Göbeğim bağımsızlığını ilan etti!
Mutfaktayım. O çok bilindik kahvecinin meşhur kurabiyelerinden yapıyorum. Hazırlıklar önceden yapıldığı için malzeme sıkıntısı çekmiyorum. Stokçuluk! Duyuyorum ama lütfen aranızda konuşmayın. Haklısın buzdolapçığım, bu mikser çok konuşuyor. Fırın da çok alem! Duydun mu? “Adı üstünde mikser,” diyor. Ne bayat espri! Küskünüz tabii, geçen gün böreğimi düzgün pişirmedi. Duydum içindeki peynirlerin isyanını “eridik gittik, bedenimizi parçaladın,” diyorlardı. Kurabiye!
Kurabiye yapıyorum. İki paket çikolatayı dilimliyorum. Tereyağı, yumurta ve şekeri hayattan bezene kadar karıştırıyorum. Parçalanmış cevizleri de atıyorum içine, görüntü oldukça sevimsiz. Onlara katılan çikolata parçaları görüntüyü kurtarıyor. En sonunda onlara aldığı kadar un katılıyor. Yuvarla tepsiye koy, ısınmış fırına yolla, çıkınca hafif bastır. En çok çay bardağının altıyla bastırmayı seviyorum. Ve sonuç.

Sunumsuz asla! Hem de pembe. Aslında bu fotoğraf çekilene kadar tepsinin yarısını tükettik ama olsun. Dostlar görsün. Ne kadar becerikliyim!
Bunu yaparken eşim bey yanımda paket paket bisküvi kırdı. Evet şu çaya batırınca hemencik boynunu büküp içine yayılıverenlerden. Ne yapıyoruz? Anne usulü bisküvili pasta mı? Hayır. Biraz daha burjuvası, mozaik. Çünkü tüm kahvecilerde o var. Anne usulü olandan yok. Halbuki o pasta ile ne doğum günleri geçirdik. Yaş yedi, saçlar erkek tıraşı, gözler felfecir okuyor. (Doğrusu velfecir ama bizim atalarımız yanlış biliyormuş.) Annem, sultanım, pastayı hangi borcama yapsa? (Burada marka adı vermek zorundayız çünkü bu cam eşyaların gerçek adının ne olduğunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Geleneksel yeni ev hediyesidir ama bir ordu çocuğa pasta yapılacak kadar büyüğü henüz üretilmedi.) Borcam yetmeyeceği için kare büyük fırın tepsisine yapmış. Annemin mantıcı dükkânı ile babamın kuaför dükkânı bitişik. Yemek servisi bittikten sonra birçok arkadaşım, işi olmayan kuaför çalışanları ve birkaç müşteri mumları üflememe eşlik edecekler. Ben bir yaş daha büyüyeceğim. Halt varmış gibi. Şu kötü günlere biraz daha yaklaştığımı bilmeden. Sana o günün resmini çizemem ama anlatabilirim.
Dükkânın iki tarafı aynayla kaplı. Kuaför dekorasyonundan fazlasını bilmeyen babam lokantayı da kendi alışkanlıklarıyla dekore etmiş. Lokanta dediysek büyük beklentileriniz olmasın. Dört ya da beş masası olan sadece öğle saatlerinde yemek servisi yapan; mantı, içli köfte ve saç böreği dışında yiyecek bulamadığınız bir dükkân. Bu dükkânın uzun masalarından birinin etrafında toplanmışız. İşten kaytaran kuaför tayfası, birinin saçı bigudilerle sarılı, diğerinin saçları siyaha boyalı sırtında penuarı iki müşteri var. Kız çocukları ve erkek çocukları birbirinden ayrılmaz görüntüde, çünkü hepsinin saçını babam kesiyor, kısacık. Bedava tıraş anca bu kadar oluyor. Evlat da olsak biz de bedavıcıyız. Mumlar üfleniyor, alkışlar! Ve pasta yenip bitiyor. Hediyeler, bu işin en güzel tarafı! Bir doğum günü daha böyle bitiyor ve ben büyüyorum.
Neyse ben mozaik pastaları da yapıp buzluğa atıyorum. Onlar acil durum tatlısı. Yenmediğinden fotosu çekilmedi. Ama burada yapılmışı var.

