Anne oğulun Karadeniz kıyısına ilk gelişleriydi. Güzel bir pansiyonda yer ayırtmış, hafta sonu gelecek babayı beklerken, biraz denize girmeyi planlamışlardı. Peki neydi bu anonslar, “girmeyin, girmeyin” talimatları. Pansiyonun interneti de iyi çalışmadığı için henüz on yaşlarında olan çocuğun canı sıkıldı.

-Hadi, deniz kıyısına gidelim, dedi annesine.

-Tehlikeli diyorlar. Bak devamlı anonslarla uyarıyorlar.

-Ama girmeyeceğiz ki, kıyıda yürüyüp seyredeceğiz.

Dev kadın kaç zamandır uyuduğunu bilmediği denizin dibinden bir sinyal almışçasına gözlerini açtı, yukarıya baktı. Uyumak için bu sefer, eski gölünün derinliklerini seçmiş, sevgili gölünün dibine uzanmış, anılara dalmış, mutlu zamanlarını hatırlaya hatırlaya uykuya yuvarlanmıştı. Esnemek için ağzını açmasaydı, belki gene uzun uykusuna devam edecekti. Bir zamanlar sularını lıkır lıkır içtiği gölünün billur tadı yerine ağzına dolan acımsı tuzlu tat onu bir kere daha öfkeyle doğrulttu. Uykusu yavaş yavaş açılırken dev boyutlu, biçimli bedenin oturmasıyla sular hırçın hırçın çalkalandı.

Amissa’ydı o. Amissa, muhteşem içilesi tatlı sularla dolu güzel bir göl iken haksızcasına tuzlu denize dönüşmüş Karadeniz’de kaderine isyan ederek binlerce yıldır yaşıyordu. Derisini okşayan yumuşacık şerbet tadında sularında özgürce yüzdüğü, suyun diğer bütün canlıları ile oyunlar oynadığı, dibinde sevgilisini altına alarak seviştiği gölü, gümbür gümbür gelen dev boşalma ile tuzlu hale gelmiş, binlerce yıldır sevgi ile beraber yaşadıkları arkadaşlarının hepsi, bu acıya, bu yeni yaşantıya dayanamayıp birer üçer göçüp gitmişlerdi. Bütün yalnızlığına, saçlarının bütün beyazlamışlığına, bütün acısına karşın Amissa direnmişti inatla, hiç unutmamıştı.

Ana oğul dış kapıya vardıklarında pansiyonun sahibi yaşlı adam ile karşılaştılar. Sahilde valiliğin anonsu duyuluyordu. “…çok dalgalı olup, denize girmek tehlikeli ve yasaktır.” Yaşlı adam da aynı uyarıyı tekrar ederek “denizin yabancısısınız, fazla yaklaşmayın” diye sıkı sıkı tembih etti.

Amissa su yüzüne yavaş yavaş yükselirken, her yüzeye çıkışında olduğu gibi kafası onu gene binlerce, binlerce yıl önceye götürdü. Atalarının Ahşena adını koydukları, yemyeşil çok güzel bir göldü burası o zamanlar; insanlar gölün kıyısında yaşar, balık avlar, topraklarını ekip biçer, ana tanrıçaya kurbanlar sunar, mutlu mesut yaşayıp giderlerdi.

Amissa çocukken ilk kez babasından duymuştu, yukarlardan göle dökülen geniş bir su yolu olduğunu. Biraz büyüyünce babasına öyle çok ısrar etmişti ki adam bir gün onu alıp en tepelere çıkarmıştı. Tepelerin büyüleyici güzelliği altında zikzaklar çizerek ilerleyen nehri seyretmişti Amissa. Ahşena’ya yaklaştıkça nehrin kıvrımları yanlarına iki top konmuş gibi genişliyor, sonra nazlı nazlı, oldukça yukardan göle süzülüyordu. Amissa, kendini tepelerin tanrısal ihtişamına bırakarak seyretti, suyun coşkun sesini dinledi. Sonra birden her zaman çok kuvvetli olan sezgileri dile geldi.

-Bu su hep böyle mi akacak baba?

-Umarım, dedi baba. Hep neşeli olan babanın sesindeki sıkıntı, hüzün Amissa’yı tepeden tırnağa titretti.

