1936’da Peru’nun güneyinde Arequipa’da bir oğlan çocuğu dünyaya gelir. Annesi, hamileyken baba evine döner; çocuk dedesinin evinde doğar, doğumdan sonra da babası yeniden bir araya gelmeyi kabul etmez ve annesini boşar. Aile ona babasının öldüğünü söyler. 1946’ya kadar annesiyle beraber, işi gereği Bolivya’ya yerleşen dedesinin yanında yaşar. Peru’ya döndükten sonra annesi eski kocasına rastlar ve yeniden birleşirler. On yaşına kadar babasını ölü bilen çocuk için bu mucize kabilinde bir mutluluk olmalı, oysa öyle olmaz. Kısa süre sonra hem kadına hem çocuğa baskı ve şiddet uygulanan kâbus gibi günler başlar. Babası onu yatılı olarak Lima Leoncio Prado Askeri Okuluna verir. Evden ayrılmak ilk anda bir kurtuluş gibi gelir ancak sonraları sadece baskıcı elin değiştiğini görür. On dokuz yaşında, üniversite öğrencisiyken, kendisinden on yaş büyük, yeni boşanmış olan dayısının baldızıyla ailenin tüm itirazlarına rağmen kaçarak evlenir. Dokuz yıl süren ilk evliliğinden sonra ikinci evliliğini kiminle yapar dersiniz? Yine aynı dayısının kızıyla! Bu evliliği elli yıl sürer ve üç çocuğu olur.
Yer ve kişi isimleri Türkçe olsa bunun eski Türk filmi senaryosu olduğu düşünülebilir ya da belki özellikle bir dönem ülkemizde ev kadınlarının müptelası olduğu Brezilya dizilerinden biri. Az gelişmiş toplumlarda kadın ve çocukların kaderleri maalesef ortak.
2010 yılında Nobel ödülü alan Latin Amerika Edebiyatının Büyülü Gerçekçilik yazarlarından Perulu yazar Jorge Mario Pedro Vargas Llosa’dan söz ediyoruz. Yaratıcı Yazarlık Atölyesi’nde Latin Amerika Edebiyatı ve Büyülü Gerçekçilik çalışmamızda Llosa’yı anlatmaya gönüllü olduğumda, onun hiçbir kitabını okumamıştım. Biz daha çok öykü üzerinden okuma yaptığımız için hemen Kadıköy’de kitapçılarda öykü kitabı aramaya başladım, bulamadım. Beklemek istemediğim için Akmar Pasajında ikinci el kitap dükkânlarından birinde bulduğum Elebaşılar ve Hergeleler’i alıp hemen okudum.
1958’de yayımlanan Elebaşılar ve 1965’te yayımlanan Hergeleler, 1979’da tek kitap olarak yayımlanır ve bu yeniden basımda Llosa kitaba bir sunuş yazar. Elebaşılar’da yer alan altı öykünün edebi değeri olmasa da bir gün yazar olacağını düşünmeden yazdığı bu öyküleri sevdiğini söyler. Yine gençliğinin önemli değeri mahalle kültürünü ve dayanışmasını aktarmak istediği Hergeleler’i 1965’te on iki kez yeniden yazar ama istediği gibi olmaz. O sırada gazetede okuduğu ‘bir köpek tarafından hadım edilen çocuk’ haberinden çok etkilenerek, bir kere daha dener. Bu yeniden yazımda anlatıcı, kahramanların her birinin tek tek temsil edildiği bir biz- özne olarak, mahallenin kendisidir. Mahalle’nin ağzından aktarılan, konuşmaların metin içinde akıp gittiği capcanlı bir öykü ortaya çıkar. Llosa, öyküyü yazarken okuyucuya öyküyü okuyor değil, dinliyor duygusu vermesini istemiş ve bu nedenle sözcüklerini sadece anlatımı değil ses uyumunu da gözeterek seçmiş. Tabii bu durum Türkçe’ye çevrilirken korunamamış olabilir ama yine de ben okurken ahenkli bir akışla çevirdim sayfaları.