Tabii bu iki çeşit tatlı yapılırken bir sonraki tatlının hayalleri kuruluyor. Sütlaç mı yapsak yoksa geçen gün yaptığımız browniden mi yapsak?
Browni! Yine gecenin bir yarısı aklımıza düştü. Onun da malzemeleri hazırdı. Kurabiyenin çikolatası ayrı, browninin çikolatası ayrı. Tereyağını erittik, çikolataları içine attık. Akışkan hale gelince yine başka bir tarafta halvet halinde olan yumurta ve şekere karıştılar. Cevizi, unu derken kek kıvama geldi. Önceden ısıtılmış fırında olgunlaşırken üst katman çikolatası eritilip hazırlandı. Küçük sürprizler var tabii, çilekler!

Bunda sunum kaygısı çekmedik. Bir varmış bir yokmuş diyerek ortadan yok oldu.
Mutfak evin gizli alanlarından biriymiş. Görev bilinciyle girip, ihtiyacımız kadarını hazırladığımız mekân şimdi bir spor salonu, kahve dükkânı, pizzacı, fırın, annemin yemekleri, börekçi, hamburgerci dükkânı ve kendini balkon zanneden alanıyla dünyaya açılan pencere haline geldi. Evde bulunan boy boy oklavalar gizlendiği dolabın içinden çıktı. Önceleri kare olan sonra bir çembere dönüşen hamurlar artık oklavaların altında kayıp gidiyor.
İyi bir hamurcu kolay yetişmiyor. Annemin insanı transa geçiren hamur açma anları geliyor bu günlerde gözümün önüne. Terapi gibiler. Oklavayı alıyorum, annem hemen karşıma geliyor “kızım oklava pürüzsüz olacak.” Yeniden bir baştan bir başa elimi gezdiriyorum üzerinde bir önceki açmalardan kalan hamur izleri, un kırıntıları yok. E tabi her işin sonunda temizliyorum ama un bağlılığı seviyor bazen vazgeçemiyor o ahşap parçasından. Hamur mayalanmış. Önce tezgâh unlanıyor, hamur o unun üzerine kayıp yerleşiyor. Yeniden başlıyorsun yoğurmaya içinde mayanın bakterileri yeniden yeniden patlıyor, çoğalıyor, “hormonlu bir hamur olacağım ben” diyerek içeriden çığlıklar atıyor. Hamur kıvama geldi. Bugün bazlama olacaklar. Bezelere ayrılıp oklava altında genişlemeye hazırlanıyorlar. Yine tezgâha, un üzerine yerleşiyorlar. Şimdi oklavanın dans zamanı benim ellerimde ama aslında annem açıyor. Avuçlarımda onu hissediyorum. Sol eli tam açılmış oklavanın üzerinde, sağ elinin baş parmağı ve işaret parmağı ile diğer ucu tutuyor. “İşin püf noktası bu kızım. Bu hamuru döndürür ve yuvarlak bir hamur elde edersin.” Ellerim annem olmuş dönüyor tezgâhın üstünde. Her şey tamam onun gibi açtım. Hamur kare! İkinci beze annem yeniden geliyor, açıyorum hamur yine kare! Sihirli elleriyle yeniden çeviriyor ve üçüncü bezeden sonra ruhu hamura geçiyor. Ben annem oluyorum ve daire şekline ulaşıyorum.
Annemin kutsalı; mutfak, ev temizliği ve çocuk bakımı kısmında bize hiç görev düşmedi. En çok bu hamur seanslarına sahip olmak isterdim. Ne zaman evden giderlerse mutfağa girer oklavayı, unu ele geçirirdim. Bunu ilk akıl edip mutfağa girdiğimde sürekli gittikleri yeri arayıp “ne zaman döneceksiniz?” diye soruyordum. Yine de yakalanmadan amacıma ulaşamadım. Geldiklerinde mutfağın her tarafındaki un lekeleri dışında elime, yüzüme, saçlarıma bulaşan beyazlıkları hala gülerek anlatıyorlar. Komikti ben de kabul ediyorum. Ama o inadım olmasaydı şimdi göbeğim bağımsızlığını nasıl ilan ederdi? Söylemiş miydim? Bugünlerde göbeğim bağımsızlığını ilan etti.