-Her zaman burada kal Amissa. Sakın güneye doğru gitme. Ana tanrıçayı saymamaya başladılar orada. Tuzlu sularla dolu daha büyük gölleri olduğundan belki.”

Sonra bir gün dünyanın sonunun geldiğini zannettikleri o korkunç titreşimli sesi duydular. En hızlı koşan hayvanın bile yetişemeyeceği bir hızla, hırsla, vahşice, delirmişçesine, önüne gelen canlı cansız her şeyi yerle yeksan ederek, o geniş nehirden gümbür gümbür geliyordu sular. Canını kurtarabilenler dört bir yana dağılıp, suların nasıl geldiğini yıllar, yıllar boyu anlattılar. Efsane dalga dalga yayıldı, tufan oldu, destan oldu, kitap oldu.

Amissa suyun yüzüne vardı, sahile doğru ilerlemeye başladı. Denizin dibinde bazen asırlar boyu uyuyup uyanıyordu. Ne ki uyku binlerce yıllardan beri süregelen hırsını bitirememiş, onu avutamamıştı. Attığı dev adımlar, suları iyice hareketlendirmiş, kıyıya vuran çılgın dalgalar gökyüzüne varmıştı gene.

Denizin korkunç uğultusuna eşlik eden, üç insan boyuna varan dalgalarının arasından Amissa’nın uzun beyaz saçlarla çevrili ama genç yüzü göründü önce. Saçları dalgaların içinde ara sıra yitip gitse de kısa sürede onları aştı, dev adımları ile karaya ayak bastı. Üzerindeki beyaz tül elbise dev kadına yapışıyor, bütün ürkünçlüğüne rağmen cazibesini gizleyemiyordu.                          

Sahilde iki jandarma kıyılarda turlamış, “bana bir şey olmaz”cıları denizden çıkartmış, daha rahvan bir aşağı bir yukarı yürümeye başlamışlardı. Onlar sahilin diğer ucuna yürüdüklerinde ana-oğul vardılar denizin kıyısına. Çocuk deniz kabuklarını topluyor, anneye gösteriyor, anne de şu güzel, bunu at diye fikir veriyordu.

Amissa’nın gözleri ise iki koca yeşil delik gibi açıktı şimdi. Yüreğini dolduran sevgili gölünün özlemi, ağzını dolduran tuzlu suların öfkesi ile yürüdü. O yürüdükçe deniz iyice çıldırdı. Sahildeki evlerdeki insanlar “denizin sesi korku filmlerinde bile yok valla” dediler. “Sanki kalkıp gelecek buralara”.

Amissa dev adımlarını iyice açtı. Gözleriyle sahili tarıyor, özlemiyle öfkesi gittikçe büyüyor, büyüdükçe deniz daha çok çırpınıyor, karaya iyice saldırıyordu. Hırsını alacak bir şeyler aradı. Uçsuz bucaksız sahilde, oldukça tedbirli dolaşan jandarmalardan başka kimseleri göremedi. Kendisiyle başa çıkmayı öğrendiklerini düşünse de vazgeçmezdi Amissa öyle kolay kolay.

Sonra Amissa ana oğlu gördü, dev öfkesini yılık bir gülüşün arkasına sakladı, kocaman eliyle eğilip denizin dibinden pırıl pırıl bir deniz kabuğu çıkarttı, çocuğun önüne yuvarladı. Çocuk denize doğru bir adım attı, bir tane daha, bir tane daha.

Ertesi gün, Yeni Samsun gazetesi internet sitesi, dün şehirlerine kısa bir tatil için gelen Ayşe Taşkın ile on yaşındaki oğlu Furkan Taşkın’ın valiliğin uyarılarını dikkate almayıp deniz kıyısında yürüyüşe çıktıklarını, bir ara denize iyice yaklaşan küçük Furkan’ı dalgaların çekip aldığını yazdı. Arama çalışmaları devam etmekteydi.

Daha ertesi gün denize girenler “Aman Allahım, bir düne bak bir bugüne, nasıl da süt liman şimdi” diye iltifatlar yağdırarak keyifle yüzdüler.

Asil Şenol Topçu