Saten çarşaf serili yatağında, sabah gözlerini açmadan Aynur Hanım aşağı yukarı şöyle düşündü. Bu güzel hayatı hak etmek için ben ne yaptım? Yorganı kucaklayıp iri göğüslerine bastırdı. Burnunu gömüp yeni yıkanmış nevresimin kokusunu içine çekti: Misss! dedi. Zihninde biraz çocukluğunda dolaştı. İlkokula giderken, topluca bir kızdı, saçları iki örgülü, mendili bembeyaz, hep cebinde. Tahtanın başında öğretmeninin sorusunu cevaplayamayınca efendice yere baktığı zamanlar… Baka baka yerdeki taşların dizilişini ezberlemişti. Nedense annesi okul durumundan tamamiyle habersiz gibiydi. O, kızının okula gidip gelmesinden yeterince memnundu. Bir tek beslenme çantasının eve boş gelip gelmediğini yoklardı. Çantayı boşalttığında yemek kaplarını boşalmış buldukça içi rahat eder, ‘kızıma afferin’i yapıştırırdı. Karne günü bile getirdiği karnesiyle pek ilgilenilmez, tatilde yapılacak işlerden bahsedilirdi. Birkaç güne gelecek misafirler, evde başlayacak tadilat, yıkanacak yünler, temizlemeye gönderilecek halılar veya başlayacak bir tatilin planı. Karne sadece okulun o yıl da bittiğinin işaretiydi. Sınıfta kalsa bile dert edilmez, nasılsa okul başladığında aynı sınıfa devam etmesine bir engel yoktur. Nitekim, dördüncü sınıfı iki kez okumuştu sessizce. Beşi bitirmesi, hele hele ortaokula gitmesi yeterdi annesi için. Babası o konuda ağzını bile açmazdı. Karısına iyi gelen şey, herhalde kendisi için de iyiydi. Ortaokula devam ederken Aynur’un göğüsleri hafifçe belirginleşmişti. Artık toz bezi elinde kapılara koşuyor, komşulara kahveyi annesinin yerine kendi yapıp getiriyordu. Annesi onun acemice yaptığı kahveleri öve öve bitiremiyordu. Babası ise Çarşı’daki işine sabah gidiyor akşam geliyordu. Komşu kadınlarla konuştuklarından Aynur’un duyduğuna göre erkeğin en iyisi, ‘işten evine, evden işine’ olanıydı.
Görücüler gelmeye başladığında okul faslı usul usul kapanmıştı. Okul işinden bu kadar kolay sıyrılmasına kendi bile şaşırmıştı ya, neyse. Adaylarla asıl ilgilenen annesiydi, kendine düşen sadece annesinin filtresinden geçen adayların artılarını ve eksilerini onunla birlikte bir bir düşünmekti. Ailenin cemaat içinde bilinirliği, zenginlik durumları, adayın işine bağlılığının derecesi, kardeşleri içinde önceliği gibi konuları kafasına iyice sokması gerekiyordu. Örneğin, damat adayı evin tek erkeği mi, üç kardeşin en büyüğü mü, yoksa evin en küçüğü, ananın babanın son umudu mu. Bir anda mesele, bir kaç aday arasından en uygununu seçmeğe kalmıştı. En iyisi de zaten, annesinin de dediği gibi, şimdi kocası olan Sait’ti. O zamanlar daha saçları bile dökülmemiş, boyuysa meclis içinde utandırmayacak kadar, çok kısa sayılmazdı. Babasının çarşıdaki halıcı dükkanında çalışıyordu, üç kız kardeşi vardı, ikisi evli, biri de nasılsa çabucak evlenirdi. Adamakıllı bir evleri vardı, düzenleri yerli yerindeydi. Aile, kendi memleketlerinden değilse de yakın birindendi. Aklın yolu bir, seçilecek damat belliydi. Sırayla söz, nişan, kına, düğün yapıldı. Kaynanaya yakın bir ev açıldı, dizildi. Annesinin hazırladığı çeyizin her bir parçası tek tek o evde yerini buldu. Evlendiğinden iki ay sonra aybaşı görmediği için gebe olduğu anlaşıldı. İlk çocuk nur topu gibi bir kız. Evladın kız olanı hayırlısı idi. İkincisi kısmetse erkek olur dendi ama olmadı. Şimdi iki güzel kızı var. Baba da memnun. Üçüncüyü de nedense yapmadılar. Kocası istemeyince kendisi de konuyu hiç açmadı.