Anlattın da bu hamurlar “neye dönüştü?” diyorsanız. Söyleyeyim. Lö bazlama! Hani şu mutfakta olmazsa olmazım müzik çalarım var ya, onda her tarzdan müzik var. O gün hamurları açıp pişirdikten sonra tam sofraya geçme vaktinde Edith Piaf çalmaya başladı [Lö bazlamayı doğuran şarkı belki dinlemek istersiniz, https://www.youtube.com/watch?v=Q3Kvu6Kgp88] ve şarkı isimlerini düzenlemeyi unuttuğumdan usb içinde ne kadar Edith Piaf şarkısı varsa peş peşe dinledik. Kahvaltı sofrasında Paris’te olduğumuzu hayal etmeye başladım. Şanzelize’de kahvaltı yapıyorduk. Kruvasanlar, bazlamalarımız oldu. O yüzden artık onun adı Lö bazlama!
Müzik çalarım evin en önemli fertlerinden biri. Spor salonumun başrol oyuncusu. Bahsetmiştim. Şimdi de “Mutfak nasıl spor salonu olabilir?” dediğini duyar gibiyim. Bir defa sauna özelliğine sahip fırın, ocak, su kaynatma makinesi ya da kullanılan diğer ısıtıcılar hepsi aynı anda çalışınca ortaya yüksek doz terleme çıkıyor. Ardından müziksiz asla olmaz dediğim ev işlerine eşlik eden müzik çalardan yükselen hareketli şarkılara eşlik eden ben, mutfağı zumba salonu olarak kullanıyorum.
Yine de göbeğim bağımsızlığını ilan etti.
Bir de bulaşıklar var. Makine olabilir ama bu kadar yeme, içme, pişirme işlerine makine isyan etmiş durumda. Alamam, diyor boğma beni, isyan ederim, yıkayamam. Velhasılıkelam etti. Son seferinde bütün bulaşıkları yağlı ve bulanık çıkarınca kendisiyle bir anlaşma yaptık. Biraz sirkeyle besledikten sonra kararında doldurup çalıştıracağıma söz verdim. Dolayısıyla bulaşıkların büyükleri, fazlaları benim narin ellerimin eline kaldı. Bu aralar arkadaşlara da dediğim gibi arada gidip bulaşıkları çitiliyorum.
Eşyalarımı severim. Bu dönemde kendileri ile hasbihalim arttı. Neyse ki cevap vermiyorlar. Yukarıda yazdıklarım buzdolabına anlattıklarım. Konuşmuş olsalar güzel olurdu tabii. Sosyal medyada yazılanları okuduktan sonra konuşmamalarını tercih ediyorum. Evet, eşyalar, diyordum. Hepsinin kişilikleri olduğuna inanırım. Bunun en sıcak örneğini yine bulaşık makinemle yaşadık. Yılın belirli zamanları annem ve babam bizde kalırlar. Ve annem gelince mutfak ona aittir. Kendi evimde mutfağa girmeme talimatı alırım. Bu duruma üzüldüğümü söyleyemem. Ama anneme kabul ettiremediğim, yemekler onda bulaşıklar bende olmalı. Bir şekilde bulaşık makinesine sahip olmaya çalışıyor. Ve bulaşık makinem bence ona bir isim verelim. Yamyam, olsun. Yamyam’ın düğmesine basar. Çalışmaz. Ben basarım çalışır. Bu, günlerce devam etti. O zaman anladım ki, mutfak eşyaları beni seviyor. Sessizce cevap veriyorlar bana.
Şimdilerde Yamyam’la aramız biraz bozuk. Buzdolabıyla samimiyiz. Onun adı Şişman. Aynı bizim gibi. İçini doldurdukça dolduruyor.
