Yazarlık atölyesindeyiz. Konumuz bellek. Kişisel ve toplumsal bellek üzerine konuşuyoruz. Ödev varmış. Herkes evden çocukluğuna dair bir nesne getirip, bilinç akışı tekniği ile öykü yazacakmış. Unuttum. Arkadaşlardan biri gazoz kapağı getirmiş. Çocukluğunda oynadığı bir sokak oyununu yazmış. Onu okuduktan sonra herkes birer birer heyecanla çocukluk anılarını anlatmaya başladı. Yüzler ve anılar. Yüzlerine baktım ve o yüzlerde anlattıkları çocukları gördüm. Bana yazıp verselerdi o anıları, kişilerle eşleştir deselerdi yapabilirdim. Nilgün Hanım örneğin, arkadaşları ile ip atlarken devamlı saatine bakarmış eve geç kalmamak için. Tam ona göre bir davranış. Toplum normlarına uygun bir yaşam süren insanlara has, hata yapmaktan imtina eden kaygılı bir ifade var yüzünde. Hemen yanında saçları fönle düzleştirilip, itinayla ensesinde topuz yapılmış Nalan Hanım. Konuşurken başını geriye atıp kasılır, en doğru sözcükleri seçmeye çalışır, birbirine uyumlu renklerde giyinir. Annesi her zaman sokağa çıkmasına izin vermezmiş. Otoriter bir annenin evladı olduğu her halinden belli. Bir keresinde, oynarken, annesi tekrar sokağa çıkmasına izin vermez diye, bir ağacın arkasına yapıvermiş tuvaletini. Bunu çok büyük bir olay gibi anlatmasından, bir köy çocuğu olmadığı anlaşılıyor. Sonra, zapt edilmesi mümkün görünmeyen kıvırcık saçlarını ara ara elleriyle havalandırıp daha da kabartan, duruma hâkim ve yön veren bir ifadeye sahip bakışlarıyla Nilay Hanım. Sokakta oynarken düşüp yaralanınca, evdekiler büyütmesin diye arkadaşının evinde kendi pansuman yaparak halledivermiş meseleyi. Arkasından diğerlerini, oynamaya doymayan çocukları, balkondan seslenen anneleri dinledim gözlerimi iri iri açarak. Ben de bir şeyler anlatmak isterdim ama hatırlayamadım bunlara benzer bir anı. Benim anlatacak bir hikâyem yoktu.
Değişik zamanlarda değişik mekânlar. Babamın memuriyeti sebebiyle taşındığımız küçük taşra kasabaları. Hayal meyal düşler gibi, bölük pörçük görüntüler, farklı yüzler gözlerimin önünden geçiyor. Fakat balkondan seslenmiyor annem, niye? Hep zamanında geliyorum diye mi yoksa sokağa çıkmıyor muyum? Kimi zaman hiç evden çıkmadığımı hatırlıyorum. Kimi zaman sokakta yere eğilip bir karıncanın yürüyüşünü izlerken kafamı kaldırdığımda etraftaki çocukların başka bir yerde başka bir oyuna başlamış olduklarını, kimi zaman hayallere dalıp gittiğimi, çevremdekilerin farkına varamadığımı, bazen de yaramaz çocukların beni gösterip güldüklerini hatırlıyorum. Bir defa da saklambaç oynarken saklandığım yerde unutulduğumu. Bunu bir öykümde kullanmıştım. İyi malzemeydi gerçekten. Kötü geçen çocukluk, iyi öyküler yazdırırmış diye duymuştum bir yerden. Önemli bir yazar söylemiş olmalı. Kötü bir çocukluk yaşadığımı da, iyi öyküler yazdığımı da düşünmedim gerçi hiç.