Günlerin çarşambasıydı. Yataktan istemeye istemeye kalktı. Aynur Hanım için o günün tek özelliği pazarın günü olmasıydı, başka bir şey değil. Kendisi her hafta olduğu gibi kahvaltıdan sonra tatlı bir gayretle evi şöyle bir toparlayıp el arabasını kaptı mı, pazarın yoluna koyulacak. Bir kaç çeşit sebze, bir kaç çeşit meyve illa ki her hafta alınacak, o da hep belli yerlerden. Ama eve getirdiği paketten çıkan çürük bir meyve mi olur, paranın üstünü verirkenki hesapta aleyhine işlemiş bir şüphe mi olur, zaman zaman bir tezgahtan diğerine kayılır. Artık elma ordan alınmaz, şurdan alınır. Bir süre bunun sebebi anlatılır, pazarda, yolda karşılaşıp neyi kaça aldığını anlatırken sohbete sağından solundan dahil edilir, o kadar. Alınacaklar arasında her hafta bir iki de ıvır zıvır mutlaka olur. Mutfağa, bir maşa, tahta bir kaşık, yeni çıkmış plastik bir spatula falan. Giyim kısmından bir tişört, belki birkaç çift çorap, bazı haftalar defolu bir havlu ucuza, ya da fanila don. Ama yumurtacının adresi hiç değişmez: Birinci sokağın solunda, ortadaki. Pazara daha kayınvalide ile gittiği zamanlardan beri hiç şaşmamıştı. Zaten en sevdiği, alışverişin tacı yumurtaydı. En az yirmi tane alınacak, bazen otuz da olur. Bunun kararını vermek için daha evden çıkmadan düşünmeye başlar: Dolapta kaç tane kalmış, önündeki hafta yapılacak pasta çörek ihtimalleri. Yumurtacının tezgahının önüne geldiğinde, ki bunu alışverişin sonuna bırakır, karton ya yirmilik ya otuzluk istenecek. Yirmilik isterse gerekçesi hazır, daha geçen haftadan aldıkları bitmemiş, ama otuzluk karton isteyecekse yumurtacı da nazını çekecek: ‘Hele oradan bana bir otuzluk karton ver!’ deyiverir yekten. Başlar yumurtaları bir bir elden geçirmeye. Seçtiği yumurta grubu en pahalı olan değil. Ama o, içlerinden en büyüklerini seçmeye bakar, seçer de. Bazen öyle irileri eline gelir ki en pahalıların arasında öylesi bulunmaz. Tombulu olur, incesi olur, üstü pütürlüsü, kırışığı, lekelisi, tarazlısı, rengi kırığı, kabuğu incesi. Elden bir bir geçirdiklerinden kırığı çatlağı çıktı mı, bunu tezgaha bakan çocuğa veya tezgahın sahibine eski müşteri olmanın verdiği vefa ile hiç bir şey söylemeden uzatır. Bunun anlamını zaten bilirler, ‘ben almam ama sen bunun icabına bakarsın’, demektir. Böylelikle elindeki kartonu sıra sıra doldurur. Ama yumurtaları gözleriyle taramaktan eliyle yoklamaktan hemen vazgeçmez. Son dakika, iri bir tane ele geçirdi mi kartonda dizili olanların arasından en ufak görünenle hemen yer değiştirir, ta ki paketlenmesi için uzatana dek. Yumurtacı yumurta kartonunun bir tane de üstüne karton koyar, büyükçe bir paket lastiğini kartonları kıstıracak şekilde çaprazlama geçirir, bir de geniş sağlam bir poşete koydu mu paket hazır! Bu işlem yapılırken Aynur Hanım evcimenliğin hazzı ile doğrulur, belini dinlendirir, etrafına bakınır. Bu, tezgahın müdavimlerinden karşılaştıklarına bir iki ipucu paylaşmanın tam vaktidir: İleride güzel ıspanak var, hem de beş lira! Bugün enginarcı çabuk bitirir, kaldıysa hemen al, dört liraya veriyor ha! Elmanın en güzeli köşede, ama pazarlık yok! Kimseye rastlamazsa, beklerken bunları içinden geçirir.
Aynur Hanım pazardan gerekmeyen bir telaşla çıkar, nasılsa ilk karşılaştığı ahbapla konuşurken soluklanacak. Konuştuklarının sırası değişse de eve gelen temizlikçiden, kızının üniversite hazırlığına, diğerinin diyetine, kapıcıdan, apartmana gelen yeni komşuya, görümceye, kaynanaya, kardeşe, kuzene dalgalanır. Bu özneler zinciri pek nadir kocaya da dokunur ve çabucak konu kapanır: Sait, zaten işte, ne yapsın. Sohbet biter, arabaya tekrar yüklenilir. Katlanabilir tatlı bir soluklanma eşliğinde araba apartmana kadar çekilir. Apartmanın kapısında araba bu defa öne alınarak arkadan ite ite içeriye alınır. Apartmanın içindeyken sesli sesli söylenilir; artık asansörsüz ev mi kaldı canım Yeşilköy’de. Bu apartman da hayırlısıyla bi yıkılsa da yeniden yapılsa! Dairelere dokunulmasın canım, bahçeden biraz alınsın ne olacak? Arka bahçenin kime ne faydası var? Hem kapalı otopark da olsa fena mı. Şimdi bir dairenin bir değil, iki üç arabası var. Hiç olmazsa birinin yeri belli olur.
Alınan öteberi daire kapısına kadar getirilir. Anahtar aranırken ses biraz daha yükselebilir. Hatta kapı kapatıldıktan sonra içeriden bir süre Aynur Hanım’ın şikayet eden sesi duyulur. İlk iş, yumurtalar balkona, sonra eller yıkanacak. Para hesap edilecek, kaç lira harcandı, çok ince ince değil, kaç tane yüzlük, kaç tane ellilik bozulmuş, o kadar. Akşam kocaya tatlı bi şikayet tonuyla ifade edilecek: İnanmazsın bugün pazarda iki tane yüzlük bozdurdum. Veya, buncacık şey iki yüz lira, kim inanır.
Böyle böyle haftalar aylar geçer, yıllar biriktirilir. Konu komşuyla birlikte şöyle kahveler ele alınır da iki çift lafın beli kırılırken konu pazara gelirse söylenmez mi: “Yirmi üç yıldır bu pazarda yumurtacım aynıdır!”
Lüsan Bıçakçı