Bir de yatak odası sorunsalı var. Kâbus gibi. Sürekli evde olmak yatak odasına karşı nefret oluşturabiliyor. Gün içinde uykun geldi odaya git, gece yatacaksın odaya git, kitap okuyacaksın odaya git. Bu sebeple eşim beyle evi bölüştük. Salon ona ait. Geri kalan üç oda ve mutfak benim. Ben bu durumun adil olduğunu düşünüyorum. Çünkü kendisi sabah kahvaltıdan sonra köşe yastığı gibi salondaki üçlü koltuğun sol tarafına oturur, televizyon kumandası, uydu alıcının kumandası, televizyona bağlı bilgisayarın faresi, klavyesi, diz üstü bilgisayarı ve onun faresini yanına alınca gün içindeki on iki saatini geçireceği mekânın hazırlıkları tamamlanır. Zaten bu ekipmanların hepsi o koltuğa yayılmış şekildedir. Benim onu bıraktığım yerde bulduğum gibi o da tüm bu aletleri bıraktığı yerde bulur.
Bütün bunlara eşlik eden o koltuğun diğer köşesinin sahibi Tarçovski Bey de kısa zaman içinde yerine kurulur.

Gece üç ile sabah on arasında uğradığım yatak odasıyla barıştık. Gün içinde çalışma odasında işimi yapıyor, misafir yatak odasında kitabımı okuyor, mutfaktaki kendini balkon zanneden küçük bölgede duran sandalyemde oturup gelen gideni izliyor ve canım isterse salonda gidip diğer iki koltuktan istediğime oturuyorum. Ve tabii ev yetmiyor. Güneş, oksijen, yeşillik ve deniz istiyorum. Halbuki tüm bunlara sahipmişim, haberim yok. Dört yıldır ikamet ettiğimiz bu koca binada kibrit kutusunda yaşadığımızı geçen gün öğrendim. Deniz, temiz hava, isyanlarımdan sonra aslında yönetici ve görevlinin dışında kimsenin çıkmadığı çatıya çıktık. Hiç eve dönmeyebilirdim.

Bir süre hiç kıpırdamadan denizi izledim. Havayı soludum ve etrafa uzun uzun baktım. Yedikule Zindanları, Marmara Denizi, adalar, bol ağaçlı mezarlıklar ve insanları yaşarken içine hapseden taş mezarlar.
Binanın diğer tarafına geçtiğimizde sitenin hemen önünden geçen karayolundaki trafiği görünce insanların hiçbir şey yokmuş gibi sokaklara dökülmesinin şokunu yaşadım. Gıdım gıdım hareket eden arabalar, bir yerden bir yere yetişmeye çalışan insanlar, site içinde yürüyüş yapanlar, kapalı olduğu halde parkta oynamaya çalışan çocuklar, hepsi biraz daha ruhumu daralttı. Yeniden manzarama döndüm. Ve tüm bunları sindirmek için yirmi katı merdivenlerden inerek bitirdim. Sindi mi? Sindi tabii ama günlerdir bacaklarım benden bağımsız başka bir bedenin uzvu gibiler.
Eve gelince gerçeklerle yüzleştim. Mutfak usulca beni çağırıyordu. Aslında mutfağa sinyalleri gönderen içine dünyaların sığdığı midemdi. O anki aldığım oksijenin sarhoşluğu ile ne yemek yaptığımı hatırlamıyorum. Yok sizi bir yemek fotoğrafından daha mahrum etmek istemem.
Yemek, çatı, evin odaları, çocukluğumun doğum günleri daldan dala atlıyorum. Ne alakası var? Ama bu korona günleri değil mi bizi böyle yapan? Bir anda oturduğunuz yerden kalkıp olmadık bir çekmeceyi karıştırıp içinden çıkanlarla geçmişe ya da geleceğe gidiyor, oradayken miden sinyal veriyor, mideni dinlerken aklın başka şeye kayıyor. Hamam böceği olduk. Nemli, sıcak, bazen karanlık evimizin içinde amaçsızca oradan oraya dolaşıyoruz. İleriyi düşünmeden anı yaşayarak hareket etmenin bugünler için en iyisi olduğunu düşünüyorum.