Edebiyat eğitimi alan Llosa, gençliğinde gecede 350-400 sayfalık romanlar bitiren açgözlü bir okurdur. Çok etkileyici olan bu hızını sonraları kaybetmiş. Sadece edebi okumalar değil, politik, felsefi, kuramsal okumalar yapar, çağının önemli yazar ve aydınlarını takip eder. 1965’ten itibaren Avrupa’da, Madrid, Paris, Londra’da sanat ve edebiyat çevrelerinin içinde yer alır, kültürel ve entelektüel açıdan zengin birikime ulaşır. Edebiyata katkıları kurgu ve yaratıcılıkla sınırlı kalmayıp eleştiri ve kuramsal eserler de kazandırmıştır; Gabriel Garcia Marquez: Bir Tanrı Katilinin Öyküsü (1971), Sonsuz Cümbüş: Flaubert ve Madam Bovary (1975), Sartre ve Camus Arasında (1981)
Eserleri ve Yazma Teknikleri
Kent ve Köpekler; 1963’te yayımlanan ilk romanıdır. Lima’da okuduğu Askeri okulun iç karartan, kasvetli, baskı dolu ortamını dört ana karakter üzerinden anlatır. Bu bana Aziz Nesin’in askeri okul anılarını anlattığı Böyle Gelmiş Böyle Gitmez romanını anımsattı, şok edici ve sert bir okuması vardır. Kent ve Köpekler’i okuyan bir kadın okur da aynı duygudan söz ediyor. Bu ilk romanı 1962’de, İspanyolca’da yazılmış en iyi romana verilen Premio Biblioteca Breve ödülünü, 1963’te de Premio De La Critica ödülünü alır. Bir rivayete göre romanın bin adet kopyası askeri okulun bahçesinde yakılır. Çağlar boyunca hiç değişmeyen, ‘suçlu kitaplar’ın cezalandırıldığı en gözde ateş gösterisi.
Yeşil Ev (1966); ülkesi Peru’da Avrupa’nın uyguladığı din ve kültür emperyalizmini, yerli halkın bunlarla yaşadığı gerilimi konu alan ve yine ödüllü ikinci romanıdır. Llosa’nın aynı zaman diliminde farklı mekânlardaki olaylar ve kişiler arasında yaptığı geçişlerle kurduğu özgün anlatım tarzının bu ilk romanlarından itibaren başladığı görülür.
Llosa, 60’lar ve 70’lerde Sartre hayranı, varoluşçu ve devrimcidir. Kısa süre önce verdiği bir mülâkatta, ilk eserlerinde mizâh kullanmayışını Sartre’ın üzerindeki güçlü etkisine bağlar. Fakat daha sonra edebiyatın, yaşamın deneyimlerinin aktarıldığı bir yol ve mizahın bu aktarımda en iyi araçlardan biri olduğunu keşfettiğini söylüyor. Kullanımdaki doz da önemli tabiî, ciddî bir konuyu sulandırmayacak ama onun soğukluğunu yumuşatabilecek bir dozda; oda sıcaklığında. Benim okuduğum ilk Llosa romanı, Yüzbaşı ve Kadınlar Taburu, bunun ilk ve çok da başarılı örneklerinden. 1973’te basılan roman, ordu ve din gibi gayet ciddi iki kurumu konu alır. Ordunun her sorunu askeri mantıkla çözmek isterken düştüğü hâlleri mizahi ve erotik bir anlatımla açığa çıkarıyor.
Yüzbaşı ve Kadınlar Taburu neden söz ediyor? Peru ordusu, Amazon kıyısındaki bir liman kentinde erlerin, genç kızlar ve hatta yaşlı kadınların ırzına geçmesine çözüm olarak, erler için tam bir ‘askeri disiplinle’ çalışacak ‘profesyonellerden’ oluşan bir ‘hizmet’ ekibi kurulmasına karar verir; Kadınlar Taburu! Tabur, her sabah içtimaa çıkar, tekmil verir. Tabur komutanı içki, kumar nedir bilmeyen, karısından başka kadın tanımayan Yüzbaşı Panta’dır. Tabur başarıyla hizmetlerine devam ederken, yüzbaşının ‘Brezilyalı’ lâkaplı hostese âşık olması ve bu hizmetten yararlanmak isteyen bir grup sivilin, ekiplerden birine saldırmasıyla işler karışır. Romanda bu konuyla iç içe ilerleyen diğer konu; yeni türeyen bir Mesih ve onun Nuh’un Gemisi tarikatının bölge halkı arasındaki engellenemeyen yükselişi ve neden olduğu ölümler. Bu kitap, Llosa’nın kendine özgü o çok başarılı iç içe geçişli yazım yönteminin en çarpıcı örneklerinden. Kitabı okurken zaman koridorunda bir ileri bir geri gidiyorsunuz. Önünüzde aynı anda birkaç sahne birden var; tiyatro gibi sırası gelince ışıkları yanıyor ve birden yer ve kişiler değişiyor. Ama bu sizi hiç yormadan yapılıyor. Kurgudaki zekice ve ustaca geçişler sizi hep canlı tutuyor. Hayran kaldım.
Julia Teyze (1977) yine parodiye varan bir mizah ve erotizmi kullandığı romanıdır. Romanda Llosa’nın Julia Teyze’yle evlenme macerası ve çalıştığı radyoda arkası yarın senaryoları yazan senaristin hikâyesi anlatılıyor. Kurguyla süslenmiş anılar ve sonlara doğru kahramanlarının kılık değiştirerek başka senaryolara sızdığı arkası yarınlar eğlenceli bir şekilde birbirini takip ediyor. Senaryoları okurken çok sıra dışı bir karakter olan senaristin, Llosa’dan izler taşıyor olabileceğini düşündüm. Eleştirmenlere göre bu romanla Llosa kolay tüketilebilecek, popüler romanlar yazma aşamasına geçmiştir.