Yine de şu hatırlama olayına aklım takılıyor. Bütün gün düşünüyorum, benim niye anlatacak bir sokak oyunu hikâyem yok diye. Bir arkadaşım vardı çocukluğuna dair pek bir şey hatırlamayan ama onun çok haklı bir sebebi var bana göre. Küçükken annesi ölmüş, kötü hastalıktan, büyük travma. Benim kimsem ölmedi. Son derece sıradan, ne zengin ne fakir olan bir ailede, bir memur çocuğuydum. Mutsuz değildim, yoksa öyle miydim? Pek de severim kendime acımayı. Psikologlar, hemen hepsi aynı soruyu soruyor nedense. Çocukluğunuzda cinsel tacize? Ben hayır diyorum daha soru tamamlanmadan. Cevabımdan tatmin olmayan şüpheli bakışları üzerimde sabitleniyor. Okuduğum öykülerde kimi defa karakterin geçmişinde bir cinsel taciz çıkar ortaya. Halbuki duygusal tacizler o kadar gelmez akıllara. Geçenlerde televizyonda bir programda anlatıyordu uzman. Travma Yunancadan, anlamı yaralanma diyordu, bir olay değil. Bazen olması gereken iyi bir şeyin olmaması da travma oluyormuş. Neymiş olmayan, onu bulmak daha zor anlaşılan.
Geç de olsa yapmalıyım ödevimi diye düşünerek dolanıyorum evde. Çocukluğumdan bir nesne bulmakla başlamalıyım. Kitaplığımda minik, sevimli, ayıcık şeklinde bir kalemtıraş. İşte bu. İzmir Kemeraltı’nda dolaşırken annem almıştı onu bana. On yaşlarındaydım. Küçük bir kasabadan, büyük şehre ilk gelişim değilse bile, sık olmadığı için bana olağan üstü bir günmüş gibi görünüyordu. Annem Birinci Beyler İş hanındaki bir doktor muayenehanesine tedavi olmaya geliyordu. O gün nasılsa beni de yanında götürmüştü. Doktor vücuduna minik iğneler batırmıştı. Acıtmıyor demişti bana. Sonra iyileşti gerçekten. Önceden odasına kapanıp ıhlardı günlerce, dudakları mosmor, saçı başı darmadağın çıkardı odadan. Kapısının önünde beklerdim, içeri girmezdim, belki korkudan. Karanlıktı odası, ışık rahatsız edermiş. Ne zaman güzel bir plan yapılsa, komşularla pikniğe, kuzenimin düğününe gidilecek olsa hastalanırdı annem. Bir yoksunluk duygusuyla evde oturur, elime ne geçerse okurdum. Pek fazla kitap olmazdı evimizde, gazete kuponuyla alınan ansiklopedi serisi, okul kütüphanesinden getirdiklerim bir de. Pazar günleri gazete alırdı babam bulmacaları için. En çok üçüncü sayfa haberleri ilgimi çekerdi. Batman’da intihar eden genç kızlar, ütüyle çocuğunu yakan baba, komşusunun tecavüzüne uğrayan çocuk, trafik kazasında bir ailenin yok oluşu…
İnsandan görünmüyor gökyüzü. İşportacılar her tarafta. Annem onu, o ayıcığı aldı bana. Okulda sıramın üstüne koydum. Sonra gittiğim her yere götürdüm. Hâlâ yanımda. Onun benzerini kimsede görmedim daha. O günden sonra annemden başka bir hediye de almadım.
Ayaklar, her tarafta gidip gelen ayaklar görüyorum. Ayakkabılar, spor deri yıpranmış yeni boyasız ve eski ayakkabılar. Pantolonların, paltoların, eteklerin arasında sürünerek yürüyorum. Annemin elini sımsıkı tutuyorum. Bıraktığım an beni bir girdap çekip alacak, bilinmeyene savuracak. Yıllar sonra şehre üniversite için geldiğimde, aynı yerlerde dolaşacaktım tek başıma. Bu sefer saçlar göreceğim etrafımda, gür seyrek beyaz kırçıllı boyalı bakımsız dağınık ve atkuyruğu saçlar. Kalabalık beni yutacak. Kendimi bırakacağım girdaba. Tutacak elim yok. Anlatacak hikâyem yok.
Ayşegül Gezgin