Çocukluk günleri demişken, hani şu en başında bana stokçu diyen mikserimin hatırlattığı bir şey daha var. Aman bir köşede dursun ne olur ne olmaz, diye her birinden birer paket aldığım bakliyatlar beni en yakın arkadaşlarımdan biri olan Alin’le dostluğumuzun başlangıcına götürdü. Yaşları yedi ile on arasında değişen üç beş kişilik arkadaş grubumuzla babamın dükkanının olduğu binada dördüncü katta oturan canım Safiye teyzemin evindeyiz. Sen bilmezsin buzdolapçığım Safiye teyzem Türk sinemasının değişik filmlerinden “uçan kız” filminin başrol oyuncusu,Türk sinemasının ilk batwomanı. Onun kızı da yakın arkadaşlarımdan biri o zamanlar. Üç beş yaramaz çocuk o evin balkonunda oturmuş öğle saatlerinde gelen köftecinin servis çırağını bekliyoruz. Avuçlarımız; nohut, fasulye, mercimek dolu. Silahlar hazır, hedef Alin! Önceleri nereden geldiğini kestiremeyen Alin, daha sonra bizleri görüyor ve ablası Karolin’i alıp geliyor. Kavga, kıyamet! Nohutla başlayan düşmanlık birkaç sene sonra babamın iş yerinin Alin’lerin oturduğu binanın oraya taşınmasıyla sağlam dostluğa geçiş yapıyor. Ve ben yeniden bugünlere dönüyorum.
Tabii bugünlerin asıl başrol oyuncularını da es geçmemek gerekli. Sabun, sarı bez, çamaşır suyu ve sirke! Vampir filmlerinde elinde sarımsak ve gümüş çiviyle gezen karakterler gibi çamaşır suyu sirke karışımı ve sarı bezle ayin yapıyoruz. Ritüelleri tamamladıktan sonra halin kalırsa ayaklarını uzatıp bir kahve içebiliyorsun.
Bir de her sabah müziklerle uyanma var. Mesela bir sabah uyanır uyanmaz elime aldığım telefonuma gelen bir whatsapp grubundaki mesajlardan birinde “ne zaman bitecek bunlar?” sorusundan sonra yüz yıkamaya giderken “Ne zaman bitecek tanrım bu azap yarını olmayan günlere kaldım” diye bağırıp ardından Gülden Karaböcek’ten “Kırılsın Ellerim” şarkısını açıp dinledim. Yetmedi Facebook’ta paylaştım. (Biliyorum şimdi içinizden söylüyorsunuz, bu link faydalı olacak. https://www.youtube.com/watch?v=wK-khEfdIEo ) Dokuz like aldım ama olsun dokuz kişi benim gibi düşünüyordu. Başka bir sabah “Bu da geçecek biliyorum ah, Kara güneşten gün doğacak, Kırılınca kör kapılar, Bu taşlarda güller açacak” diye bağırıyordum. Tabii peşine yeni bir youtube tıklaması, facebook paylaşımıyla devam ettim.
Müzik en çok mutfakta faydalı oluyor. Bazen öykünün konusu gelip sizi çimdikleyiveriyor. “Havuç salatası” öyküm böyle bir taciz sonrası ortaya çıktı. Yine buzdolabıyla konuşuyoruz. Maydanozları sarartmışsın az daha şunları korusan derken sen asıl havuçlara bak babaannenin ellerine dönmeye başladı, deyince hemen bir rendeleme işlemi vuku buldu. Tabii o arada çalan şarkıyla beraber bende kelimeler, olaylar dönmeye başladı. Havuçların daha rendesini bitiremeden bilgisayar başına geçtim. İlham bu nerede geleceği belli olmuyor. Aslında bu ilham gelmeleri triplerini de hiç sevmiyorum. Olsun bana ilham geldi.
Buzdolabım, havucu, maydanozu salatası derken döndük dolaştık yine mutfağa geldik. Fırınımdan bahsetmiş miydim? Hani bu aralar küs olduğum. Kendisinin adı Ateş. Emektar mini fırın. On yıldır kendi çapında çalıştığını zanneden fırın iki aydır fazla mesaiden şikayetçi. Ekmeği, böreği, yemeği, kurabiyesi, keki, fırın makarnasıydı derken birinin kokusu geçmeden diğerininkini solumak zorunda kalıyor. Yakında öksürükten emekliye ayrılacak. Fırın makarna derken bu akşam mac&cheese yaptık. Peynirli makarnanın burjuvası, yine havalı olsun dedim. Malum bu aralar göbeğim bağımsızlığını ilan etti.
Zeynep Pınarbaşı