Julia Teyze’yle ilgili internet kaynaklı ‘teyzesi’, ‘akrabası’ gibi yanlış ifadelerin aslını da öğrenmiş oldum; Julia, Marito’nun akrabası değil dayısının baldızıdır; ‘teyze’liği akrabalıkla değil, ondan on yaş büyük, boşanmış bir kadın olmasıyla ilgilidir.
Dünyanın Sonunu Getiren Savaş (1981), 1896-97’de yaşanan Brezilya’daki Canudos Savaşını konu alan, dört yılda yazdığı romanı. Llosa, bir mülâkatında, bunu yazarın kendisi belirleyemese de bu romanın en önemli romanı olduğunu söyler. İlk iki yıl gergin bir yazım süreci geçirir, sonra o bölgeye gider ve hem yazdıklarını doğrular hem de yeni malzemelere ulaşır. Roman Brezilya’nın iç sorunuyla ilgili olduğundan ağır eleştiriler almaktan korkuyor ama yayımlandıktan sonra bazı eleştirilere rağmen halk tarafından olumlu karşılanıyor. Bu da onun için bütün çabalarının ödülü oluyor.
Llosa, bir öyküyü on iki kez yeniden yazan, bir kitap için dört yıl emek veren, çok çalışkan ve disiplin sahibi bir yazar. Haftanın altı günü, sabahları çok erken kalkıp öğlen ikiye kadar mutlaka çalışıyor; yazmasa da düşünüyor, okuyor, araştırma yapıyor ve notlar alıyor. Yazarken, ilk anda karakterler ve olay çok kaotiktir, sadece onun anlayacağı haldedir ama hikâye de oradadır. O ilk süreç çok stresli ve gergin geçiyor. Ondan sonraki fazlalıkları temizlemek, ayıklamak, sadeleştirmek ve hikâyenin ortaya çıkış anını seviyor, uzun saatler yazmaya devam etmekten zevk alıyor. Yazarken kendini hiç sınırlamıyor, yazdıklarının içindeki magmadan çıkanlar olduğunu söylüyor.
Mayta’nın Öyküsü (1984), Peru’nun yakın geçmişindeki başarısız bir ayaklanma girişiminden yola çıkan bir öykü. Girişimin ve kitabın kahramanlarından biri olan Mayta, ‘Troçkici’, inançlı ve inatçı bir devrimcidir. Mayta’nın devrimci geçmişinde girmediği fraksiyon yoktur; son olarak yirmi kişilik Devrimci İşçi Partisi-DİP’ten yedi (!) arkadaşıyla ayrılırlar ve DİP-T’yi kurarlar. Jauja’da yaşanan gerçek bir isyanı temel alan romanda Llosa’nın hep yaptığı gibi çıkış noktasıyla sonu arasında bizi kendi dünyasında gezdirdiğini görüyoruz. Peru’nun zengin topraklara sahip bu bölgelerinde pek çok kırsal ayaklanma yaşanmış ve pek çok köy haritadan silinmiştir. İsyanlar, darbeler ve katliamlarla dolu geçmişiyle Peru, çok da yabancısı olmadığımız bir tarihe sahip. Mayta’nın ve yoldaşlarının hikâyesinin bana çok yakın gelmesinin bir nedeni bu olabilir. Yazar, kitabın son bölümünde gerçek Mayta’yı tanıtır bize; cezaevi ve işkencelerin eseri sayısız hastalık sahibi, geçim derdine düşmüş, kendi devrimiyle ilgili yazardan çok daha az şey hatırlayan, yurt dışına gitme hayalleri kuran bir devrimci eskisi. Bu Llosa’nın liberal sağa ısınma turlarının başladığını gösteren bir son olmuş.
