıya dönük ama başı eğik, ya biçki biçer ya ütü yapar ya da makinede dikiş dikerdi. Kalfalar da ustalarının aynısı, devinir dururlardı dükkânın içine. “Ooo küllük gel bakalım”larla karşılanırdım çoğu kez. Başkalarının yanındaki küllük lafının canımı sıkması uzun sürmezdi. Sevgi dolu söz oluşu, karşılanmadaki itibar, sözün anlamı üzerinde düşünmemi engelleyemezdi. Çok şişman değildim ama sanki “karnı büyük” gibi bir anlam çağrıştırdığını ve bunda sempatiklik olduğunu düşünerek sesimi çıkarmaktan vazgeçerdim.

Bizim dükkânın işiydi terhis olacak askerlerin diktirdiği elbiseler, askeriyeye dikilen asker elbiseleri, kadın mantoları, terilen, keten kumaşlardan döpiyesler, kuplu giysiler, kasabaya gelen köylülere dikilen şalvarlar. Provalar, en güzel yeleği babam dikerler, babamın sürekli iş yetiştirmeye uğraşması, bayram yaklaştıkça dükkânda gecelemesi. Böyle zamanlarda dükkânın yemeğini kat kat sefertasıyla götürmek bana düşerdi. Bir aileye iaşe hazırlayan, varlığını sürdüren, önemli, yaşayan, yaratarak devinen bir canlı gibiydi bizim dükkân. Bu koku, zorluğun, iğneyle kuyu kazımanın, evine bereket, eğlence, sevi getirmenin, çalışmanın, hep çalışmanın kokusuydu belleğimin hazinesi. Ne kadar mutlu etmişti bizi yaşadığı sürece uzun, muzip adam.

Kör Paşanın bizim dükkânın karşı köşesinde küçük bir barakası vardı. Öğleye doğru dumanlar tütmeye, pişen kebapların enfes kokusu, Kör Paşanın “kebaba gel, kebaba gel tezze oğlu” davetine karışır; dumanlar, siparişe gelen esnaf çıraklarını sarmaya başlardı.

Annemin istediği bir şeyi almak için bizim dükkâna gitmişsem, babam, işi yoğunsa bana ya sürfile yaptırır ya da teğel söktürürdü. O arada çırağı da kebap almaya gönderirdi. Bütün çarşı Kör Paşanın kebabını yerken, şakalaşmanın, takılmaların eğlencenin zamanı da gelmiş olurdu.

Şakacı, candan, çıkarsız Pazarcık esnafı yaşamayı damıtarak eğlenceli hale getirmenin yolunu, yalansız bir ortak zaman diliminde buluşturmak üzere bir aradaydılar.

Pazarcık’a tayin olmuş memurların en güzel yıllarını burada geçirdiklerini söylemeleri hiç de sebepsiz değildi; çünkü Pazarcık’ta insan her şeydi, insan değerliydi.

Gülizar GÜLOL