Teke Şenliği (2000); Dominiklilerin 31 yıl ‘baba’lığını yapmış diktatör Rafael Trujillo’nun iktidarının devamı için halka uyguladığı akıl almaz baskı ve zulmü anlatıyor. Entrikalar, suikastlar, diri diri köpek balıklarına atmalar, sürgünler, onun ve ailesindeki diğer erkeklerin tecavüzüne uğrayan her sınıftan kadınlar ve küçük kızlar. Llosa’nın hep yaptığı gibi bölümler halinde üç ayrı bakışla anlatılıyor dikta dönemi; Teke’nin ağzından, Teke’nin tecavüzüne uğrayıp Amerika’ya kaçan önemli senatörlerden birinin kızı olan kadın kahramanın ağzından ve Teke’ye suikast girişimini yapan grup üyelerinin ağzından. Trujillo, ilk zamanlar inşa ettiği yollar, köprüler, gelişen endüstri sayesinde ülkesinin çehresini değiştirir ancak öte yandan da her alanda – kamusal, askeri, hukuk, ekonomik- yetkiyi tekeline alarak kendi diktasını kurar. Bu ilk yıllarında çok büyük destek görür. Suikast için muhaliflere bir uçak dolusu silah sözü verdiği halde üç tüfeği zorla ulaştıran CIA- Amerika da son yıllarına kadar Trujillo’yu hep desteklemiştir. 1960’ta kendisine karşı oluşan harekette önde mücadele eden ve dünya tarihinde önemli yere sahip devrimci Mirabel Kardeşlerin de katilidir. Onların katledildiği 25 Kasım günü, 1999’da BM tarafından ‘Kadına Yönelik Şiddetin Ortadan Kaldırılması için Mücadele Günü’ ilân edilmiştir.
Cennet Başka Yerde (2003), benim değineceğim son kitabı. Bireysel arayış süreçlerinin anlatıldığı tarihi gerçeklere dayanan bir roman. İlk feministlerden sayılan Fransız Flora Tristan ve onun torunu ünlü ressam Paul Gauguin’nin yaşam öyküleri. Aslında Flora’nın babasının Perulu olduğunu düşünürsek, Llosa bu romanda başka ülke kişiliklerini yazmış sayılmaz. Bu, vaktiyle reddedilmiş anneanne ve torununa Perulu bir sahip çıkış da olabilir. Yaşandığı bilinen olayları okurken gerçekle kurgunun arası öyle ustalıkla örülmüş ki ayırt edemiyorsunuz. Flora Tristan’ın kadın ve işçilerin hakları için verdiği mücadele bana daha yakın geldi. 1840’larda eğitimli olmadığı için entelektüel çevreler tarafından pek ciddiye alınmayan ‘Bayan Öfke’nin özel yaşamı da zorluklarla geçiyor. Ressam torunun, bireysel başarısı için gerekli gördüğü vahşi insana iniş yolculuğu ise oldukça tutkulu ve sarsıcı bir yolculuk.
Nobel Komitesi’nin 2010 yılında Llosa’ya ödülü verirken açıkladığı gerekçe, “İktidar yapılarının haritalarını çıkarması ve bireyin direniş, isyan ve yenilgisinin keskin tasvirlerini yapması”. Özellikle Teke Şenliği, Mayta’nın Öyküsü ve Cennet Başka Yerde bunun en güzel örneklerindendir.
Kitaplarından; Yüzbaşı ve Kadınlar Taburu, Julia Teyze, Kahraman Zamanı filme çekilmiş, Teke Şenliği de tiyatro oyunu olarak uyarlanmıştır.
Arkansas Üniversitesi Edebiyat profesörlerinden M.Keithe Booker, Llosa’nın Yeşil Ev ve Katedralde Konuşmalar’ını çağdaş ve modern; Yüzbaşı ve Kadınlar Taburu, Julia Teyze ve Masalcı’yı da mizahi anlatımlarıyla post modern edebiyata örnek olarak gösteriyor.
Siyasetçi Llosa
Llosa, 1990’da Peru’da Liberal Sağ kanadın başkan adayı olur ve kaybeder. Önceleri; yazarın yazdıklarıyla ülkesinin sosyal adalet, politika ve ekonomisine katkı yapabileceğini ama bir propagandist gibi davrandığında öleceğini söylüyor. Başkan adaylığı deneyiminden sonra bu sözleri anımsatıldığında, ülkesinin ekonomik ve siyasal büyük bir kriz içindeyken aday olmak zorunda kaldığını ve bunun, kendisinin çok naif bir yanılsaması olduğunu ifade ediyor. O dönemde savunduğu, liberal reform ve gerçek bir piyasa ekonomisi yaratılmasıdır. Bu nedenle ağır eleştirilere maruz kalsa da kitaplarındaki yenilikçi deneyleriyle övgü toplamaya ve ilgi görmeye devam ediyor.
O, ‘mutsuz’ olduğu için yazdığını, yazmanın onun yaşam biçimi olduğunu ve bunu hiçbir şeye değişmeyeceğini söylüyor.
Sevgi Tartıcı
Kaynaklar
Kaya Genç, 15.10.2010/08.04.2011, Radikal Gazetesi
Susannah Hunnewell, The Paris Review, 2015.
Thomas Amllon,The New Yorker ,16.03.2015.
Daily Mail Online
en.wikipedia.org.
Not: Papirus Edebiyat Dergisinin Kasım-Aralık 2015 tarihli 14. sayısında yayımlanmıştır.